Hazal Özvarış
hazalozvaris@gmail.com
Cemal Süreya’nın düz yazılarındaki en büyük dize Gülriz Sururi için yazılmış sayılır:
“Ressam bir Tanrı’ya düşmüş.”
Annesi ilk Türk primadonnası Suzan Lûtfullah Sururi, babası ilk operet kurucularından Lûtfullah Sururi ve kendisi anne karnından sonra ilk kez Muhsin Ertuğrul’un isteğiyle 12 yaşında sahneye çıkan Gülriz Sururi.
Cemal Süreya’nın, benzersiz serüveni ve sürekliliğiyle Türk tiyatrosuna tuğrasını vuran isimlerden Gülriz Sururi için yaklaşık 15 yıl önce yazdığı portreden birkaç satır daha:
“Tiyatromuzda daha zengin bir tereke düşünülemez. Kenterlerde de sanatsal aile değerleri var. Ama Gülriz’in bambaşka. Bu yönden Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi bir serüven söz konusu. Benzersiz, yenilenemez ve tek.
(…)
Gülriz’in gözleri elmacık kemiklerinin sarp kayalıklarının altında derinleşen iki göl gibi duruyor. Hiç bozulmayacak. Yaşadığımız dönem birtakım simgelerle anlatılırsa ileride, onunla da anlatılacak.”
“Sokak Kızı İrma”dan “Keşanlı Ali Destanı”na, “Ferhat ile Şirin”den “Teneke”ye, “Zilli Zarife”den “Kaldırım Serçesi”ne yıllar boyunca rol aldığı her oyunla çoğalan Gülriz Sururi, 1999’da kaleme aldığı “Söyleyeceklerim Var” oyununun ardından sahnelere veda etti.
Sururi, oyunculukla sınırlı kalmadı. Üçüncü cildi yolda olan anılarının yanı sıra bir roman, bir öykü kitabı ve gazete yazılarından bir derleme yayımladı. “A La Luna”nın sponsor olduğu aynı adlı yemek programıyla beş sene boyunca o vakte kadar kendisini bilmeyenlere de ekranlardan ulaştı.
Sururi, sahneye son olarak Beşiktaş Belediyesi tarafından sekizincisi düzenlenen “Ustalara Saygı” buluşması için çıktı. Sahnedeki “usta” elbette oydu.
Bu vesileyle, Sururi’nin şimdiye kadar konuşmadıklarını kendisinden dinlemek için kapısını çaldık.
“Yaşsız kadın” olarak da bilinen Sururi’ye Prof. Mîna Urgan’ın anıları eşliğinde yaş almayı, Uğur Dündar’ın onun için kullandığı “cumhuriyet kadını” olmanın ne anlama geldiğini, “aslında Kürt Cemali olduğu” da öne sürülen Keşanlı Ali’nin hikâyesi ve güncel tartışmaları sorduk.
İşte Gülriz Sururi’nin T24’e verdiği söyleşi. Buyrun…
- “40’ına kadar yaşadığımız her olayın bir yeri, bir önemi, bir anlamı vardır. 40’ından sonra tempo inanılmaz biçimde hızlanır. Bir bakarsınız daha dün olduğunu sandığınız şey 15 yıl önce geçmiştir. Bir bakarsınız kucağınıza aldığınız küçücük çocuklar kocaman delikanlılar, kızlar oluvermiştir. Bir bakarsınız siz de 65 yaşına gelmişsinizdir. İşte yaşlılık orada başlar. 70’ine kadar ağır ağır, 75’inden sonra hızlı yaşlanırsınız.” Mîna Urgan’ın “Bir Dinozorun Anıları” adlı kitabında çizdiği bu harita size uyuyor mu?
Bana fevkalade yabancı. Mîna Hanım’ın ihtiyarlık dediği 63’te ben üçüncü kez Sokak Kızı İrma’yı oynuyordum.
- “Limon gibi sıkmaya” kararlı olduğunuz hayatı siz dilimlere ayırdığınızda bölümlere vereceğiniz başlıklar ne olur?
Ben, hayatı hiç bölmelere ayırmadım. Çocukluğumu yaşamadığımı hep söylüyorum. Onu, 30 yaşından sonra tadını çıkartarak yaşadım. Bunun dışında 40’ımda neysem, 60 yaşında da öyleydim. Bu gerçekten çok büyük bir şans, bunu da genlerime borçlu olduğumu zannetmekteyim.
