Biray Kolluoğlu
Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Gezi direnişinin başlamasının üzerinden tam bir ay geçti. 28 Mayıs’ta bir avuç insanın üç beş ağaç için başlattıkları direniş milyonları içine alıp, türlü çeşit biçime girerek bir yandan da talep ve eleştiri yelpazesini genişleterek büyümeye devam ediyor.
Bir şehirde bir parkı korumak için yapılan protestonun boyutlarını misliyle aşan bir şiddet, hınç ve tahammülsüzlükle karşılanması hiç beklenmedik bir toplumsal patlamaya yol açtı. Herkes şaşırdı. Hükümet de şaşkındı, muhalefet partisi mensupları da, sokaklara çıkanlar da, olup biteni seyredenler de.
31 Mayıs akşamı gençler, orta yaşlılar, kadınlar, erkekler, işçiler, orta sınıflar, o sabah Gezi Parkı’na yapılan acımasız müdahalede kendi kaybettikleri şehirlerini, şehirliliklerini, yok olan kamusal alanlarını, lüks otellere dönüşen ve artık giremedikleri iskelelerini, çay bahçelerini, üstünde türlü spekülasyonun yapıldığı garlarını, kentsel dönüşümün ezdiği mahallelerini hatırlayarak sokaklara çıktılar. Başından beri sadece “Gezi” için oradaydılar; çünkü “Gezi” hiçbir zaman sadece Gezi olmamıştı onlar için. “Gezi” şehre dair hak demekti, neo-liberal kapitalizmin saldırış altında eriyen haklara sahip çıkmak demekti.
Sokakların yabancısıydı bu gruplar. Birbirlerinin de yabancısıydı. Kalabalık olmaları kendilerini korur diye düşündüler. 30 ve 31 Mayıs sabahlarında az oldukları için, başkalarıyla yan yana gelemedikleri için şehirlerini, kamusal alanlarını, mahallelerini koruyamadıklarını düşünüyorlardı. Kalabalık olurlarsa birbirlerini koruyabileceklerine inandılar.
Kalabalıkları onları sadece bir süre korudu. Aksine onlar toplandıkça devlet şiddetini arttırdı. Böyle olunca sokakların, birbirlerinin, doğrudan devlet şiddetinin yabancısı bu grupların eve dönmeleri beklenirdi. Ama dönmediler. Bir aydır sokaktalar.
Aradan bir ay geçtikten sonra 27 Haziran akşamı Abbasağa Parkı’nda toplananlar artık parkların yabancısı hiç değiller. Birbirlerini hâlâ çok iyi tanımamakla beraber, birbirlerini nasıl tanıyabileceklerini, bu tanışma, beraber olma süreci nasıl devam ettirebileceklerini bilmeye, bunu bulmaya çok açıklar.
Bu grup artık sokağın da yabancısı değil. Sokağın sahibi olarak güvenle, neşeyle yürüyorlar. Evler de balkonlarından, pencerelerinden sokağa açılıyor. Evdekiler de sokağı sahipleniyor. Yollardaki taşıtlar da pencerelerinden sokağa açılıyor. Arabadakiler, kamyon ve otobüslerdekiler de sokağı sahipleniyor.
Parklarda oturanlar, yürüyenler ve meydanlarda toplananlar yaşadıkları tüm şiddete, yaralarına ve kayıplarına rağmen çok mutlular. Sloganları atarken hınç ve öfke değil onları bağırtan. Aksine neşeyle bağırıyorlar.
Birbirleriyle olmaktan ve sokakta bulunmaktan mutlular. Görsel ve yazılı basının neredeyse topyekûn sansürüne ve hükümetin onları hiç duymuyormuş gibi davranmasına rağmen birilerine seslerini duyurduklarını biliyorlar. Şimdiye kadar, gittikçe daha da içe kapanmış hayatlarında kendi köşelerindeyken, artık sokaktalar ve kendilerine benzemeyen insanların yanındalar. Giderek de heterojenleşiyor grup. Daha yaşlılar da sokakta, çocuklarda geliyor. Solcular da, futbolcular da. Şık giyimli bakımlı genç kadın ve erkekler, alternatif hayatlar yaşamayı şiar edinmiş genç kadın ve erkekler de sokakta...
Üstelik de korkmuyorlar. Onlar yürürken yanlarından geçen TOMA’ya alkış tutuyorlar, önlerindeki çevik kuvvet araçlarını, polislerin barikatını görünce oradan hemen uzaklaşmıyorlar. Sözlerini söylüyor, çoğu zaman komik, mizah dolu sloganlarını atıyorlar ondan sonra dönüyorlar. Ama dağılmıyorlar. Yarına, öbür güne verilmiş sözleri var sokakta buluşmak üzere.
Şehirlerine, kamusal alanlarına, ortaklıklarına sahip çıkıyorlar. Liberal kapitalizmin saldırganlıklarına karşı çıkıyorlar. Siyaset yapıyorlar. Muhalif siyaset yapıyorlar. Siyaset yapmaktan korkmuyorlar. Muktedirler de en çok bundan korkuyor.