Gençay Gürsoy*
Sevgili Arkadaşlar,
“İçeriye mektup” yazmak için ne zamandır sıra bekliyordum. Öncelik kuşkusuz gazeteci dostlarınızdaydı. Ayıptır söylemesi, toplasam bugüne kadar iki üç kitaba yetecek yazı yazmış olmama dayanarak, ben de sizden sayılırım ayağına tam klavyenin başına oturacakken Gülseren Onanç’ın mektubunu görünce rahatladım. Bu sefer de kendi kendime, bu yaşa gelmişsin hâlâ doğru dürüst bir cezaevi tecrübesi edinememişsin, yazıp da öğüt mü vereceksin içerdeki dostlarına, diye eksiklendim.
Şaka bir yana, memlekette uğramadık cezaevi bırakmamış Aydın Engin’in ballandıra ballandıra anlattığı mapushane anılarını dinlerken, arada benim de yatasım gelirdi ama itiraf edeyim ki, anında içimden, aman o tecrübe de eksik kalsın derdim. Kendim yatmadım ama insanın can yoldaşının, sevdiğinin mapusaneye düşmesinin ne demek olduğunu az çok bilirim. Bu yüzden ben de size biraz dışarıda kalanların halinden söz edeceğim.
Esra’nın “Barış İçin Akademisyenler” davasından tutuklandığı duruşma sırasında adliye koridorunda volta atarken, perişan halimi görüp Ayşe Yıldırım’la birlikte beni teselli etmeye çalışan Murat Sabuncu tanığımdır. Bu ülkede yaşanan bunca acı yanında benimkinden söz etmenin şımarıklık olduğunu biliyorum ama benim için bu tecrübenin daha büyük acıları içselleştirmeme yardım ettiğini de biliyorum. Bir de bütün bu insanlık hallerinde saklı, tuhaf bir ironi var ki onu fark etmenin dayanma gücünü artırdığı kesin.
“İnsan her şeye alışıyor” derler ya, inanmayın, ben dışarda çekilen eziyete hiç alışamadım. Siz içeridekiler beni bağışlayın ama insan kendi çektiği eziyete daha kolay alışıyor galiba. Sonunda akıl almaz bir haksızlığa uğradığınızı ve size dayatılan bu meşakkatli yaşama mahkûm olduğunuzu biliyorsunuz. Dayanmaktan ve direnmekten başka seçeneğiniz yok. Dışarıda öyle değil, içerideki adına çektikleriniz yanında, bir de dışarıda olmanın sorumluluğu var, bir şeyler yapmak zorundasınız. Ayrıca etrafınızda eskisi gibi sürüp giden yaşam içinde bu acıyı ve sorumluluğu nasıl taşıyacağınız da bir sorun. Velhasıl ben sizler kadar, dışarıdaki sevdiklerinizi düşünüyorum.
Bizimkileri 1 gece Emniyet’te tutup tutuklama kararıyla cezaevine attıkları gece ilk aklıma gelen şey, doğal olarak oturup iyice bir kafayı çekmekti. İki arkadaşımla birlikte, bildik bir meyhaneye çöktük. Bir iki siyasi muhabbet, olup bitene ilişkin birkaç yavan cümle, nafile. İşin garibi, rakı da küsmüş gibi içilesi değil. Çar naçar, doğru dürüst kafayı bulamadan dağılıyoruz.
Evde önce acemi tutuklu Esra’nın istediklerinden, cezaevi yönetiminin izin verdiği renkte ve biçimde çamaşır ve giysi seçimi ile uğraşıyorum. Evsafa uygun seçim yapmak ne mümkün. Birinin rengi uyuyor biçimi uymuyor, ötekinin biçimi uyuyor rengi uymuyor. Kitap listesini, birkaç özel eşyayı tamamlamak falan derken sabaha karşı yatağa girip, birkaç saat içinde göz kapamadan kalkıyorum. Cezaevine çanta kabul edilmediği için naylon poşetlere doldurduğum eşyalarla sabah erkenden yola koyuluyorum. Avukat arkadaşlarla buluşup savcıdan “özel ziyaret izni” alabilirsek, hem Esra’yı görecek hem de eşyaları verebileceğim.