- “Bir An Gelir” kitabınızdan bir alıntı: “Çok yaşamış olmama rağmen hâlâ yaşlılığı merak ediyorum. İhtiyarlığımı keyifli yaşamaya, hakkını vermeye kararlıyım. Ayrıca ölene kadar delikanlı yaşayacağımı biliyorum.” Hayatınızın bu evresine girdiğinizi düşünüyor musunuz?
Haldun Dormen, hep “Ben hayatımda böyle enerjik, böyle disiplinli bir oyuncu görmedim” der. Kaldırım Serçesi’nin provalarındayken, herkes pestil haline gelmişken ben devam etmek isterdim. Bunun sebebini karakterimde görüyordum. Bahsedilen bu enerji ne demek, tam olarak bilmiyordum. Gerçek anlamını enerjim azalırken anladım. “Merdivenden çıkacağıma asansöre binsem daha iyi olur” gibi şeyler dediğim zaman “Aa! Galiba enerjim azalıyor!” dedim.
- Peki siz hangi tabiri tercih edersiniz; yaş almak mı, yaşlılık mı, ihtiyarlık mı?
Yaşlanmak ve ihtiyarlamayı ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Ben yaşlanıyorum. Yaşımı uzun bir süre unuttuktan sonra hesapladığımda “Hadi canım! Ben bu yaşta olamam” dedim. Bende yaşı telaffuz etmemek vardı. Ama şimdi onu da aştım.
‘Her kadının ömrünün en uzun bölümünü geçirdiği bir yaşı vardır’
- Artık söylüyor musunuz yaşınızı?
Rakamları kullanmak hoşuma gitmese de hayatı olduğu gibi kabul eden birisi olduğumdan her yaşı yaşamam gerektiğini biliyorum.
- Mîna Urgan, bu ayrımda “ihtiyarlık” kelimesini şiddetle savunuyor.
Engin’in (Cezzar) tiyatrocu olmasına Mîna Hanım neden oldu. Engin’i Robert Kolej’de Othello oynanırken izleyen Mîna Hanım, Engin’i gördükten sonra annesine babasına gidiyor ve diyor ki “Bu çocuk çok büyük bir yetenek. Okulu bitirir bitirmez Amerika’ya falan yollayın, tiyatrocu olsun.” (Mîna Urgan) Daha tanışmazken ilgi çeken bir kişilikti. Deve tüyü bir paltosu, bir kaşkolu, spor ayakkabıları vardı. Tak tak tak diye yürürdü Beyoğlu’nda. Ben kendisini tanıdığımda en fazla 14-15 yaşındaydım ve o zaman da yaşlı bir kadındı, her zaman beyaz saçlı, her zaman yüzü kırışık. Adile Naşit gibi. “Biz Kadınlar” kitabımda yazdım, her kadının bir yaşı vardır, ömrünün en uzun bölümünü öyle geçirir. Kimisi 20 sene 30 yaşında gibi olur, kimisi 20’li yaşlarından başlayarak hep 40’larında gibi olur, kimi de hiç genç kız olmamış gibidir. Mîna Hanım da öyle birisiydi işte.
Gülriz Sururi’nin Mina Urgan’la ‘fasulye’ hikâyesi
Mîna Hanım ile biz dosttuk. Fakat o Bodrum’a yerleşince daha çok görüşmeye başladık. Güzel yemek yiyip içki içmek, sohbet etmek en sevdiği şeylerden biri, ama yemek yapmaktan, iş görmekten nefret ediyor. O çeviri yapsın, onların tashihiyle uğraşsın istiyor. Evi yolumuzun üstünde olduğu için, biz de giderken gelirken sık sık uğruyorduk. Avluda oturmuş, harıl harıl daktilosunun başında yazıyor. “Ay Gülriz kendine bir kahve yap, çay yap” diyor, “Peki, peki” deyip otuyorsun. Ama bir şey duruyor kenarda, fasulyeler, aralarında da bıçak. Üç dört tanesi ayıklanmış. Sorunca, “Vaktim yok, ne yapayım!” diyor. “Aa, ben çayımızı içerken ayıklarım Mina Hanım” deyip ayıklamaya başladım. Ondan sonra baktım ki böyle bir adet edinmiş. Kim gelirse eline bir şey veriyor, işi ona gördürüyor.
‘Bu kadar yaşayacağımı beklemiyordum, çok şaşırdım’
- Peki merdiven, asansör tercihi dışında yaşla, yaşlılıkla değişenler ne?
Benim yaşımda eşi yaşayan insan bir defa çok az. Tanışım bütün kadınlar eşlerini çok önce kaybetmişler ya da üç kez evlenmiş olsalar bile bugün ayrılmışlar, tekler. Ben yalnız değilim ve bu yaşta anlaştığı bir hayat arkadaşı ile yaşamak dünyanın en büyük mutluluğu. Hayat inanılmayacak kadar uzun. Ben bu kadar yaşayacağımı beklemiyordum ve çok şaşırdım.
