Yurdaer Erkoca
İki yıl önce 2013 Haziran'ında gerçekleşen Gezi olaylarının, olan biten, geride bırakılmış bir toplumsal-tarihsel olgu olmadığı, hala kendini başka biçimler, başka kılıklar altında devam ettirdiği 7 Haziran milletvekili seçim sonuçlarıyla daha belirgin bir hale geldi. Bu konudaki en hızlı tespitler AKP'liler tarafından yapıldı. 8 Haziran sabahı çıkan yandaş gazetelerde yer alan değerlendirmelerin birçoğunun ortak paydasını en iyi ifade eden AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner'in ağzından dökülen şu cümleydi. "Gezi'de yapamadıklarını sandıkta yaptılar."
Bu tespitin öz sözlülüğünü, keskinliğini, aforizma estetiğini beğenmemek elde değil. AKP'liler doğru hissettiler, Gezi ruhu, Gezi duyarlılığı denen şey bu kez memleket meydanlarında olmasa da seçim sandığı kuyruklarındaydı. Sadece bu kez farklı bir kılık ve biçim içine girmişti, ama sandıklar açılınca Gezi ruhunun 'foyası' da meydana çıktı.
Üzerine çok yazıldı çizildi ve bir o kadar daha yazılıp çizilecek belki, ama Gezi en kaba haliyle seküler toplum kesimlerinin siyasi İslamın totaliter rejim inşası çabasına duyduğu tepkinin ürünüydü. Ve tabii 12 yılllık AKP iktidarının sosyal, siyasal, ekonomik ve asayiş uygulamalarının mağduru olan tüm toplumsal sınıf ve katmanların isyanı.
Gezi sonrası İslami dozu gittikçe tırmanan rejim inşası ve onun otokratik şefinin gittikçe daha da kibirli bir hal alan söylemleri karşısında bu duyarlılık ve hissedişin yokluğa karışması beklenemezdi.
Gezi'deki ittifak ile sandıktaki ittifak
Gezi'nin konjonktürel siyasi kamplaşmaları, fraksiyonel rekabetleri aşan bir yanı vardı. Gezi'de bir araya gelenlerin ortak paydası AKP karşıtlığı olmakla birlikte, bu isyan etrafında bir araya gelişe, ortak bir siyasi çıkar-beklenti-hedef etrafında oluşmuş geçici bir 'adi' ittifak olarak bakılamaz.
Gezi'de mekansal, bölgesel farklılıklar gösterse de CHP'ye oy vereni de (Gezi sırasında katılımcılar arasında yapılan anketler ana gövdenin bu olduğu gösterdi) HDP'lisi ve hatta MHP'lisi de, oy vermeyen "a politiği" de, AKP'ye karşı bir araya gelebilmişti. Gezi olaylarının simgesel arşivi bir kez daha gözden geçirilirse orda Türk bayraklarıyla, sarı kırmızı yeşil bayrakların yan yana geldiği görülecektir.
Türkiye siyasetinde geleneksel Türk milliyetçiliğinin ima ettiklerinin dışında kalan anlamları işaret eden "ulusalcılığın" yeni yetme ve konjonktürel özellikleri Gezi'de kendini hiç olmadığı kadar belli etti. Ulusalcı gençlerin ellerindeki Türk bayraklarıyla "Onuncu Yıl Marşı"nı bitirip, "Yaşasın halkların kardeşliği" sloganını atarak hem saflarında yeşil, kırmızı, sarı bayraklar taşıyan yaşıttaşlarına hem de Diyarbakır'a selam yollayabilmesi, Haziran seçimlerinde de HDP'ye oy verebileceklerinin haberciydi.
7 Haziran seçimlerinde de, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerin laik yaşam kuşakları ve Ege'nin, Akdeniz'in, yani sahillerin "ulusalcı" nüfusu, İslamcı şefin totaliter planlarını engellemek için Kürtlerin partisi HDP'ye destek verdi. Ve Gezi'de olduğu gibi başardı. (Bu desteğin yüzde oranı hala tartışmalı olmakla birlikte CHP'li tabandan HDP'ye cüzi de olsa bir oy kaydığı kesindir.) 2013 Haziran'ında İslamcı şefin, ülkenin en büyük ve ülke solunun simgesel evreninde özel bir yere sahip olan Taksim Meydanı'na ticari aklının ve patrimonyal kibrinin simgesi olarak dikmeyi amaçladığı AVM engellenmiş, 2015 Haziran'ında da, aynı şefin otokratik özlemlerinin modern kılıfı "başkanlık sistemi" tarihe gömülmüştür.
