Gündem

Gezi Parkı: Öylesine sensin ki!

'Gezi Parkı'nı tam da kendisi olduğu için sevdim, sahici olduğu için'

20 Haziran 2013 22:40

Nilüfer Kuyaş

 

Gezi Parkı eylemleri maşeri görüntülerle sona ereli beri, önümde Cemal Süreya’nın “Park” adlı şiiri duruyor. Sevda Sözleri adıyla bütün şiirlerinin toplandığı kitabın şimdi o sayfası sürekli açık, iddiasız o dört duru dize duruyor karşımda.

Öyle sevdim ki seni

Öylesine sensin ki!

Kuşlar gibi cıvıldar

Tattırdığın acılar.

 

Şairin büyüklüğü nasıl zamanın ötesine ulaşıyorsa, bu dizeler ansızın yüreğimi yakalıyor, yaşadıklarıma tercüman oluyor. O üç hafta boyunca hissettiğim her şey damıtılmış gibi billurlaşıyor. Gezi Parkı eyleminin yarattığı mekan ve zaman duygusu, o deneyimin özü zihnimde şekilleniyor.

Gezi Parkı’nı tam da kendisi olduğu için sevdim, sahici olduğu için.

Polis işin dışında kalsaydı çatışma yerine sadece iyilik akacaktı, iyilik girecekti hayatımıza bu açılımdan. Gene iyilik girdi tabii, ama yaralı bir iyilik.

Bu iş  çevreyle, iki ağaçla sınırlı değil, diyoruz, adeta küçümseyerek – ne kast ediyoruz bununla? Ne geliyor aklımıza çevre denilince? Ağaç, orman, temiz hava, temiz su, eşsiz dağ manzaraları…Asıl o zaman romantik bir doğa resmi beliriyor zihnimizde. Öyle bir doğa yok artık. Yapay ışığın değmediği, gürültünün girmediği, zehirin akmadığı, yıkımın ve kesimin yaralamadığı, paranın ve ticaretin kuşatmadığı, öyle bir “yer” yok artık dünyada, biz insanlar bırakmadık.

Gene de, bazen, doğanın da yardımıyla ve insanın saf dehasıyla, kocaman bir şehrin tam merkezinde, bir başka “yer” kendiliğinden doğabiliyor. Her zaman varolmayan bir mekan duygusu.

Tıpkı kar yağınca  zamanın farklı akması, olağan işlerin ve koşulların kısa bir süre geçerli olmadığı, hepimizin kar topu oynadığı, kızak kaydığı, çocukluğumuzdaki o özgürlük ve şölen zamanları gibi. Sihirli bir baloncuğun içindeyizdir sanki.

Daha ilk günkü saldırıya rağmen o baloncuk, o sihirli mekan gene de kısa bir süre için var oldu, yaşadı Gezi Parkı’nda. Onun içinden geçmek, onun içinde oturmak, olağanüstü bir deneyimdi. Cemal Süreya’nın söylediği gibi kendisiydi, sahiciydi, sevgiden başka bir şeye yer yoktu orada. Bugüne kadar hiç görmediğimiz, bilmediğimiz  bir kamusal alan yaratıldı orada. İçinden siyasi sloganlar ve talepler yükselse bile, aslında o alan politik de değildi. Tamamen duygulara ve hayal gücüne aitti. Sanatın ve en geniş anlamda yaratıcılığın tüm iyileştirici gücü kaplamıştı alanı.

Sanki o nedenle ağaçlar da çoğalmıştı. Gölge derinleşmişti, ışık güçlenmişti. Doluluk boşlukları tanımlıyordu, minicik boşluklar da doluluğa anlam veriyordu.

Başkalarına ait olan zamanda geçici olduğunu bildiğimiz, ama bize ait olan duygusal boyutta son derece gerçek, o anlamda zamanın  dışında kalan, rüya gibi bir alanda gerçek demokrasi ruhu oyun oynamaya çıkmıştı.