‘Yaşanmadan öğrenilmeyen tek şey, yaşlılık’
- Yaşlanmanın nimetleri ve külfetleri sizce neler?
Ben çok enerjik biri olduğum için günlük yaşamımın içine üç dört program koyabiliyorum. Sonra ancak ikisini yapabiliyorum. Bana yaşlılığın tarifini sorarsanız bunu söyleyebilirim. Dünyada yaşanmadan öğrenilmeyen bir tek şey var, yaşlılık. Ben ki tiyatrocuyum, birçok tiyatrocu yaşlı karakterler oynamıştır. Ama hepsi palavra! Ben yaşlı rolü oynarken anneannemi taklit etmiştim yahut bilmem ne yapmıştım. Ama onu duygu olarak hissetmene imkân yok. Edith Piaf yaşlılığında ağrılar içinde kıvranan bir kadın. Benim hâlâ ağrım sızım yok. Onu bir tiyatrocu olarak oynadım. Onu da geldiği zaman öğreneceğim, şimdiden anlamaya imkân yok. Türkçede çok güzel bir laf var: Allah elden ayaktan düşürmeden alsın. Kendim için bunu dilerim.
‘Ötanaziyi ciddi ciddi düşündüm, doktorumla da konuştum’
- Türkiye’de uygulaması yasak olsa da bir parantez açsak; ötanazi, elden ayaktan düşmek yerine tercih edeceğiniz bir eylem olur mu?
Bunu ciddi ciddi düşündüm. Hatta iki üç sene önce doktorumla da konuştum, “Böyle bir şey gerekirse ne yaparız” diye. “Düşünelim” dedi, fakat sonra konuya dönmedik. Böyle bir şeyi isteyebilirim diye düşünüyorum. Yalnız Tolstoy, bir hikâyesinde diyor ki “Adam bitmiş, bilmem kaç yaşında. Hiçbir şeyi yok yattığı yerde. Tek gözünün dörtte biriyle görebiliyordu, ama o gözünü doğduğu dünyaya hiçbir zaman kapatmak istemiyordu.” Demek ki ihtiyarlık, ölüme yaklaşırken insanda bu duyguları yaratabiliyor. Dolayısıyla, olanlar da bu nedenle mi yaşıyorlar? Bunu ancak yaşadığınızda bilebilirsiniz. Ama Miraç Zeynep’e (Özkartal) şunu söyledim; “Bak, Aziz Nesin oğluna demiş ki, ‘Söylediklerimi tekrar etmeye başlarsam bana hemen haber vereceksin, ben de bir daha hiç konuşmayacağım.’ Bende böyle tekrarlar mekrarlar başlarsa mutlaka söyleyeceksin.”
- Yaşlılığın nimetlerinden gidelim; şımarma lüksü listenizde mi?
Öyle şeyler yok... Ben zaten kendi kendimi yeterince şımartarak yaşıyorum. Hiçbir fırsatı kaçırmam.
- Nedir sizi mutlu edenler?
O kadar büyük şeylere gerek yok; her şey olabilir. Mutluluğu bazılarının söylediği gibi yüksek raflarda aramıyorum. Mesela aldığım çiçekleri buraya (balkondaki saksılarını gösteriyor) yerleştirirken katiyen bu dünyada değildim. Bu çok keyif verici bir olay.
‘Siz vazgeçmediğiniz sürece cinsellik sizden vazgeçmiyor’
- “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince” kitabınızda cinsellik üzerine konuşmaktan hoşlanmadığınızı açıkça vurgulamanızı ihmal ederek soralım; hayata, hayatınızın dilimlerine yaydığınızda cinsellik nasıl değişkenlik gösterdi?
Bunu bana şimdiye kadar hiç kimse sormadı, ama doğru bir soru. Henüz sonlandırmadığım, 80 yaşla ilgili son kitabımı şunu söyleyerek bitirmeyi düşünüyorum; “Kaç yaşında olursanız olun cinselliğinizin sizi ölüme kadar takip edeceğini unutmayın.”
- Kadınlarda cinsel arzunun zamanla sonlandığı bir efsane mi?
