Hazal Özvarış-T24
Gazeteci İsmail Saymaz’ın Hanefi Yoldaş kitabında ayrıntılı şekilde anlattığı Devrimci Karargâh, silahlı sosyalist bir örgüt. Sicillerinde yer alan Sütlüce’deki AKP il binası, Selimiye Kışlası ve BankPozitif’’e saldırılar ön plana çıkıyor. Örgütün kamuoyu tarafından tanınmasına yol açan ise 2009’da gerçekleşen polis baskını. Bostancı’daki hücre evine yapılan baskında örgüt yöneticisi Orhan Yılmazkaya’nın teslim olmayı reddetmesi üzerine polisle arasında çatışma çıktı. Canlı yayında verilen altı saatlik çatışmada Yılmazkaya, Emniyet Amiri Semih Balaban ve 17 yaşındaki Mazlum Şeker öldü.
İlk iddianamesi 30 Eylül 2009’da kabul edilen Devrimci Karargâh davasının sanık listesi Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Rıdvan Turan, emekli Emniyet Müdürü Ergenekon sanığı Hanefi Avcı gibi birbirinden uzak isimleri yan yana getiriyor. 17 Kasım Perşembe Günü görülecek duruşmadan önce tutuklu yargılanan Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyesi Tuncay Yılmaz ve Bilim ve Gelecek Dergisi editörü Baha Okar’ın yakınları Gülfer Akkaya ve Suzan Okar’la görüştük.
21 Eylül 2010’da polisin evlerine yaptıkları baskınla hayatları değişen Okar ve Akkaya’nın www.t24.com.tr’nin sorularına verdikleri yanıtlar şöyle:
‘Devrimci Karargâh’ı basından öğrendik’
- 21 Eylül 2010'dan önceki hayatınızı anlatır mısınız?
Suzan Okar: İkimiz de işinizde, gücümüzde insanlardık. Baha, muhalif bir bilim dergisi olan Bilim ve Gelecek’te çalışıyordu. Ben de hukuk danışmanlık bürosunda çalışıyorum. Doğrudan siyaset yapan insanlar değildik ama muhalif bir duruşumuz vardı. İkimiz de bu sisteme çok fazla değmeden yaşamaya çalışan insanlardık.
Gülfer Akkaya: Ben feministim. Çok uzun yıllardır feminist hareket içindeyim. Bir yandan yüksek lisans tezim vardı, ona çalışıyordum. Onun dışında işim vardı, çalışıyordum. 21 Eylül'den sonra hayatımda eksen değişikliği oldu. Operasyondan sonra mecburen içeri alınan arkadaşların durumunu anlatmak, onlara sahip çıkmak ve yaşanan anti-demokratik uygulamaları değen bir yerden anlatmak için enerjimi 21 Eylül operasyonuna yönelik harcadım. 8-9 ay bu operasyonu anlatmaya çalıştık çünkü arkadaşlar büyük bir komplo ile içeri alınmıştı. Artık kendimi biraz toparladım. Yeniden feminist siyasetteyim. Genel olarak zaten Türkiye'deki antidemokratik uygulamalara karşı mücadele ediyoruz. Daha önce de Kürt hareketinden veya sosyalist hareketten kadınlar alınmıştı. Bu kez direkt evimizin içine girdi. Sıcaktı, daha sıcak olamaya başladı.
-Daha önce Devrimci Karargâh'ı duymuş muydunuz?
G. Akkaya: Duymuştum. Bostancı'da operasyon yapılmış, ev basılmıştı. İlk oradan duydum.
S. Okar: Ben de öyle öğrendim. Basından öğrendik. O çatışma epey gündeme oturmuştu. Onun dışında dosyayla beraber öğrendik. Politik olarak neyi sahipleniyor ve savunuyor, bildiğim bir şey değil.
-21 Eylül'de ne oldu?