Politikanın üzerinde yüzdüğü ana kültürel akıntılar
Gezi'de ortaya çıkan politik oluşumlar ile 7 Haziran seçim kuyruklarında kuralan politik ittifakları daha doğru ve derinlemesine anlamlandırmanın yolu bu politik eğilimlerin ve oluşumların üzerinde yüzdüğü, gezdiği ideolojik-kültürel ve tarihsel dip akıntılarına bakmakta fayda var.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ideolojik ana damarı, ulusçu, modernist ve seküler bir cumhuriyetçiliktir. Bu damarın kaynağı 19. yüzyılın ilk yarısına kadar geri gider. Batıcılaşmak, modern ve laik olmak gibi Osmanlıyı hasta yatağından kaldırmak hevesi ve hedefiyle teçhiz olmuş bir sivil-asker bürokrasinin ürünü olan bu ideolojik ve kültürel akım, mantıki sonuçlarına 1920 sonrasında ulaşmıştır. (1800'lü yılların ikinci yarısında hız kazmaya başlayan uluslaşma bilinci Osmanlı içindeki tüm etnisiteleri etkisini almıştı. Ermeniler ve Kürtler de Türkler ile birlikte bu sürecin içinde yoğrulan etnisitelerdi. 20. yüzyılın başında artık etnisite ve dil ulus olmanın temel ölçeklerinden biri haline gelmişti.) (Hobsbawm). Bununla hem eş zamanlı hem de rekabet içindeki bir diğer kültürel ve ideolojik akım İslamcı, gelenekçi ve ümmetçi akım olagelmiştir.
Bu ana damarlar besledikleri kılcal damarlar aracılığı ile birbirleriyle mekansal ve zamansal bir çok geçirgenliğe de sahip olagelmiş, ama ana nitelikleri itibariyle bu iki damar, hem iki ayrı yaşama ritüeline, iki ayrı epistemolojik evrene, iki ayrı simgesel sermayeye (Bourdieu) kan taşımıştır.
Bu damarların aralarındaki rekabetin birbirleri karşısında kazanacağı üstünlükleri en çok etkileyenlerden biri ise içinde dolandıkları iktisadi bedene kazandırdıkları ve o beden ile organik uyumları olmuştur. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin ulusçuluk, laiklik, batıcılık olması Cumhuriyetin gelişim sürecinde diğer damarın işlevsiz kalması anlamına gelmediği gibi, bu diğer damarın bir çok tarihsel sürece blok halinde damga vurmasını engelleyememiştir.(Son on yılda olduğu gibi.)
Söz konusu bu iki dip akıntının temel teşkil ettiği ayrı kültürel varoluşların ve karşıt politik pratiklerin aralarındaki rekabetin, içinde yere aldıkları iktisadi bedeni tehdit etmemesi için belli düzeylerde geçişkenliğe, ilişkiye ve 'alış verişe' sahip olması gerekiyordu. 1980'ler sonrasında küresel sistemin ideolojik ve kültürel hegemonyasının yeni biçimi olan postmodernizmin, farklı kültürleri, inanışları ve pratikleri birbiriyle eklemleme (kitsch ve postjş) becerisi (Harvey) bu konuda Türkiye'ye önemli katkılar sağlamıştır.
1980 askeri darbesi sonrasında Türkiye'nin Özal öncülüğünde küresel ekonomi ile bütünleşmesi, küresel sistemin ideolojik zihni kalıpları ve kültürel pratikleri ile de daha yoğun ilişkilenme anlamına geliyordu. O nedenle dini pratiğinde Nakşi, ideolojik yönelimde Türk-İslamcı, politik ve iktisadi görüşlerinde liberal, "takunyalı" ve bermuda şortlu Özal, dip akıntılar tarafından birbirinden uzak diyarlara çekilmeye çalışılan simgeleri kendi şahsında son derece işlevsel bir şekilde bir araya getirebiliyordu. (Özal'ın şahsında doruğa çıkan bu eklemlenme, becerileri farklı düzeylerle devam etmektedir.)
Konjonktürel politik franksiyonlar ve 'hakikat rejiimleri'
Sözü uzatmadan, Gezi ve 7 Haziran'ın politik aktörlerinin üzerinde yüzdüğü kültürel ve ideolojik akımlara gelirsek çekinmeden şunu söyleyebiliriz. CHP ve HDP (Daha genele anlamda Kürt hareketi) tüm paradoksal inanışlara ve aktüel tüm 'embeded' politik ilkelere karşın cumhuriyetin kurucu ideolojik akıntısı üzerinde yüzen iki politik franksiyondur. Yani bu iki politik aktörün ideolojik evrenlerinin belirleyenleri ulusçuluk ve laikliktir. Epistemolojik dilleri ise modernisttir. Aralarındaki çelişki ve rekabet gibi görünen tutum ve söylemlere rağmen bunlar benzer kültürel-ideolojik varoluşun politik aynadaki simetrileridir.