Evet. Erkekler için çok kötü bir haber. Onların birtakım şeylere ihtiyaçları var cinselliklerini bir ömür boyu sürdürebilmeleri için ama kadınlar için böyle değil. Siz vazgeçmediğiniz sürece o sizden vazgeçmiyor. Cinsellik en başta bir düşünce. Bir sürü arkadaşımdan duyuyorum; “Ben çirkinleştim, fiziğim bozuldu, bilmem neyim ne oldu, yok artık” falan filan. Bu çok yanlış. Zaten önce kendinizden vazgeçmeyeceksiniz; gençken kendinize yakıştıramadığınız kiloları yaşlıyken neden alıyorsunuz? Kendinizi beğenmekten vazgeçmemek gerek. Ben hâlâ “Bu sene son bikinili fotoğrafım” diyerek fotoğraflar çekiliyorum. Bu sene sondu galiba, ama belli olmaz.
‘Gençliğimde demokrasiyi beğenmedim, sosyalizm istedim’
- Mîna Urgan, Behice Boran’dan alıntılayarak “Benim aşk acılarım yok, dost acılarım var” diyor ve politik hattın dostları geride bırakmaya neden olduğunu yazıyor. Son dönemde karşılaştığınız bir durum mu bu?
Tabii, çok. Ama iki kişiyle bunu yendik. Politika konuşmamaya karar verdik. Aslında o kadar politik bir insan da değilim. Ama inandığım, aklımın erdiği şeylerden de kesinlikle taviz veremem. Son dönemde olanlar da buna neden oldu.
- Beşiktaş Belediyesi’nin sizin için düzenlediği “Ustalara Saygı” programında Uğur Dündar, sizi “cumhuriyet kadını” olarak tanımladı. Sizce "cumhuriyet kadını” ne demek?
Uzun yüzyıllar hüküm süren Osmanlı’nın rejim değişikliği ile cumhuriyete geçmesinden sonra burada yaşayan kadınlar demek. Benim annem cumhuriyet kadını, babam cumhuriyet adamı. Ben de cumhuriyette doğmuş, Osmanlı’yı hiçbir zaman bilmeyen, saf kan bir cumhuriyet insanıyım. Ama cumhuriyeti ben seçmedim. Belki benim idealim bu değildi.
- Neydi idealiniz?
İlk gençlik yıllarımda, biraz politize olmaya başladığım zaman komünizm hoşuma hiç gitmedi. Ama sosyalizm, solcu olmak bana fevkalade uygundu. Bırak cumhuriyeti, demokrasiyi bile beğenmedim. Ülkemde sosyalist bir yönetim olsun istedim. İnsanlar çok daha adil yaşasın, eşitlik olsun istiyordum. Cumhuriyetle hiç meşgul olmadım. O doğup büyüdüğüm, içinde olduğum bir düzendi. Yıllar sonra, o beğenmediğim cumhuriyeti yeniden kazanabilmek için benim bile bir şeyler yapmam gerekliliği çıktı ortaya.
‘Emine ve Tayyip Erdoğan cumhuriyet çocukları değil’
- Bugün cumhuriyet kadını kategorisinde görmediğiniz kişiler var mı? Örneğin, Emine Erdoğan sizce bir Cumhuriyet kadını mı?
Bence değil. Cumhuriyet çocukları demediklerimi şöyle tarif edeyim; Kurtuluş Savaşı yaşadık ve bu savaşı kazandık. Ama bir kazananların yanında olanlar çıktı, bir de üzülenler, cumhuriyet geldi diye ağlayanlar, karalar bağlayanlar. Şimdi onların çocukları ve torunları var. Zannederim, Emine Hanım ve Erdoğan Bey bunların torunları. Bu nedenle onların cumhuriyet çocukları olduklarını kesinlikle kabul etmiyorum.
- Aynı topraklarda yetişenlere “Kurtuluş Savaşı’nın sonucundan memnun olmayanların torunları” diyerek sınıflandırmak ayrımcılık değil mi?
Ama ayrımcılığı her zaman onlar yaptılar. Ben böyle şeylerin farkında bile değildim ki.
- Ne zaman farkında oldunuz?
AKP iktidara geldiği zaman. Onun için, hep söylüyorum, maalesef Kurtuluş Savaşı tamamen kazanılmış, noktası konmuş bir olay değildir.
’2. raundu onlar almış gözüküyor, bizimkisi 3. raunt olacak’
- Bugün yaşanan kutuplaşmanın Kurtuluş Savaşı’nın ikinci raundu olduğunu mu ileri sürüyorsunuz?
Belki. İkinci raundu onlar almış gibi gözüküyor, bizimkisi üçüncü raunt olacak. Yani, on yıl önce aklımıza gelemezdi bugünün yaşanacağı. “Karanlığın ayak sesleri” diyeli neredeyse 25 sene oluyor. Rüzgâr gibi geçti. Ben o zamanlar önemsemedim, Necmettin Erbakan’ın arkasından Fethullah’ın (Gülen) geleceğini ve bu hallere gelebileceğimizi bilmiyordum. Biz “Hadi canım! Olur mu öyle şey” diyorduk.