S. Okar: 21 Eylül'de biz evdeydik. Ev iki katlı olduğu için kapı sesini duymadık. Gürültülü gelmeye başlayınca yukarıdan dışarıya baktım. Anlam veremiyorsun. Ellerinde uzun namlulu silahlar, aşağıda polisler bekliyor. İndim, kapıyı açtım. "Sakin olun" dedim.
‘Fethullah Gülen ile AKP ekibi kendisine muhalif olan hiç bir gücü istemiyor’
- Polislere mi dedin?
G. Akkaya: Öyle oluyor çünkü üzerinize uzun namlulu, kısa namlulu çok çeşitli silahlar doğrultuyorlar ve sizin donanımınız üzerinizdeki yatak pijamanız.
S. Okar: Anahtarı gösterdim. İki kapı vardı. Açtım kapıları ve doluştular içeriye. Herhangi bir gerekçe sunmadılar. Sadece bir kâğıt gösterdiler, arama izinleri olduğunu göstermek için. Anlam veremedik. Sonra onlar da doğru bir yere gelmediklerini anladılar çünkü bir sürü poşete bakmadan geçtiler. Çocukluğumda 12 Eylül'ü de yaşamıştım. Köyde ev baskınları olurdu. Askerler her tarafı talan ederlerdi, yatakların içine kadar bakarlardı. 12 Eylül'e kıyasla gayri ciddi bir aramaydı. 3-4 saate yakın kaldılar. CD’leri numaralandırdılar, bütün kitap aralarına baktılar. En ciddi aramaları bu oldu.
-Hangi kitaplar alındı?
S. Okar: Hiçbirini almadılar.
G. Akkaya: Bizde dört, beş torba aldılar. Birikim ve Postexpress dergilerini aldılar. Feminist dergilerimi alacaklardı ama çok kavga ettim, "Bu kadar da olmaz" diye. Alırlarsa başka Pazartesi yok. Postexpress'e de üzülürüm ama Pazartesi benim için çok değerli. O zaman ben anlamamışım. Şimdi fark ediyorum. Sabah 5 civarında kapımız çalınıp zorlanmaya başlandı. "Kim o?" diye sorunca, "Polis" dediler. O an "şimdi onca kitapta okuduğun şeyi yaşayacaksın" dedim ve gerçekten de yaşadım. Yedi buçuk saat boyunca evimi aradılar. Eve operasyon düzenleyen ekibin başındaki komiserin durmadan çalan bir telefonu vardı. İki dakika, en fazla üç dakika arayla telefonu çalıyordu ve o sürekli "temiz, temiz" diyordu. Devrimci Karargâh nedeniyle geldik demişlerdi. Bir komplo olduğunu anladım ama bu kadar büyük bir şey olduğunu o an anlayamadım. İddianın seninle alakası olmayınca, yanlış fark edilip dönülecek sanıyorsun. Tam olarak bir ay sonra yapılmak istenileni anladım.
‘Referandum bir kırılma anı oldu’
-Nedir?
G. Akkaya: Türkiye'de bir statüko değişikliği var ve yeni statükonun sahipleri olan Fethullah Gülen ile AKP ekibi kendisine muhalif olan hiç bir gücü istemiyor. Bunun için her dönem olduğu gibi ilk olarak sosyalistlerden ve Kürtlerden başladılar. Bunun sinyali ilk olarak referandumla verilmişti. Bazen insanın hissi aklının önüne geçiyor. O referandum sürecinden sonra, kötü nefesi ensende hissedersin ya, öyle bir şey oldu.
-Referandumda sol kesimin bir bölümü "yetmez ama evet" diyerek olumlu bir tablo çizilmişti. Siz neden böyle yorumladınız?
