Aslı Aydıntaşbaş
(Milliyet, 18 Haziran 2012)
Gülen'in şifreleri
Türkçe Olimpiyatları’nda Erdoğan’ın “Bitsin bu hasret” mesajıyla hükümet ve Gülen cemaati arasındaki ayrılığın bittiğini sananlar, Fethullah Gülen’in videolu mesajını yeniden izlesin.
Ne tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Ülkenin kudretli, neredeyse “tek adam“ statüsündeki liderinin en önemli siyasi rakibi, anamuhalefet değil daha düne kadar kader birliği yapmış olduğu güçlü bir cemaat.
Daha iki gün önce var gücüyle asıldığı referandumla yargıyı şekillendiren hükümet, şimdi var gücüyle o kendi inşa ettiği yapıyı dağıtmaya çabalıyor.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında, adı konmamış bir bilek güreşi var.
Bir de, her şeyi bilip hiçbir şeyi açıkça yazmayan ve nasılsa hâlâ önemli olduğuna inanan bir medya düzeni var.
Bütün bunlar arasında olan biteni anlamaya çalışan vatandaş kitlesi, haklı olarak siyasilerden gelen ağdalı demeçler, Mors alfabesiyle atılan manşetler ve şifreli köşe yazıları yerine, gözünü Twitter’a, İnternet’e, fısıltı gazetesine dikiyor... Bu yazının amacı, mevcut tuhaflıklar silsilesindeki olaylarından birini, Fethullah Gülen‘in Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatlarında yaptığı ‘geri dön’ davetine herkul.org sitesinden nazikçe reddedişini yorumlamak.
Fethullah Gülen, Başbakan Erdoğan’ın çağrısına cevap verirken, mesafeli bir çizgide durduğunu da gösterdi.
Ayrılık sürüyor
Öncelikle şunu aktarayım. Bu yazıyı araştırırken Gülen’in şifrelerini çözmek görüştüğüm cemaat üyelerinin hiçbirinden “Ayrı gayrı bitti artık, iktidarla ek sıkıştık” mesajını almadım. Tam tersine, cemaatte “Yaşasın fitne bitti!” naraları değil temkinli bir dil var. İlk günkü yorumların aksine, cemaat ve iktidar “anlaşmış“ değil. Özel yetkili mahkemeler, Ergenekon süreci, bürokratik atamalar ve en önemlisi Başkanlık sistemiyle ilgili “görüş ayrılıkları” devam ediyor.
Kuşkusuz Ak Parti hükümeti Gülen’in yurtdışında yaşamasının etrafındaki “efsaneyi” güçlendirdiğinin, hareketin uluslararası gücünü arttırdığının farkında.
'Geri dön' emirvaki mi?
Ben Başbakan’ın stadyumda Gülen’e bu ölçüde tantanalı bir “Geri dön” daveti yapmayı önceden planladığına emin değilim. Erdoğan tribünlerin “gurbet” ve “sıla” sözlerine gösterdiği tezahürattan sonra “Bitsin bu hasret” dedi.
Cemaat açısından ise bu hoş bir jest olsa da, diğer yandan da bir “emrivaki,” hatta bazılarına göre Türkçe olimpiyatlarını gölgeleyen bir cins siyasi çalım. Erdoğan’ın konuşmasını Pennsylvania’da bizzat Fethullah Gülen‘in yanında dinleyen Bugün yazarı Adem Yavuz Arslan, o anı şöyle anlatıyor: “Kendisine yönelik davet bölümünde ise salonda sessizlik oldu. Herkes Hocaefendi’nin ne diyeceğini, ne tepki vereceğini merak ediyordu. Ama Hocaefendi sözlü bir tepki vermedi. Başbakanın konuşmasını öylece dinledi...” Yorum yok.