- Somutlaştırabilir misiniz; “onlar” kim, “biz” kim?
“Onlar”, bugün içinde bulunduğumuz, bize dayatılmaya çalışılan rejim. Geriye döndürülmek istenişi ve ona katılan ile direnenler olarak bölünmüş haldeyiz. Erbakan’ın yetiştirdikleri onu yok ettiler. Onun bu kadar taviz vermediği Amerika’ya yetiştirdikleri verdi. Yapılan hırsızlıklar, üzerine oturulan kat trilyonlar bir tarafa ama bugün bakınca Erbakan aslında daha dürüstmüş.
- “Onlar” ve “biz” ayrımında, örneğin liberalleri nereye koyuyorsunuz?
“Yetmez ama evetçi”leri görüyoruz. Bence, “yetmez ama evet”çiler bu sefer de lütfen “yetmez ama evet” deyip Halk Partisi’ne oy versin; eğer “Ah niye cumhuriyet geldi” diyenlerden değilseler.
- Başlangıcı Refahyol dönemine değil, bugüne koymanıza neden olan “haller” neler?
O zamanlar hâlâ saf bir vaziyette “İmkânı yok, türban Çankaya’ya çıkamaz”, “Buna izin vermez Türkiye”, “Cumhuriyet çağı buna izin vermez” diyordum.
‘Atatürk bugün gönderilseydi asker olarak gelmezdi’
- “Söyleyeceklerim Var” oyununuzun son bölümünde Türkiye’nin siyasi tarihini Mehter ile özetliyorsunuz ve son dönemi “Refahyol koalisyonu bir adım geri. Sivil toplum hareketleri ve 8 yıl kesintisiz eğitim iki adım ileri, sonra çözülmeyen Susurluk olayı bir adım geri” sözleriyle anlatıyorsunuz. Ancak 28 Şubat’ı atlıyorsunuz. Gülriz Sururi için 28 Şubat Mehter’in hangi aşamasına denk geliyor?
Bu, 28 Şubat’ı kafamda tam olarak berraklaştırmamış olmamdan kaynaklanıyor olabilir. Bir şey söylemediğime göre öyle düşünüyorum.
- Biraz önce bahsettiğiniz “üçüncü raunt”ta gerçek askerleri, TSK’yı tabloda nerede koyuyorsunuz?
Dönem, o dönem değil. 90 yıl önce bir savaş kazanmak için, içte ya da dışta, askerler, atlar, silahlar belki yeterliydi. Bugün için böyle bir şey düşünmek çok komik olur. Bugün dünyadaki bütün savaşları büyük ekonomistlerin, vicdanlı yöneticilerin ve bilginin kazandıracağına inanıyorum. Kurtuluş Savaş’ında “Allah Allah” diyen askerin önemi ayrı, ama bugün savaşlar böyle kazanılmıyor. Eğer Atatürk bugün gönderilmiş olsaydı, asker olarak gelmezdi.
- Ne olarak gelirdi sizce Atatürk?
Bir lider olarak gelirdi, ama herhalde asker olarak değil. Çünkü pek çok vasfı vardı. Harikulade bir politikacıydı.
‘Benim için Atatürk’ün ‘Nutuk’u dünyaya inmiş son kitap’
- Peki Atatürk bugün gelse 1920’lerdeki politikalarını aynen izler miydi, yoksa döneme göre değişikliğe gider miydi sizce?
Ben bu soruyu almamış olayım. Çünkü benim için Atatürk’ün “Nutuk”u dünyaya inmiş son kitaptır.
- Siz de kendi kutsalınızı mı yaratıyorsunuz?
Olabilir. Halkımızı daha iyi tanımaya başlayınca Atatürk’ün dehasının sandığımdan da daha yukarıda olduğunu gördüm.
‘Bazı kızların saçı kapalıyken göğsünün çatalı gözüküyor’
- Atatürk kadınların başörtüsüne müdahale etmezken bugün başörtülü kadınların ciddi bir ağırlık taşıdığı ülkede Köşk’te başörtülü bir first lady’nin olması sizi neden rahatsız ediyor?
O gün böyle bir tesettür yoktu. Onlarınki çok daha farklı, sıkı sıkı kapanmayan bir model. Benim büyükannem de başörtüsü takıyordu. Başörtüsü takmak, üşürken bere giymek ya da kalpak giymek gibi bir şeydi. Ama şimdi böyle bir şey yok. Bugün saçlarını tamamen örtüyorlar. Tamamen yapay bir moda var.