G. Akkaya: Sol cenah bütün değil, parçalı. TKP de, “yetmez ama evet”çiler de kendisine sol diyor. Onların dışında, ulusalcı veya milliyetçi olmayan; devrimci olan, halkların eşit olarak bir arada yaşamasını, işçi sınıfın kurtuluşunu savunan, soldan ziyade sosyalist-komünist oluşumlar var. Referandumda aslında “hayır” veya “evet”in dışında tavır koyup “boykot” diyenlerin çoğu bu ekiptendi. Referandumun, ne sosyalist talepleri, ne de Kürt halkının taleplerini kapsadığını düşünmüşlerdi. Şahsen ben, feminist olarak, kadınların taleplerini savunmayan bir referandum olduğu için boykot demiştim. Ama bahsettiğim şey, referandumun bir kırılma anı olduğuydu. Türkiye'de çok demokratiğiz denilerek bir bahar havası yaratılıyordu, meğer o kardan önceki baharmış.
-Referandumda boykot diyenlerin hedef olduğunu mu söylüyorsun?
G. Akkaya: Boykot dediğiniz zaman statükoyu ele geçirmek isteyen ekibi karşınıza almış oluyorsunuz. Demokrasi, kardeşlik, açılım dedikleri şeyin aslında öyle olmadığını, açıktan bir diktatörlük olduğunu gösteriyorsunuz. O zamanki yazılara bakılırsa, boykot diyenlerin çoğu bunu çok açık dile getirdiler. Dolayısıyla, “evet” ve “hayır” aynı madalyonun iki yüzüydü ama boykot başka bir şeydi. Gerçek bir imkanı işaret ediyordu. O gerçek imkanı işaret ettiği için bu operasyonlar oldu ve ne yazık ki olmaya devam ediyor.
-İsmail Saymaz’ın Hanefi Yoldaş kitabını okuduğunuzda tabanı olmayan, acemi bir Devrimci Karargâh resmi çıkıyor. Davayla beraber örgüte hak ettiğinin ötesinde önem gösterilmesini nasıl açıklıyorsunuz?
S. Okar: Aslında süreçle beraber biraz da ne olduğunu anlamaya başladık. Hanefi Avcı'nın da alınmasıyla beraber, bunun altında bambaşka şeylerin yattığını anladık. Orada bir çuval açıldı. Hem sola gözdağı vermeye hem de kendi aralarındaki iktidar hesaplaşmasında kullandıkları bir şeydi. Bir önceki iktidarın lağvedilmesi ve kendi iktidarlarının tesis edilmesine yönelik bir hareketti. Kritik nokta Hanefi Avcı'ydı. Bir yandan da Bostancı’daki eylem son derece uzun sürmüş ve basında anlatılanlara göre onlar açısından bir infial yaratmıştı. Solu sürece dâhil etmek önemli bir noktaydı. Silahlı sol bir örgütü hem Hizbullah'a hem Kürt hareketine hem Ergenekon'a, yani hiç bir anlamda birbirlerine yakın olmayan örgütlere bağlayıp sundukları bir dosya çıktı.
G. Akkaya: "Devrimci Karargâh örgütünün tabanı yok ama niye büyüdü" konusu aslında anlaşılabilir. Türkiye gibi geçmişinde silahlı mücadelenin olduğu bir memlekette bu kaygı anlaşılır gibi. Bildiğim kadarıyla Devrimci Karargâh kitlesel bir örgüt veya bir parti değil. Silahlı örgütler her devlet için bir risktir. Türkiye’de zaten 30 yıllık PKK var. Bir silahlı örgütün daha olduğunu düşünün, bu devlet için gerçekten çok büyük bir risk.
-Sosyalistler, bahsettiğiniz kuvvete sahip mi?
G. Akkaya: Mesele sosyalistlerin şu anki kuvveti meselesi değil. Mesele, bu kuvvetin olabilme potansiyeli.
-Siz böyle bir potansiyel görüyor musunuz?