'O kendine yakışanı yaptı'
Fethullah Gülen’ın herkul.org sitesinde yayınlanan videolu cevabını bir kaç kez dinledim. Kuşkusuz satır aralarında önemli mesajlar var. Ama bana en çarpıcı gelen, konuşmalarında sık sık ağdalı bir dil kullanan Gülen’in Erdoğan’dan kısaca “o” diye söz etmesi. (Gül için ‘Cumhurbaşkanımız’ ifadesi var.) Gülen cemaatini yakın tanıyan Washington merkezli gazeteci İlhan Tanır, bloğunda benzer bir saptamada bulunmuş:
“Fethullah Hoca’nın, önceki devlet büyüklerinden Turgut Özal veya Bülent Ecevit’e karşı kullandığı ‘sıcak’ hitapların hiçbirini Erdoğan için kullanmaması dikkat çekti. Önce Erdoğan’dan “o” olarak bahseden Gülen, konuşma sonrasında da ‘Sayın Başbakan’ olarak hitap etti ve dönüş davetini Başbakan’ın “civanmertliğine” bağlamasına rağmen, 10 dakikayı bulan videonun genelinde Erdoğan’a karşı oldukça mesafeli bir çizgiyi korudu.”
Dünyaevi değilim mesaj
Gülen hareketi, her ne kadar Ak Parti’yi desteklemiş olsa da tarihsel olarak Erdoğan’ın içinden çıktığı Milli Görüş hareketine hep mesafeliydi. Şu anda ise, dünyanın her köşesinde faaliyet göstererek kendisine Türkiye’nin ötesinde ‘global‘ bir misyon yüklemiş durumda.
Gülen’in video mesajında hayatından verdiği örnekler ilginç. Hoca geçmişte kendisine dünyevi manada hem ailesinden hem de siyasetçilerden benzer teklifler geldiğini, ancak kendisinin her defasında “din” ve maneviyatı seçtiğini söylüyor.
Benim yorumum, bu noktada Fethullah Gülen, Erdoğan’ın “Gel burada saygın bir cemaat lideri ol” diye özetlenebilecek teklifini, bir anlamda Gülen hareketi ve kendi manevi şahsiyetinin ‘Erdoğan’ın yönettiği bir Türkiye’ye hapsedilmesi’ olarak yorumlamış olabilir.
'Güvenlikli değil'
Gülen ayrıca videoda 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat’tan örnekler veriyor ve “Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dönmeyeceğim” diyor. Ardından da Türkiye’nin hâlâ “emin, güvenlikli bir yer” olmadığını ekliyor. Bu Erdoğan gibi özgüveni yüksek, “çeteleri yendik, her şeye hakimiz” mesajı veren bir lideri rahatsız edebilir.
Özetle Gülen hareketi, hükümetin bürokrasi ve emniyette kendine yakın isimlere yönelik hamlelerinden, ÖYM’lerin kalkma ihtimalinden rahatsız. Harekete yakın Abant Platformu, bu yılki anayasa toplantısında başkanlık sistemine uzak durduğunu hissettirdi.
Hükümet ise sayıca daha büyük bir kitleyi temsil ettiğini, başka bir vesayet kabul etmeyeceğini, iktidarı paylaşmak niyetinde olmadığını her hareketinden belli ediyor.
Ben bütün bunları alt alta koyduğumda, ortada büyük bir kucaklaşma ve bayram havası görmüyorum...
Medya Tutuklu gazetecileri unuttu
Tahmin edeceğiniz gibi, Ahmet Şık ve Nedim Şener serbest kalalı beri memleket medyasının “tutuklu gazeteciler“ meselesine olan ilgisi azaldı.
Oysa halen onlarca gazeteci hapiste. Çoğunluğu Kürt, bir bölümü solcu, hiçbiri eline silah almamış ama nasılsa devletin gözünde hepsi “terörist...”
Bugün gerçek anlamda muhalif haberciliğin yargılandığı Oda TV davasının duruşması var.