Elimdeki salkım saçak poşetlerle güç bela bir taksiye atlayıp şoföre, Bakırköy Kadın Cezaevi’ne gitmek istediğimi söylüyorum. Şöyle bir halime bakıp “Allah kurtarsın Abi!” diye lafa başlıyor. Konuşacak halim yok, “Sağ ol” deyip susuyorum. O devam ediyor: “Bizimki tam 7 sene yattı orada, rahattır ama ne de olsa hapishane, bir daha kendini toplayamadı!” Yumruk yemişe dönüyorum, o soruyor: “Hüküm giydi mi Abi?”, “Daha değil!” diyorum. “Zordur Abi zordur, damda adam beslemek, dama düşmekten zordur!” Bu aksak muhabbet, benimkinin “siyasi” olduğunu söyleyinceye kadar devam ediyor. “Siyasi” lafını duyunca başka bir şey sormuyor.
Cezaevi, Akıl Hastanesi’ne yakın olduğu için bölgeyi az çok bilirim. Sizin orası gibi konsantrasyon kampını anımsatmıyor. Giriş kapısının karşısındaki ağaçlık alan biraz içimi ferahlatıyor ama o koca demir kapıdan girince “devlet”le burun buruna geliyorum. Cezaevi savcısı yerinde yok, nerede olduğunu bilen de yok. Sonunda, “Bakırköy Adliyesi’ne gidin belki oradadır” diyorlar. Uzattığımın farkındayım ama içeride vakit bol nasıl olsa. Neyse, Savcı bulunuyor ,“bir defaya mahsus” özel izin kâğıdı alınıyor ve cezaevine dönülüyor. Bir sürü gerekli gereksiz kontrol, evrak, kayıt derken sıra eşya teslim işine geliyor. Kadri Gürsel’in paltosunun başına gelenler benim evden topladığım bir sürü giysinin de başına geliyor, küçük kol saati dahil.
Bir türlü bitmek bilmeyen bekleyişten sonra, artık bizim gibilerin iyice aşina olduğu o tarif edilemez sıfırlanma duygusunu yaşatan “kapalı görüş yeri”ne nihayet ulaşıyorum. Uykusuzluğuma ve yorgunluğuma rağmen, had safhada adrenalin deşarjı sayesinde, suratıma olan bitenden fazla etkilenmemiş bir ifade oturtmayı başardığımı zannederek Esra’yı bekliyorum. Normal görüş günü olmadığı için mekânda kimseler yok. Küçük konuşma hücresinin kirden saydamlığını kaybetmiş camına gözümü dikmiş bekliyorum ve bekliyorum. Bana bitmez tükenmez gelen dakikaların sonunda yankılanan ayak sesleri ve bir kadın görevlinin eşliğinde Esra geliyor.
Bundan sonrası uzun hikâye tabii ama ben kamuya açık bölümünü kısaca özetleyerek bitireyim. Önce elimizdeki eskimiş kablolu telefonlarla, tramvay durağında buluşmuşuz gibi, alabildiğine absürt bir neşe içinde karşılıklı gülüşüyor, hal hatır soruyoruz. Sonra o elindeki dosya kâğıdına not ettiği, dışarda ve evde yapılacakları ve getirmem gerekenleri ders anlatır gibi tek tek sıralıyor. Bu arada iç çamaşırı diye bikini mayolarını getirdiğimi eklemeyi ihmal etmiyor.
Kirli camdan göründüğü kadarıyla 1 gün Emniyet sorgusu, bir gün duruşma ve iki gün hapishanede hücre siftahından geçmiş bir hali yok. “Uyuyabildin mi biraz” diye soruyorum, “Hem de nasıl, 10 saat deliksiz, hiç dinlenmediğim kadar dinlendim!”, “Peki, bir şeyler yiyebildin mi bari?”, “İnanamazsın, yemekler nefis!” Bu minval üzere sıraladığımız birkaç sinir bozucu soru cevabın arkasından zaman doluyor ve yine yankılanan ayak seslerini boş koridorlara serpiştirerek görevli eşliğinde gidiyor.
Sonradan öğreniyorum ki moralimi bozmamak için söylediğini zannettiklerimin hepsi doğru. Gerçekten de içeride kaldığı 40 gün boyunca, tasasız kıdemli havalarında, mükemmelen yemeğini yiyor, voltasını atıyor ve bol bol kitap ve mektup okuyor. Koğuş muhabbetleri de cabası.
Bu süre içinde benim ne durumda olduğumu hiç sormayın... Şimdi keyfinizi kaçırmayayım, onu başka bir vesileyle anlatırım.
Bilcümle “mahsus mahal” siyasileri adına, hepinizi muhabbetle kucaklıyor, bol uyku, iştah, zihin açıklığı, keyifli voltalar ve beden sağlığı diliyorum. Bu soğuk kışta dışarıdaki yüz binlerin, beton duvarları aşıp size ulaşan sıcak dayanışma duygularına sarınarak idare edin. Gerisini dert etmeyin, biz dışarıyı hallederiz...