Hazal Halavut
5harfliler.com
Mayıs bu sene sıcak, amansız güneş, sokaklarda ve iş yerlerinde daha ağırkanlı salınımlar, belki birkaç boy deniz, havadar akşamların şıkırtılı kalabalıkları, gün içinde terli koşturmalar, bir yerden bir yere gidişin, varışın ve dönüşün hülyalı hesaplamalarıyla gelen yaz vaktini müjdelemedi yalnızca; giderayak vaktin askıya alındığı bir gecenin ihtimalini fısıldadı kulaklarımıza. Bir dolu mümkünün kıyısında bir Haziran çaldı kapımızı. Evdeydik, bekliyorduk, koştuk açtık kapıyı.
Şimdi kulağımız kapıda onca mevsim beklemişliğimizin üzerinden atlayıp çağrılmayan Haziran muamelesi yapıyorlar bu eşikte durana, çağrılmadan gelmiş bir Haziran’ı yorumlamaya çalışıyorlar. Sabah akşam, gün be gün, televizyonlarda ve gazetelerde ve internet sayfalarında, sayfalarca, boy boy analizler yapıyorlar. Gezi’ye, AKP’ye, halk isyanına, direnişin ”bel kemiği” olan “kitleye”, polis devletine, “kim bu 90’lılar?”’a, medyanın sosyaline, yandaşına, kaliteli kumaşa bayrak satanına, “çözüm süreci nasıl etkilenir?”e, kamusal alana, kentsel dönüşüme, ranta, örgütlenme ne menem bir şeye, yaşam tarzına ve daha başka bir sürü meseleye ayrı ayrı analizler ölçüp biçiyor, yakıştırıp giydiriyorlar. Sosyologları, psikologları, siyaset bilimcileri ve üstatları, tekmil akademisyenleri ile köşeli yazarları, komplosever teorisyenleri, her bir işin en uzmanları, uzman koltuklarından kalkmadan, uzman ses tonları hiç çatallanmadan, tane tane analiz ediyorlar gürül gürül yaşadığımız şu Haziranı.
Elbette çok konuşulacak, tartışılacak, yıllarca sürecek Haziranın hesabı. Sürsün de zaten. Sürsün ki kendini tekrarlaya tekrarlaya eritmiş, eprimiş bir toplumbilimin eline mahkûm kalmayalım daha fazla. Ama işte böylesi insana dokunuyor. Yalnızca uzmanlığın uzmanı olan adam ve kadınların bir aydır her anını ayrı hayret ve hararetle yaşadığımız şeyi üç kendinden emin cümleyle devlete tercüme etme çabaları; fosforlu kedigözlerini yalnızca devlete konuşmak, ona akıl ve öğüt vermek, onun danışmanı, iktidar koçu olmak için kullanmaları başka türlü bir öfke uyandırıyor. İktidarın ister yanında yöresinde, ister tam karşısında saf tutmuş olsun, sokaklara, meydanlara ve parklara (gözlem yapmak dışında bir sebeple) hiç çıkmadan sokaklarda, meydanlarda ve parklarda neler olduğunu açıklamaya girişen “aydınlanmışların” o “nesnel”, mesafeli, pek uzman dille devlete asla tercüme edemeyecekleri şeyler var oysa. Bir aydır nasıl bir vakitsizliğin eşiğinde durduğumuzu, temize çektiklerimizi ve karaladıklarımızı, tadını aldıklarımızın tadını almadan mümkün olur mu yorumlamaları?
Ama biz de düşüyoruz aynı tuzağa zaman zaman. “Analiz etmelere doyamadınız” derken onlara, kendi analizimize oturduğumuz her seferde ilk elden çıkardıklarımız hisler oluyor. Şiddeti, zulmü bir yana, devlet ha bire dilimize dolanıyor, sözümüzü bulandırıyor. Akılla ve yalnız kendi aklıyla konuşmaya zorluyor bizi. Büyük büyük, devletli laflar dökülüyor ağzımızdan. Parti kurmalar, seçimler, sandıklar, a-ka-pe’ler, ce-ha-pe’ler sızıyor forumlara; devletin vatandaşları olarak konuşmaya başladığımız anda muhabbetin zemini kayıyor ayaklarımızdan altından.