- İnançlarını böyle yaşamayı tercih eden kadınların bu tavrı sizi neden rahatsız ediyor?
Saçı kapalıyken her tarafı dekolte, göğsünün çatalı gözüküyor.
- Kimin?
Bazı kızların. Başlarda tesettür var, ama takma kirpikler, tayt, makyajlar, piercingler... Kadının dişiliğini göstermesinden sonuna kadar yararlanıyorlar ki kadının seksapelini göstermesi dünyanın her yerinde çok gizli olmalıdır. Bunu ayan beyan gösterenlere iyi gözle bakılmaz. Mini etek tamam, ama onunla müstehcen oluyorsanız tamam değil.
‘Tesettürlü kadınlara Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi’
- Başı açık kadınlara “etek dediğin diz altı olmalıdır” gibi nasıl giyinmesini söyleyenlerin yaptıklarını siz de şimdi başörtülülere yapmış olmuyor musunuz?
Hayır. Bakın, insanlar hür iradeleriyle kapanabilir. Bunu kabul ediyorum. Ancak 10-12 yıl önce bunlar neredeydi? Sistematik olarak geldiler. Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi, oralarda oturdular. En beklenmedik restoranlara, en beklenmedik kafelere, sinemalara, tiyatrolara her yere yayıldılar. Örtünmek çok kolaydır, giyinmek zor. Onları giydiremiyorsan sokarsın bir çarşafın içine, her açıdan susturursun, erkek karşısında da yok edersin.
‘AKP’den önce ne Kürt sorunumuz vardı, ne Kıbrıs sorunu’
Şöyle düşünüyorum; bu ülkede hiç sorunsuz yaşıyorduk. Tabii ki her zaman çok sorunlarımız vardı. Yüzyılların borçları vardı Türkiye’nin sırtında ama AKP iktidara gelmeden önce ne Kürt sorunumuz vardı gündemde, ne Kıbrıs sorunu, ne ekonomi sorunu, ne tesettür. Bir sürü şey yoktu. Ne ırkçılık hikâyesi, ne azınlıklarla uğraşmak. Kimse kimseye düşman değildi; komşularımızla da öyle. Bütün hudutlarımızda sulh ve sükun içinde yaşıyorduk.
- Herkesin o kadar sükunet içinde yaşamadığı da ortaya çıkmış olabilir mi? Saydığınız sorunların hiçbirinin başlangıç tarihi 2002 değil.
Her zaman sıkıntımız olmuştur, özellikle dış güçlerden. Bana kalırsa, 1950’lerde Amerika’yla bir gizli anlaşmalar hikâyesi başlamıştır. Bu Süleyman Demirel döneminde çok yüzeye çıkmıştır. Ama Amerika da bugünkü Amerika olmadığı için o zaman çok daha makul şekilde oluyordu bu işler. Kıbrıs’a Türk askerinin gönderilmesi, Mehmetçiklerin şehit edilmesinde tabii bizim de Rumlar, Türkler olarak yanlışlarımız söz konusudur. Mesela Şan Tiyatrosu’nun, AKM’nin yanışı... Tabii ki bunların altında bir sürü şeyler vardı; ama biz bunları görmezden geliyorduk. Kürt sorunu 50 yıldır, 100 yıldır var, ama aslında yoktu.
‘Kürtler de politikalarını yeterince savunamamışlar’
- “Var ama yok” olması sizce tuhaf değil mi?
Hayır, o da Kürtlerin hatası. Onlar da kendi politikalarını yeterince savunamamışlar. Şimdi o kadar çok Kürt var ki profesörlerinden bankacılara, “Kürdüm” demeye korkuyor bir sürüsü artık.
- Sizce Mehmet Ali Birand gibi ancak ömrünün çok ilerleyen aşamasında “Kürdüm” diyebilenler AKP öncesinde neden bu konuda suskundu?
Neden söyleyeyim; tamamen asimile olmuş, ardından güzel makamlara gelmiş, sorunsuz yaşayan insanlardı bunlar. Türk bayrağı altında yaşamaktan hiçbir gün şikâyetçi değillerdi. Birçoğunun kapısı PKK tarafından çalındı ve “Sen Kürtsün, bizi destekleyeceksin” denildi. Onlar da tavırlarını koymak zorunda kaldılar. Fakat Kürt olayı bugünkü kadar kötü bir çıkmaza sokulmamıştı. Keşke çok daha önce çözülmüş olsaydı. Kürtlere aş, iş götürülseydi vaktiyle... 1950’lerdeki halk evleri ve köy enstitüleri gelişseydi, Doğu’daki insanlar asla Kürdistan sevdasını düşünmeyeceklerdi.