Garip olan, aynı davada, aynı delillerle yargılanan Ahmet ve Soner’e sahip çıkan bazı kalemlerin, fazla laik, fazla muhalif, ya da “ulusalcı” gördükleri için OdaTv’cileri görmezden gelmeleri.
Böyle demokratlık olmaz
Örneğin bir zamanlar gazete yönetmiş, saygın bir kalem bir gün “Ahmetlerin alınmasına karşıyım. Ama OdaTv’yi ifade özgürlüğü namına savunmam. Benimle ilgili neler yazdı!’ dedi.
OdaTv’den benimle ilgili de defalarca eleştiriler çıktığını ama siyaseten savunmasam da bu delillerle, böyle bir iddianameyle yargılanmalarına karşı olduğumu söyledim. Gazetecinin cevabı “Yok kardeşim o kadar da kolay değil!” oldu. Böyle demokratlık düşman başına!
Medyada tanıdığım herkes, Soner Yalçın‘ın “en çok satan kitaplar” listesindeki Samizdat isimli kitabını bir çırpıda okudu. Sohbetlerde herkes ‘Vay be’ dedi. Pek azımız iki satır yazdı.
Bir gazetecinin Kürt, solcu, cemaatçi, Alevi veya ulusalcı olmasının ne önemi olabilir. Önemli olan, gerçekten teröre bulaşıp bulaşmadığı...
OdaTv davasının önemi, insanların telefon konuşması ve haber/yorum dışında hiçbir somut eylemde bulunmadan anayasada garanti altına alınan muhalefet haklarını kullandıkları için hapiste olmaları...
Virüsle gelen belge
OdaTV’de birçok duruşmayı izledim. Davanın özü, bilgisayar virüsüyle geldiği kanıtlanan Ulusal Medya 2010 belgesi. Hadi belgenin sahteliğini geçelim ama mesela haber müdürü Barış Terkoğlu’nun evinde ve bilgisayarında o belgeler dahi yok. Sadece resimlerinden tanıdığım güler yüzlü Barış sadece yaptığı haberlerden yargılanıyor.
Örneğin Mısır’da Tahrir Meydanı patlayınca haberleştirerek halkı kin ve nefrete teşvik etmek, Öcalan’ın her gazetede çıkan haftalık açıklamasını koyarak PKK’nın sözcülüğünü yapmak, Ergenekon savcı ve polislerinin ortak düzenlediği iftarın fotoğraflarını yayınlayarak Ergenekon’u sulandırmak vs.
Gerisini siz yorumlayın.
Cezaevleri dolu çünkü...
Urfa cezaevinin çok kötü koşullarda olduğunu ben bile duymuştum; hatta Silivri gezisinde Adalet Bakanı’yla sohbette Tekirdağ ve Urfa’nın gündeme geldiğini hatırlıyorum.
Bakan Sadullah Ergin, yüzde 106 kapasiteyle çalışan cezaevleri mevcudiyetini son reform paketiyle yüzde 96’ya indirdiklerini ama hem yargı reformu hem de cezaevlerinin yenilenmesi gerektiğini söyledi.
Burada mesele iyi ya da daha insani cezaevi yapmak değil. Demokrasi açığı ve Kürt meselesini çözmek. Cezaevleri, bu topraklarda nüfusa oranla çok fazla insan hırsızlık, çek-senet ya da dolandırıcılık yaptığı için değil; bir Kürt isyanı olduğu için tıkma tıkış dolu. Cezaevlerinde sadece “teröristler” değil, KCK ve benzeri davalarda eline silah-külah bulaşmamış sendikacı, partili, aktivistler, kadınlar ve çocuklar var.
Urfa’da 350 kişilik cezaevinde 1050 kişinin kalmasını, 12 kişilik koğuşta 18 kişi olmasını bir “ihmal“ ya da “yetersizlik“ olarak görmeyin. Hakkari’de, Van’da, Batman’da durum farklı değil. Hapiste çok Kürt var. Bu durum değişmedikçe, toplum ve siyaset normalleşemez.