Birden fark ettim, iktidardakilerin, muhalefettekilerin, siyasetçilerin bunu anlaması imkansız, çoğunun bunu kavramaları beklenemez. Acıdım onlara, kızmaktan çok, hayatlarında hiçbir büyü kalmamış, şiir okudukları zaman bile kül dökülüyor ağızlarından. Kamusal alanı doldurmak yerine  paylaşmak – onlar bunu hiç yaşamadı. Demokratik alanı hayal gücüyle açmak, yaratmak- bunu bilmiyorlar, çünkü orada değildiler, oraya gelmediler, oturmadılar.

Şimdi “duran adam” adı verilen eylem de bunun bir uzantısı. Meydan veya park verilmiyorsa, kendi bedeniyle yaratıyor demokratik alanı; bedenini kamusal alana çeviriyor, bir yeni mekan, yeni “yer” açıyor duruşuyla. Konuşmak yasaklanınca yazmak gibi, yazmak da yasaklanınca işaretleşmek gibi. İfade imkanlarının sonsuzluğu baş döndürüyor. Beni bedenime kadar kısıtlayabilir, bir hücreye indirgeyebilir, gazla zehirleyebilir, hapsedebilirsin, ama ruhumda, zihnimde, gönlümde açtığım yere yapabileceğin hiçbir müdahale yok.

Bu böyle zincirleme gidecek bence. Yaratıcılık kendini sürekli doğuracak, çoğaltacak, bir kere yol açılınca, bir nehir yatağı buldukça akacak. Romantizm değil bu, gerçeğin ta kendisi. Çünkü Gezi Parkı’nda sadece düşünmek değil, asıl  hissetmek önemliydi.

Biz galiba demokrasiyi ilk defa orada tattık. O tadı unutamayacağız. O tadı arayacağız hep, o tadı yeniden üretmeye, yaymaya çabalayacağız. Belki de bir mucizeydi Gezi Parkı, çünkü öyle kendisiydi ki.

O yeni mekanda alışılmış kurallar geçerli değildi. Gene Cemal Süreya’nın deyişiyle:

“Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde/ Sen çıkardın utancını duvara astın/ Ben masanın üstüne koydum kuralları/ Her şey işte böyle oldu önce.”

O yerde alışılmış dinci, cinsiyetçi, sınıfçı, kültürcü önyargılar askıya alınmıştı. Kamusal alandı, ama şaşırtıcı şekilde mahremdi, yakındı, sahiden birlikteydik. Bildiğimiz başka hiçbir kamusal alana benzemiyordu, çünkü özgürdü, denetimsizdi. Polis girmese öyle de kalacaktı. Orada otururken ben yıllardır özlediğim duyguyu, bir yere, ya da bir şeye ait olma duygusunu ilk defa yaşadım. Nereye, kime aittim? Kendime ve şehrime aittim. Başka herkese aittim.

O zaman anladım, biz genel olarak doğaya ne yapıyorsak, şehirlere de onu yapıyoruz. İçinde bir an tek başına olacağın, ama başka insanlarla birlikteliği de tattığın, sessiz duracağın, nefes alacağın, hayal kuracağın, kitap okuyacağın, aşık olacağın bir yer yok artık, kalmadı. İşte bunun için oradaydı insanlar, bunun için kendisiydi Gezi Parkı, bunun için hayatı savunuyordu orada herkes.

Oradan isteyen herkes geçebiliyordu, orada isteyen herkes oturabiliyordu, el ele tutuşabiliyordu, gürültüden uzakta gerçekten sohbet edebiliyordu. Yıllar sonra kadınlar ve erkekler geriye bakacaklar ve evet, 2013 Haziranında, Gezi Parkı’nda aşık olmuştuk diyecekler. Seyyar satıcılar her tarafı doldursa bile, ticaret de kuşatamadı Gezi Parkı’nı o üç hafta boyunca, para yoktu, ikram ve paylaşma vardı. Ama zenginin yoksula, buyurganın garibana sadaka vermesi gibi değil, gerçek sevgiydi paylaşılan. Biz demokrasiyi ilk defa orada gördük. Kendi gözlerimizle gördük bir kere, artık geri dönemeyiz. Nehirler özelleştirilse de, ormanlar satılsa da, Taksim açıkhava AVM’si de olsa, soluduğumuz havaya fiyat biçseler bile dönemeyiz geriye.