- Son otuz sene içinde Kürtçenin, konuşmanın, müziğin yasaklanması da bu sürecin doğal parçası mıydı?
Bütün bunlar olmayacaktı, olmamalıydı. Türkiye coğrafyasının sadece Akdeniz’den, Ege’den, Marmara’dan ibaret olduğunu sanarak yaşamak çok tatlı ve çok güzel geldi. Ama o toprakları ya ver ya da sahip çık. O topraklar seninse oradaki insanları yaşat. Ben iki tane Kürt çocuğu bu nedenle okuttum.
‘Keşanlı Ali’nin Kürt Cemali olması sorun olmazdı’
- Bunların yanı sıra kimliği kabul etmeme sorunu da olmadı mı? Örneğin “Keşanlı Ali”, “Kürt Cemali” olsaydı o dönem sahnelenmesine izin verilir miydi? Veya TRT, dizi yapılmasını kabul eder miydi?
Sahnelendiği zaman oyunun adının Kürt Cemali olması sorun olmazdı. Ama TRT’de 25 yıl sonra bu hali de sorun oldu. “Lazı, Kürdü, Pomağı...” diye bir şarkı var oyunda; koro “Hepsi kader yolcusu” diyor. “O Kürt sözcüğünü silin “ dediler. Ancak çekildikten sonra söyledikleri için o kısım silinip “lay lay lom” yapıldı. Fakat bunlar bugün içinde yaşadığımız durumlar karşısında bir şey mi? Adamlar devlet tiyatrosunu lağvediyorlar.
- Yaşar Kaya, “Keşanlı Ali aslında Kürt Cemali’dir” dedi ve Haldun Taner’in oyunda “Kürt” adı geçerse oynanmayacağı gerekçesiyle Kürt yerine Keşanlı’yı tercih ettiğini yazdı.
Ne! Kesinlikle hayır. Oyunun nasıl oluştuğunun öyküsü yazılmıştır birkaç yerde, ben Haldun Bey’in ağzından söyleyeyim. Üçüncü sayfa haberlerinde, Ankara’daki Altındağ’da geçen bir olay anlatılıyor. Bir cinayet işlemiş, hapse atılmış, orada koğuş ağası olmuş. Halbuki adam bu cinayeti işlememiş ama gördüğü itibardan ve sevgiden o kadar hoşlanmış ki onu bir kahraman olarak gören gecekondu dünyasına geri dönünce “Ben işledim ulan! Ben yaptım!” demiş. Adamın nereli olduğunu, neden Keşanlı dediğini hiç bilmiyorum.
- Kaya da Altındağlı bu kabadayının Kürt Cemali olduğunu söylüyor. Bir başka alıntı da gazeteci Mehmet Kemal’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Türkiye’nin Kalbi Ankara” dizisinin “Kürt Cemali’den Keşanlı Ali’ye” bölümünden: “Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey’de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali’nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner’in dikkatini çekiyor. Bir gün Haldun Taner bana çıkageldi. ‘Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum’ dedi. Haldun’u Altındağ ve Atıfbey’in çocuğu Avukat Şefik Günder ve Atıfbeyli Tahsin Yaman’la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan Keşanlı Ali Destanı doğdu.” Bunlar sizde bir soru işaretine neden olur mu?
Haldun Bey’in, karakteri Kürt olduğu için bunu söylemekten çekineceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü o gün bundan çekinmesini gerektiren bir durum yoktu. Ayrıca oyunda çok sempatik iki tane Kürt karakter vardır.
‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz, demek romantik bir düş’
- 1980 darbesi sonrası yönetime Aziz Nesin’lerin hazırladığı “Aydınlar dilekçesi”ne imza atarak muhalefet etmiş biri olarak Balçiçek İlter’in programında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözüne “olağan” demeniz çelişkili değil mi?
“Mustafa Kemal’in çocuklarıyız” da denilebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında “Çocuğum aman doktor olsun, avukat olsun” yerine “zabit olsun” deniyor. Öyle bir moda var çünkü Mustafa Kemal bir rol model ve Gazi Mustafa Kemal olarak anılıyor. Bütün erkekler, onun gibi olmayı istiyorlar, kızlar da o zabitlerle evlenmek istiyorlar. Yani, bu romantik bir düş aslında.
- Darbelerle haşır neşir bir tarih üstüne bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” denmesi, “eski solcular liberal oldu” yanına “eski solcular orducu oldu” parantezi de açmıyor mu?