G. Akkaya: Şu anda Türkiye'nin en güçsüz kesimlerinden biri sosyalistler ama oturup düşününce şöyle bir resim ortaya çıkıyor. Bugüne kadar Türkiye’de var olan sağ partileri düşünelim; Özal'ın, Çiller'in partisini, 12 Eylül'ü yapan "askeri diktatör parti"sini düşünün, hepsi bir şekilde gitti. Ama beğenin ya da beğenmeyin başından beri “varım” diyen bütün sosyalist gelenekler hâlâ var. Dünyada işçi sınıfının sömürüsü de var. Kapitalist bir toplumda yaşıyoruz. Şu anda reel olarak olmasa da potansiyel olarak sosyalizm hayaleti tüm dünyada dolaşıyor. Kapitalist devletler bu yüzden sosyalistleri politik olarak yok etmeye, en azından güçsüzleştirmeye çalışıyor. İkinci mesele Türkiye'deki Kürt mücadelesi. Zaten PKK diye bir örgüt var devleti uzun yıllar meşgul eden. Şimdi ne gerek var bir de sosyalist örgüte!
-Devrimci Karargâh o kadar da ayrı bir örgüt değil. Orhan Yılmazkaya gibi bazı örgüt üyelerinin PKK kamplarında eğitim aldığını görüyoruz. İç içe geçme durumu yok mu?
G. Akkaya: Ayrı olup olmadıklarını ben bilemem. İddianameyi okuyunca aklıma şunlar geldi: 1970'lerde silahlı mücadele sürdürmek isteyen sosyalist örgütler Filistin kamplarına giderlerdi, şimdi PKK kamplarına gitmişler. Bunun dışında bir şey söylemek istiyorum. Türkiye'deki birçok mevcut yasal sosyalist kuruluş Kürt halkının taleplerini doğru buluyor. Oradan Kürt mücadelesiyle yan yana duruyorlar. Devlet açısından bu yan yana duruşun kendisi tehlikeli görülüyor.
-Çizdiğiniz tabloya göre en büyük tehlike kongre hareketi...
G. Akkaya: Diye düşünüyorum. Zaten olmasını istemedikleri şey tüm ezilen, sömürülen toplulukların ortak zeminde, yan yana gelmeleriydi. Operasyonlar olmasına, verilen gözdağlarına rağmen Kürtler, sosyalistler, feministler, demokratlar, kim varsa kongrede buluştu. Proje aksamadı, devam etti.
‘İtirafçıya gösterilen fotoğrafı değiştirip dosyaya Baha’nın Facebook fotoğrafını koymuşlar’
-Baha Okar için iddianamede şu kanıtlar yer alıyor: Orhan Yılmazkaya'nın evinde bulunan kimlik fotokopisinde parmak izi, on yıl önce vefat eden Fransızca öğretmeni Sabriye Çağrıcı'nın kitap editörlüğü, eski PKK üyesi-itirafçı Muharrem Adıyaman'ın "Kuzey Irak'ta gördüm" teşhisi ve annesinin telefonundan Ulusal Kanal müdürü Ufuk Akkaya'nın aranması. Bu delilleri ilk gördüğünüzde tepkiniz ne oldu? Baha Okar’dan şüphelendiniz mi?