Orada mekan ilk defa demokratikleşti, kamusal alan ilk defa özgür oldu. Ve şu soruyu sorduk kendimize: Madem dünyayı ve hayatı böyle dönüştürebiliyoruz, madem bu gücümüz var, biz neden görüş alanımızın daraltılmasına izin vermişiz? Neden mutlu olabileceğimiz mekanların yağmalanmasına izin vermişiz? Doğa gibi kentlerin de yaşanmaz kılınmasına neden göz yummuşuz? Bir daha asla. İşte budur “çevre” ve “bir iki ağaç”.

Zenginlerden başka kimse sessizliğe, huzura, dinginliğe ulaşamayacak mı? Muktedirlerden başka kimse ufuk göremeyecek mi? Anlamlı mekan duygusu, mekan ruhu dediğimiz şey sadece bir lüks, ya da düş olarak mı kalacak?

En temel hak değil midir, ışığın, yaprağın, suyun kımıldadığı bir yeri olmak? Sadece parayla mı alınacak huzur? Hayır. Dünyanın kirlenmesine, sadece zehirle değil, parayla, buyurganlıkla, gürültüyle kirlenmesine bir başka bakış daha var: Spontan, kendiliğinden, mizahla, sevgiyle ve sahici. İstanbul bunu anladı artık. Türkiye anladı. Kadir Topbaş, artık her proje halka gösterilecek, diyor. Göstermek yeterli değil, sormak, danışmak, konuşmak gerek. O nedenle bir yandan “duran insanlar” durmaya devam ederken, Gezi Parkı dayanışması sivil toplum tabanında örgütlenecek. Forumlar yapılacak.  Bundan böyle oturduğunuz semte kim duvar çeker ya da kazma vurursa, bu nedir, kim bana sordu diyeceksiniz. Belki semtinizin minicik parkı, Cemal Süreya’nın söylediği o sevilesi, kendisi olan park olacak. Size çok acılar tattıracak belki. Gezi Parkı’nda ve sonrasında çok acılar yaşadık. Ama onları kuş cıvıltısına döndürmek bizim elimizde.

Kentin her karışı için referandum yapmaya kalkarsak, içinden çıkamayız. Hükümet Taksim’den, İstanbul’dan  elini çekmeli, Gezi Parkı kendisi olarak kalmalıdır.

Son bir şey daha: Bizimki gibi ülkelerde yaya olmak, ikinci sınıf vatandaş olmaktır. Yayalar hiçe sayılır, onları neredeyse ezip geçmeye bakar araçtakiler. Bu ülkede araç sahibi değilsen, araç direksiyonu tutmuyorsan, çarpışan otomobiller misali trafikte ölümü kollamıyorsan, adam sayılmazsın. Araç iktidardır, yaya olmak hiç olmaktır. Ülkenin en zengin, en güçlü insanı da olsan, yaya konumundaysan, bir hiç olursun. O yüzden, Taksim meydanının “yayalaştırma” projesi beni güldürüyor. Orası yayalaşacak, ama bizde yaya hala ikinci sınıf olacak, şüpheniz olmasın.

Taksim eylemlerinde klasik sandık demokrasisi argo tabirle yaya kaldı. Şehrin asıl sahipleri ise, gayet yayan bir şekilde, gerçek demokrasiyi ilk defa tattılar.     

Gezi Parkı o yüzden sevildi, kendisiydi, tattırdığı acılar kuş cıvıltısına dönüşmeyi bekliyor.