Şunu düşünmek çok mu imkânsız; bu kadar değerli ordu mensubunun Silivri’de olması, sorgusuz sualsiz, davaları görülmeden suçlanmaları doğru değil. Bu olamayacak bir şey, buna karşın Türk adaleti susuyor, susturuluyor. Bazılarının aklı başlarına Erdoğan’ın hastane ziyareti ardından geliyor. Tabii ki ordu içinde karanlık dönemler var. Bence, 28 Şubat da yeteri kadar aydınlık değil. Ama şuna inanıyorum; bugün içerde olan insanlar adaletsizlik içinde hapiste ve bunun tek çaresi Erdoğan Bey’in iki dudağının arasından çıkacak kararda. Bu bana gülünç geliyor.
- Ordunun siyasete ayar vermeye kalktığı girişimler reddettiğiniz vakalar mı?
Tabii, tabii. Ama, biz 27 Mayıs’ta çok heyecanlandık ve çok iyi bir şey oluyor zannetmiştik. Ama bir iki sene içinde ne kadar kötü, ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladık.
‘Çankaya’ya çıktıklarını izlerken çok kötü haldeydik’
- 2007’de Genelkurmay’ın e-muhtırası üzerinden bir ay geçmeden internet sitenizde yayımlanan “Şimdi Zaman Caydırma Zamanı” başlıklı yazınızda şu cümle geçti: “Askerin bizi mitinglerde yüreklendiren açıklamasını muhtıra diye nitelendirip imza toplama zamanı değil.” Bugün de 1960 darbesi ardından yaşadıklarınız tekerrür ediyor olabilir mi?
Orada tamamen RTE’nin “Biz meydanlara çıksak” demesine odaklanmıştım. Kandırılmışları caydırma zamanı, demişim. Çankaya’ya çıktılar, biz izlerken çok kötü haldeydik. Balkon gibi bir yerde sıraya dizildiler, Evita gibi. Bir anlık bile olsa şunu hayal ettim; “Şimdi şu kadınlar örtülerini açsalar, saçlarını savursalar... Duygusal olarak nasıl bütün ülkeyi bir anda avuçlarına alabilirler.” Engin de bana “Hâlâ saflığını yitirmedin” diye bakıyordu.
‘AKP’ye oy verenlerin çoğu çok pişman’
- AKP’ye oy veren yüzde 50 size ne ifade ediyor?
Ben ülkede bir muhalefet gerektiğini düşünüyorum. Bütün muhaliflerin birleşmesi gerektiğine inanıyorum. Şu an ufukta iktidara gelebilecek, AKP’yle baş edebilecek bir muhalefet pek gözükmüyor. O yüzden “yetmez ama evet”çiler bugün Halk Partisi’ne oy versin diyorum.
- “Yetmez ama evet” dışında kalan, kendilerini AKP’nin temsil etmesini isteyenler size ne ifade ediyor?
Çoğu çok pişman. Ben haberi şoförlerden alıyorum. Vaktiyle Bedrettin Dalan’ın gideceğini bir tek onlar bilmişti. Nurettin Sözen gelince, Ben aptala dönmüştüm. Şimdi de şoförler AKP için “Bir gram oy alamaz benden” demeye başladılar.
‘Ülke bu ırkın elinde olmasaydı daha başka bir yerde olurdu’
- AKP’nin seçimlerde kaybedeceğini düşünüyorsanız neden endişeleniyorsunuz?
Ben endişe duymuyorum. Mutlaka, bugün değilse yarın, bunun değişeceğine, Türkiye’nin düze çıkacağına inanıyorum. Ancak halkımızın kararları için hâlâ bir endişe taşıyorum. Çünkü millet olmak ile ümmet olmanın arasındaki farkı anlayamayanların oy çoğunluğu diye bir gerçek var hâlâ ülkemizde.
- Gülriz Sururi halkın seçimine güvenmiyor mu?
Türk insanına taklitçilik, üçkâğıtçılık yapmak üretmekten çok daha kolay geliyor. Halbuki Türk köylüsü için kahraman, çalışkan, misafirperver denirdi; o günlerden üçkağıtçı diye tarif edildiği günlere gelmişiz.
- Bu durumda size göre cumhuriyet projesi başarısız mı oldu?
Başarısız değil, ama dediğim gibi tamamlanmadı. Coğrafyanın zorluğundan mı yoksa başka nedenlerden mi bilmiyorum ama Doğu’yu göremedik. Bu ülke bu ırkın elinde olmasaydı çok daha başka bir yerde olurdu.