S. Okar: Kanıtlar beni sorgulamaya itmedi. Baha'yı senelerdir tanıyorum, yaptığı bütün şeyleri biliyorum. Siyasete ilgisini biliyorum. Kanıtları görünce ilk başta güldük, “bunlar ne?” dedik fakat sonra ciddiye almak zorunda kalıyorsunuz. Her bir kanıta dilekçelerde ve savunmalarda yanıt vermek zorunda kaldık. Örneğin bir insan annesinin telefonundan yapılan görüşmelerden yargılanamaz. Öyle bir suç varsa, o telefonu kullanan veya görüşmeyi yapan insanla ilgili soruşturma yapılır. Öğretmen 10 sene önce vefat etmiş ve o dönem Ergenekon diye bir örgüt yok. 96'da kanser oluyor, 2000 yılında ölüyor ve kitabı kitapçılarda satılıyor. Bundan dolayı Baha dosyaya bağlanıyor. Onun dışında işinde gücünde olduğunu kanıtlayan bir sürü delilimiz olmasına rağmen Kuzey Irak'a ışınlanıyor birden. Baha'yla aynı durumda olan bir arkadaş daha var. Semih Aydın, burada duruşmalara gidip geliyor olmasına rağmen aynı tarihlerde Semih'i de Kuzey Irak'a ışınlamışlar. Saçma sapan bir şey, bir komplo, tezgah. İyi filmin senaryosu iyi olur. Bu çok kötü bir komplo. Bunu biz, yakınlarımız, arkadaşlarımız biliyor fakat dışardan bakıldığında böyle görülmüyor.
-İtirafçı Muharrem Adıyaman, Baha Okar’ı Kuzey Irak’ta gördüğünü söylüyor.
S. Okar: Savcılıkta itirafçıya Baha'nın 2000 yılında çekilen fotoğrafı gösteriliyor. Baha'ya, bunun üzerinden teşhisin yapıldı, deniliyor. Avukat itiraz dilekçesinde bunun teşhise uygun bir fotoğraf olmadığını, yıllar öncesinden çekilmiş bir fotoğraf olduğunu belirtti. Dosyada gizlilik olduğu için sonradan fark ettik ki Baha'nın o fotoğrafı konmamış, yerine Facebook'tan indirdikleri profil fotoğrafını koymuşlar.
-İtirafçı Adıyaman, ayrıca Baha Okar'ı gece vakti teşhis ediyor ve “kesin” diyor. Diğer yandan kampta eğitim gören Orhan Yılmazkaya için "yabancı gelmedi" diyor.
S. Okar: Ayrıca Semih ile Baha'yı uzaktan, 15-20 kişilik grup içerisinde gördüğünü söylüyor. Bir de o grupla konuşmanın ve görüşmenin yasak olduğunu belirtiyor. Orhan Yılmazkaya'yı da polis ona hatırlatınca hatırlatıyor ki Yılmazkaya’nın gerilla kıyafetiyle çekilmiş fotoğrafları yansıdı basına, onu o kıyafetlerle hemen tanıması gerekiyordu, hatırlatılınca değil. Yani Baha’yı 2000 yılında çekilen ve benim bile bir-iki saniye sonra adapte olabileceğim bir fotoğraftan teşhis ettiği düşünüldüğünde…
O kadar önemseyip baskın yaptılar fakat fiziki takip yapma zahmetine bile girmemişler. Sadece görevi kurtarma adına bir gün takip etmişler. "Bilim ve Gelecek'ten çıktı. Nalbura girdi. Nulburdan çıktı, diğer nalbura girdi. Elinde siyah poşetle nalburdan çıktı. Bilim ve Gelecek’e döndü." Siyah poşeti de öyle bir vurgulamışlar ki karanlık bir poşet ve içinde her şey olabilir! Bizim bildiğimiz tüm nalburcularda siyah poşet verilir. O kadar şüphelendilerse, o nalbura girme zahmetini neden göstermediler. Sormaz mısın, "bu adam sizden ne aldı?" diye.
‘Bu iddianameyi sokaktan geçen kime uyarlasanız boşa düşmez!’
-Tuncay Yılmaz'ın delilleri de şöyle: Fiziki takip sonucu görüldüğü üzere SDP binasına girmesi, Ceylan Önkol'un öldürülmesine ve referanduma karşı eylemlere katılması, Sosyalist Parti üyesi Mahir Sayın'la telefon görüşmesinde geçen "Maydanoz Cafe'deyim. Burası Devrimci Karargâh gibi" sözleri...
G. Akkaya: Devrimci rokalar alınmışlar bizden neden bahsedilmiyor diye.
-Devrimci Karargâh sözü solcular arasında bir espri mi?