Oysa şu yaşadığımız Haziran yalnız tadını alana, derisinde duyana, temas edene kendini açan bir güzel bilgi şimdi. Adını koymaya hiç gerek yok ama onu hissederek öğrendiğimizi unutmaya gelmez. Bu yüzden -kimseyi kapsamaz, asla temsil etmez, bağlamaz da belki ama- şu son bir ayı sarıp sarmalayan bir histen, kendi hissimden bahsetmek istiyorum yalnızca.
“Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak”
Direnişin ilk gününden beri aklımda dönüp duruyor bu Turgut Uyar şiiri. Adını koyamadığım bir dolu hissi, sezgiyi kendinde topluyor ve adını koymaya neden gerek olmadığını anlatıyor sanki. Mesela “korku eşiği aşıldı” dedikleri var ya hani, “kitleler biber gazına rağmen neden dağıtılamıyor?”a cevap verirken; 31 Mayıs gecesi Harbiye’de ilk kez o kadar kalabalık acı sis bulutunun üzerine yürür, iki adım geri çekilir, sonra daha kalabalık ileri yürürken “Geyikli Gece”nin açılış dizeleri yazılıyordu benim için: “Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar/ Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı./Ama geyikli geceyi bulmadan önce/ Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.”
Turgut Uyar’ın “biz”i gibi, muallâk bir “biz”dik biz de ve doğrusu gaz kadar polis kadar tedirgin ediciydi “biz”in muallâklığı. “Faşizme karşı omuz omuza” diye avaz avaz bağırırken, o anda omuz omuza durduğun kişinin yarın sana adına vatan sevgisi, adına namus diyeceği başka bir faşizmle dönebileceği, dönmüşlüğü olduğu ve bu kez onun faşizmine karşı omuz omuza duracak birilerini, başka bir “biz”i bulman gerekeceği aşikârdı. Aşikârdı aşikâr olmasına ama yine de orada o anda o gaz bulutunun içinde o kalabalık “biz”di işte. O kadar çok olduğumuz için orada olabiliyor, kalabiliyor, dağılmıyor, iki adım geriledikten sonra daha kalabalık Gezi’ye yönelebiliyorduk. Her yerden insanların sokakta olduğu, yürüyerek köprüyü geçtikleri haberleri geldikçe bir gün öncesine, hatta o gecenin gündüzüne, mesela mesai saatine dair her şey daha da “naylondan” olmaya başlıyordu. “Kitle korku eşiğini aştı” mı bilmem ama o gece ve sonrasında Gezi “bizimken”, bir eşikte olmanın, bir ihtimalin benzersiz tadını aldığım için evlere binalara giremez, sığamaz oldum ben mesela. Hem öyle sonraki birkaç gün yazıp çizdikleri gibi “devrim yaptığımızı sandığımız” için filan değil. “Bu bir halk direnişi/isyanı” diye adını koyunca daha mühim bir iş olduğu için de değil. Bir “yitirilmişe” kavuşma hissi yüzünden en çok.
Uzmanlara göre “kitlenin kalbini, bel kemiğini, merkezini, çekirdeğini oluşturan 90’lı kuşak” nasıl yaşadı bütün bu zamanı bilmiyorum. Ama benim sözünü etmeye çalıştığım daha 80’li bir his sanırım; bir yenilgiye, devlet grisine doğmuş olmanın, kasvetli ve ağır bir sessizliği omuzlarında taşıyan, omuzlarındaki yükle çökmüş yetişkinlerin arasına doğmuş olmanın hissi. Darbeden birkaç yıl sonra (ya da belki darbeye) doğmuş olmak tuhaf bir uğursuzluğu beraberinde getirmişsin gibi suçlulukla büyümek demekti sanki. Havaya sinen o gri kasvet, sen doğmadan az evvele dair tüm hikâyeler yeşile çalarken ve etraflarında dolaştığın ciddiyetle ve dikdörtgen gözlükleriyle akşam haberlerini bekleyen yetişkinlerin neşeli kahkahaları yalnız o geçmişi yad etme anlarında duyulurken, daha bir büyüyor, griyi bir renk olmaktan çıkarıyordu. Tamam, biz de yetişkiniz artık ve nedenlerini nasıllarını anlıyor, hak veriyoruz şimdi, ama dürüst olalım, az çektirmediler bize. İçli içli, üstüne bastıra bastıra söylenen şarkılarda mesela iliklerimize kadar işledi: onlar büyümüştü ve kirlenmişti dünya. Biz ıskalamıştık temizini, güzelini, yeşilini. Hiç tatmadığımız bir şeye özlem duyarak büyümenin; hiç sahip olmadığımız bir şeyden mahrum bırakılmışız gibi tuhaf bir sitemle, küskünlükle yetişmenin kolay bir tarafı yoktu. Üstelik gençliklerini neşeyle, bir ihtimalin/eşiğin kıyısında durmuş olmanın coşkusuyla, bir “biz”in parçası olmanın gururuyla yad eden anne babaların, bolca amca ve teyzelerin bizimle ve sanki bizim yüzümüzden büyümüş, genç olmaktan çıkmış, ihtimalleri ve “biz”i yitirip yalnızlaşmış olmaları bizimle o geçmiş arasına aşılmaz bir sınır çiziyordu. Sonraları, 90’ların çoğunu yaşamışken ve aklımız artık ererken “Özal gençliği” lafıyla tescillendi o sınır. Evet, ilk tanıdığımız siyasetçi Özal’dı, üstümüze alınmasa mıydık?