AKP'nin ana figür olarak ve MHP'nin kararsız politik figür olarak üzerinde yüzdüğü akım ise gelenekçilik, ümmetçilik, cemaatçilik ve İslamcılıktır. (Seçimin hemen sonrasında AKP'lilerin koro halinde MHP ile AKP koalisyonunun daha rahat olacağını belirtmeleri ve bunun nedeni olarak da taban ve kadrolar arasındaki doku uyumundan söz etmeleri bunun bir sonucudur)
Bu iki ideolojik ve kültürel dip akıntısı aynı zamanda iki ayrı "hakikat rejimine" de (Foucault) işaret eder. Bu rejimler içindeki gündelik yaşam alışkanlıkları, dünyayı ve evreni anlamlandırma pratikleri, edebi ve akademik referanslar çoğu zaman geçirimsiz farklılıklar gösterir.
Laik, ulusalcı, toplumcu ve modernist edebiyatın doruklarında Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Atilla İlhan gibi isimler yer alırken, diğer akımın zirvelerinde Ziya Gökalp, Saidi Nursi, Abdülkadir Arvasi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi isimler yer alır. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri iki akımın kültür ve ideoloji militanları duygu dünyalarını edebiyatın iki ayrı zirvesinde yazılmış mısralarla, dizelerle, cümlelerle şekillendirmiş ve birbirine karşı bu referansları kullanma becerileriyle üstünlük sağlamaya çalışmıştır.
Bu tespitin en kararsız figürü MHP gibi görünmektedir. 1980 öncesi soğuk savaş koşullarında anti komünist bir yarı sivil milis gücü olarak biçimlendirilen MHP'nin bir küreği hep İslamcı ve gelenekçi kültürel akıntının içinde, diğer küreği Türkçü ve milliyetçi ideolojik akıntının içinde olmuştur. 70'li yıllarda Çorum, Maraş gibi mezhepçi katliamların baş aktörlerlerinden biri olmasının nedeni budur.
Menşei 20. yüzyılın başına kadar giden Türk-İslam sentezi fikri, 1970'lı yılların başında Aydınlar Ocağı tarafından yeniden ısıtılıp devreye sokulduğunda bu sentezin politik muhatapları olarak ortada MSP, AP ve MHP vardı. Bu üçünden yapılacak politik sentezin adı da, "Tanrı Dağı Kadar Türk, Hıra Dağı Kadar Müslüman" olan Milliyetçi Cephe olacaktı. 12 Eylül darbesi MHP'nin elinden milliyetçiliği de, anti komünistliği de çekip aldı ve MHP yöneticilerini cezaevlerine doldurduğunda MHP kadrolarının zaten Tükçülük ile İslamcılık arasında gezinen kararsız dengesi daha geleneksel ve daha güçlü bir dip akıntısı olan İslamcılığa biraz daha sağlamca tutunarak yeni bir evreye girmiş oldu. MHP'nin daha hızlı ve "radikal" gençlerinin tercih ettiği Büyük Birlik Partisi bu evrenin simgesel oluşumlarından biridir.
Simgesel sermayelerin ortaklığı ve farkları
Toplumların yaşama pratiklerinin içine gömülü simgeler (Bourdeau) izleri takip edildiğinde o toplumun tarihi, inanışları, ahlaki, dini ve politik pratikleri, iktisadi yapısı, hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmamazı sağlar.
Türkiye'deki temel politik kamplaşmaların, ideolojik ve kültürel iki ana dip akıntısının üstünde yüzdüğünü ve CHP ile HDP'nin politik ve kültürel arka planının cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan uluşculuk, cumhuriyetçilik ve laiklik tarafından belirlendiğini, AKP ve MHP'nin de bir diğer akıntı olan ümmetçilik, cemaatçilik ve İslamcılık üzerinde yüzmekte olduğunu belirtmiştim. (Bunun MHP'nin diğer akıntı ile ilişkisizliği anlamına gelmediğini bir kez daha vurgulamakta fayda var.)
Giyim kuşamdan, sloganlara, sloganlardan selamlaşma ve toplanma pratiklerine, reis ve abicilik kültünden, kadınların politik pratik içindeki yerlerine, örgütsel rutinlerden şiddet 'estetiklerine' kadar uzanan bir alanın simgelerine kısaca bir göz atmak bile söz konusu politik figürler arasındaki benzenlikleri ve farklılıkları görmemize yardım edecektir.