G. Akkaya: Ben daha önce böyle bir espri duymadım. Zaten uzun yıllardır feminist hareket içindeyim, sosyalistler nasıl şakalaşır bilmiyorum. Tekel direnişinde herkesin gittiği bir Maydanoz Cafe varmış. Mahir Sayın, muhtemelen 1970’lerin jargonuna göre konuşmuş. O yaşlarda olanlar kullanıyor karargâh kelimesini bildiğim kadarıyla. Eski bir jargon yani. Bu laf nereden çıkmış diye ben de düşündüm. Buna şifreli sohbet demişler. Gazetelerde de çok yer aldı bu diyalog, dalga geçildi.
-Şifreyi çözebildiniz mi?
G. Akkaya: Çözdüm, şifre maydanozda. Devrimci Karargâh olamayacağına göre şifre maydanozda olmalı. Biz bunlara gülüyoruz ama bu ve benzeri iddialardan dolayı 14 aydır cezaevinde yatıyor Tuncay Yılmaz. Bu pervasızlığı ve keyfiliği gösteriyor. Bu iddianameyi sokaktan geçen kime uyarlasanız boşa düşmez! Rastgele herhangi bir eve girin, o evde kitap yok mudur? Sağcı veya solcu dergi yok mudur? Herhangi bir evi bassalar kim bilir neler bulurlar. Bizim evimize geldiler, kitaptan, dergiden başka bir şey bulamadılar. Bunu da iddianameye şöyle yazdılar: Suç unsurları: Çok sayıda sol yayın. Türkiye Cumhuriyeti demokrasi sınırları içinde basılmış, satılmış kitapları herkes okumuyor mu? Yaşasın hukuksuzluk. Kimi almak istiyorlarsa alıyorlar. Eve geldiklerinde bize gösterdikleri kâğıtta şu yazıyordu: Arama, bulma, yakalama. Kimi aradın, buldun, yakaladın? Neredeyse iki haftada bir bu insanlar Taksim Meydanı’nda basın açıklaması düzenliyorlardı. Polisle konuşup açıklama yapıyorlardı. Sen kimi bulup da yakaladın? Yaratılmaya çalışılan bu gizem niye?
-Son duruşmada 8 tutuklu tahliye edildi. Hedef seçilip alındıklarını söylerken tahliyeleri nasıl açıklıyorsunuz?
G. Akkaya: 15 kişilerdi. Bunların 2'si ilk mahkeme gecesi bırakıldılar. 13 kişi içerideydi. Tahliyelerin ardından 5'i içerde kaldı. Bizim arkadaşların yargılandığı Ağustos ayındaki son mahkemede iddianamenin kendisinin akıl almazlığını gördüler. Keşke mahkeme canlı yayında verilseydi. Ha bre gülünen bir mahkemeydi ve söz alan "Ben şimdi kendimi nasıl savunayım, savunulacak bir durum yok. Siz beni Ceylan Önkol eylemine katıldım diye almışsınız" diyor. Şimdi kendini neye göre savunacaksın? Politik savunma yapmak zorundasınız çünkü bu yüzden içeri alınmışsın. Politik duruş dediğim de Türkiye'deki anti demokratik duruma karşı söz söylemek.
Adaletsizlik, haksızlık hala devam ediyor. İddianame önceki mahkemede çürütüldü, delik deşik edildi ve bu nedenle 8 kişi tahliye oldu. Sormazlar mı, 8 kişi tahliye oldu neden diğer 5 kişiyi hala tutuklu diye? Böyle hukuk olur mu? Tutuklulukların derhal son bulmasını diliyoruz.
‘Sesinizi yükseltmeye kalktığınızda sesinize benzeyen bir sürü ses var’
-Sizler bir yılı aşan bu süreci nasıl yaşadınız? Neler kaybettiniz?