Fosforlu kedigözleri elbette fark edecek, belirleyecek, sabitleyecektir bu sözünü ettiğim 80’li hissin nasıl bir toplumsal kategoriye denk düştüğünü. Yenilgi ve Yeni Türkü siyasal; dikdörtgen gözlükler sınıfsal; 80 sonrası biz’i yitirip yalnızlaşma etnik yapıyı ortaya koyan veriler olacak, bu verilerin toplumun yalnızca bilmemkaçta bilmemkaçlık bir kesimi için geçerli olabileceğine işaret edecektir. Ben de tam onu diyorum işte. Bilmemkaçsa bilmemkaç. Ama benim kendimi parçası saydığım bu “biz” belli bir hisle sokaktaydı ve kendine has özlemleri, arayışları ve garezleriyle başka “biz”lerle bir araya gelmeye, onlarla yeni bir “biz” oluşturmaya hazırdı bir ihtimali aralamak için. Çünkü Gezi’de bir kez deneyimlendi, çok olunca, çok ama çok kişi olunca bir kapının daracık da olsa geyikli gecenin belli belirsiz kendini gösterebileceği kadar aralanabileceği.
Kulağa fazla romantik geliyor biliyorum. Adını koymak, her ne ise şu son bir ayda deneyimlenen ona sosyolojik, siyasal, tarihsel bir ad vermek daha ciddi ve mühim bir mesele yapıyor onu, bunu da biliyorum. Ama ben kendi adıma bir kategorinin parçası olmak için, tarihi bir sorumluluğu yerine getirmek için “ciddiyetle” çıkmadım sokaklara. Turgut Uyar’ın 50’li yılların sonunda ne olduğu belirsiz, yakalanması, tümüyle ele geçirilmesi imkansız, hatta ütopik ama yine de peşinden gidilen, ihtimalin farkına varanların peşine düşebildikleri bir şiir mümkünü olarak müjdelediği geyikli geceyi, “biz”den evvele dair bir özlem olmaktan çıkarıp ilk kez bugünde bir ihtimal olarak tattığım için, tadına ilk kez gerçekten vardığım için sığamaz oldum yapılara, yapılarına. Demem o ki kulağa varsın romantik gelsin ama bu tat politiktir; “kitlenin o bilmemkaçta bilmemkaçlık bir kesimi için” politik olanın ilk kez devletli olmadığı bir mümkündür hem de.
Şiirin sonunda uzanıp kendi yanaklarından öpen Turgut Uyar’ı ve “Geyikli Gece”yi, biz doğmadan evvelle aramıza çizilen kalın sınırı ihlal etmiş, hiçbir zaman gerçek özneleri olamadığımız bir mağduriyetin nostaljisinde barınmayı reddetmiş ve tekilliği öyle bir “çok”un içinde deneyimlemiş olarak ilk kez gerçekten anlıyoruz belki de. “Biz”; doğduğu günden bu yana devlete ve devletliliğe garez biriktirerek büyüyüp yetişmiş, şimdilerde garezlerini ortaklaştırmayı öğrenen onlarca farklı “biz”den yalnızca bir tanesiyiz. Adını koymaya hiç gerek yok, ama hissederek öğrendiğimizi unutmamalı. Şu aşağıdaki resmi görünce sızlayan yerimizi asla teşhis edemez, şimdilerde o sızıyla daha bir ferah gülümsüyor olmamızın hissini devlet aklına asla tercüme edemezler.