Politik gösterilerin en popüler simgesel sloganı "Ya Allah Bismillah Allahuekber" MHP ve AKP tabanının ortak sloganıdır. İki örgütün tabanı da yanak yanağa öpüşerek selamlaşmaz bunun yerine kafalarını birbirlerine değdirmeyi tercih ederler. (Bu beden ve cinsellik ile ilgili ortak zihni tasarrufun ürünüdür.) İki politik geleneğin pratiğinde de 'reislik' makamı liderlik kültünün ait bir mevkiye işaret eder. İki yerde de hiyerarşik silsile önemlidir ve 'abicilik' politik pratiğin inşaasında önemi bir kaldıraçtır. İki pratik de "kadınlı erkekli" müzik etkinliklerinin yeri zayıftır. İki politik gelenekte de kadınların yeri ikincildir ve sembolik politik portre arşivlerinde tek bir kadın figürü yoktur.
Daha da genişleteceğimiz bu simgesel evren AKP ve MHP'nin kültürel ve ideolojik yaşama habitus'unu ((Bourdieu) gösterir. (Bu simgelerin aynı zamanda kent kültürü karşısındaki geleneksel kültürün simgeleri olması gelenekçilik ile modernliğin sosyolojik zeminine işaret eder.)
Kadının politik pratikler içindeki mevkiinin yüksekliğinin politik rekabette bir üstünlük simgesi olarak görülmesi, politik gösterilerin ikonografik simgesi "Zafer işareti", ulus olmanın ve uluslaşma pratiklerinin simgesi bayrağa verilen önem, ortakça paylaşılan slogan stoğu, semah, halay gibi "kadınlı erkekli" ortak folklorik ritüellerin politik pratik içindeki yeri ve simgeleşmiş politik kadınlar, 'yurtsever' kavramının bu evrenin önemli politik sıfatlarından biri olması ve buna ekleyeceğimiz diğerleri de CHP ve HDP'nin üzerinde yüzdüğü modernist ve laik dip akıntısının simgesel varlıklarıdır. Bu varlıklar içindeki en önemli akraba nokta, politik pratikler içindeki kadının yeri ve rolüdür. Bu aynı zamanda başka bir yaşama kültürüne yordamına işaret eder.
Türkiye'deki aktüel politik kamplaşmalarını daha iyi kavramak ve rekabet içindeki politik franksiyonların değişik konjonktürlerde alabileceği davranışları kestirebilmek için bu politik örgütlerin üzerlerinde yüzdükleri ve bu yazının sınırlı hacmi içinde kısaca göz atmaya çalıştığımız kültürel ve ideolojik akıntılara bakmamızı gerektirir.
Hem Gezi'de meydanlarda tabandan kurulan politik 'ittifakların", hem 7 Haziran seçim sandığında oluşan iş birliklerinin, hem de şimdilerde süren koalisyon arayışların yönlendirici etkilerinden birisi de söz konusu politik örgütlerin üzerlerinde yüzdükleri ideolojik, kültürel dip akıntılarıdır. Bu akıntılar, içindeki yüzdükleri öznelerle farklı bir dil ile ilişki kurarlar. Kimi zaman o dile kulak kabartmak ve onu anlamaya çalışmak büyük önem taşıyabilir.
Buna bir örnek vermek gerekirse, politik düzeyin simgelerinden olan vatan ve bayrak, milliyetçiliğin, ırkçılığın, faşizmin, baskı ve şiddetin ileteni olabileceği gibi, yurttaşlık bilincinin, cumhuriyetin modern kazanımlarının, ümmetçi ve İslamcı bir baskılanmanın tepkisel ileteni de olabilir. Nitekim hem CHP'nin hem HDP'nin yükselişine selam durdukları İspanya Podemos hareketinin düşünce liderlerinden Juan Carlos Monedero'nun vatan ve yurtseverlik kavramları için söylediği şu sözler manidardır. "Bizim için vatan, Garcia Lorca'nın vatanı, yaşayan, çalışan insanların, halkın vatanıdır. Vatanı uzun zaman sağcılara bıraktık. Bunun sonucunda "vatan" yalnız nefret söylemlerinin aracı yapıldı. (...) Vatan yurttaşlar toplamını siyasi kaderin ortağı yapar."
İspanya'da politik oluşumların üzerinde yüzdüğü kültürel ve ideolojik dip akıntıların ne olduğu üzerine bir şey diyemem, ama Türkiye'dekileri daha iyi anlamak için, aslında içine doğduğumuz gündelik yaşam pratiklerimiz içinde adını koymadan, kavramsallaştırmadan "bilincinde" olduğumuz söz konusu o dip akıntıların sesine kulak vermekte fayda var. Gezi'de yığınlar o sesin çağrıları uyarınca davranarak politik pencere(ler)den o güne kadar öngörülmeyen bir şeyi başardılar. Haziran seçimlerinde olan da benzer bir şeydi. Ve başta koalisyon arayışları olmak üzere önümüzdeki çeşitli konjonktürlerde de bu dip akıntıların yönlendirici etkisine şahit olmaya devam edeceğiz.