S. Okar: 14. aya giriyoruz. Bize hukukun önünün açık olduğu söyleniyor. AİHM'e başvurulabileceği veya dava sonuçlanmadan bizim de dava açabileceğimiz söyleniyor ama bunlar aslında sürecin daha da yayılarak, eziyete dönüşerek devam etmesi demek. Haksız nedenle tutuklanan insanların bir gününü bile orada geçirmemesi gerekiyor. Zor bir süreç çünkü süreci insani duygularla yaşayamıyorsunuz.
-Kendinize izin vermediniz mi?
S. Okar: Böyle bir şey yapamazsın çünkü o sürecin dinamizmi izin vermiyor. Yakınınız içerde ve o, bütün zorluklara karşı direnmeye çalışıyor. Siz de dışarda böyle olmak zorundasınız. Bu hukuksuzluğu ifşa etmek zorundasınız, köşeye çekilerek hallolmuyor. Öyle bir şansımız da yok. Eziyetli bir süreç. Yaşamdan çalınan günler bunlar. Hayatınıza bir şekilde el konuluyor. Bu süreç bir tek bizim tarafımızdan yaşanmıyor. Yığınla tutuklamalar var. Özellikle seçimlerden sonra belliydi. Düzgün bir okuma yapan sıradan bir insan bile bunu anlıyor. Ki artık doğrudan yapıyorlar, "tutuklamalar devam edecek" diyorlar. Bunu söylemek kötü ama yükümüzü hafifleten de bir şeye dönüştü. Sadece bizim başımıza gelmiyor. Sesi yükseltmeye kalktığında senin sesine benzeyen bir sürü ses var. Yani bugünün tablosuna baktığımda yaşadığımız eziyetli hal bu sancılı süreç içerisinde sıradanlaşıyor aslında.
‘F tipi bir tek Tekirdağ’da değil, evimizin de içinde’
G. Akkaya: Benim hayatımda 21 Eylül diye bir milat var. 21 Eylül 2010 öncesi ve sonrası var. Zorluk neymiş gördüm ve bir tür çaresizliği de gördüm. Ben annemi, babamı kaybederken de görmüştüm aynı çaresizliği. Ama burada çok net hissettim çünkü karşınızda çok güçlü bir yer var. Hayatımda takvimler değişti. Silivri Cezaevi'nde Perşembe, Tekirdağ F Tipi Cezaevinde Salı günleri haftamın ilk günü oldu. Cezaevine gittiğinde hem bir an önce çıkmak istiyorsun, hem de orada kalmak istiyorsun.
Tutuklu yakının sorumlulukları çok ağır oluyor. Onun can güvenliğinden, sağlığına, duygusal desteğine kadar her şey senin sırtında oluyor. Böyle olunca evde oturup ağlamaya zamanın olmuyor. Bu çok ağır, çok yoğun bir baskı, psikolojik şiddet. F tipi bir tek Tekirdağ C84 koğuşunda yani Tuncayların koğuşunda değil. Aynı zamanda bizim de evimizin içinde. Buna kendini adapte etme ve ettikten sonraki süreç acıta acıta geçiyor. Kendimin başına gelen üzerinden, birçok insanın acısına tanık oldum. Özellikle cezaevi kapısında, hala devam eden operasyonlarda. Bugün “şu kadar insan gözaltına alındı” dendiğinde sabah 5'te onların da evine gittiler, bundan sonra onlar da benim yaşadıklarımı yaşayacaklar, diye düşünmeden edemiyorum. “Sabah 5'te insanlar alınmış” bir cümle olmuyor bende, yaşanmış bir hikayenin fotoğrafı oluyor ve sürekli kendi sabah 5'ine dönüyorsun. Onların da bundan sonra seninle benzer bir süreci yaşamaya başlayacağını görüyorsun ve bu çok üzüyor insanı. Hiçbir insan bunu hak etmiyor.