Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilim Bölümü Öğretim Görevlisi ve eski HDP Parti Meclisi Üyesi Prof. Dr. Zeynep Gambetti, 1 Kasım genel seçiminin sonuçları için "Kana, ölüme, militarizme, ablukaya, hukuksuzluğa yeşil ışık yaktı" dedi. "Tek parti devletine doğru ilerlemekteyiz. Bunun içerdiği risk seçmen tarafından yeterince algılanmadı" diyen Gambetti, "Yakalanacak olan ‘istikrar’ın çok ağır bedelleri olacak, başka türden bir istikrarsızlık yaratacak" ifadesini kullandı.
Akademisyen Zeynep Gambetti, 1 Kasım sonuçlarını öngörememenin gerekçesi olarak “Çevremizi bize benzer insanlarla kuşatıp, şeçim anketlerine aşırı güvenmeyi” gösterdi. "Muhalif kesimler olarak makasın bu denli açıldığını göremememiz muhtemelen işten çok laf üretmemiz yüzündendi" diyen Gambetti, sol örgütler ve sendikalara eylem biçimlerini değiştirmelerini önerdi. Zeynep Gambetti, “Gerek sol örgütler, gerekse sendikalar basın açıklaması yapmaktan, Galatasaray’da 10-15 kişiden fazlasını çekemeyen eylem çağrılarından vazgeçseler iyi olur” dedi.
Gambetti'nin Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'e verdiği söyleşinin bazı kısımları şöyle:
Oldukça aleni hale gelen tüm o yolsuzluklar, hukuksuzluklar böylece baskın niteliğini kaybetmiş, geri plana ittirilmiş ya da önemsizleştirilmiş mi oldu?
AKP kendini vazgeçilemez kılmakta çok usta. Anlattığım ağlardan başka, baskı, gasp, ihalelerden mahrum bırakma, kayyuma devretme, gözaltına alma, kriminalize etme gibi hukuksuz yöntemlerle “benden değilsen yaşatmam” mesajını da sürekli veriyor. Bir kısım seçmenin AKP’ye ‘mahkum’ olduğunu düşünüyorum.
Nasıl?
Yolsuzlukların farkındalar, ama parsadan pay almaya devam etme umuduyla konformizmi seçtiler. Diğer bir kısım seçmeninse gerçeklik algısıyla tehlikeli derecede oynandı. Gülen cemaatiyle kopuştan itibaren insanlar neye inanacaklarını bilemez hale geldiler. Tapelere ve ayakkabı kutularına varana kadar her şey ortaya saçılmışken, görünen her gerçeğin arkasında başka, daha derin bir gerçek olduğu fikri devreye sokuldu. Bir çeşit karşılıklı ayna oyunu gibi; aynanın her bükümünün içinde bir ayna daha var... Cemaat, devletin işlediği her suçun isnat edilebileceği bir odak haline geldi: Hrant Dink’i öldüren polis de Cemaat’ten, kitlesel KCK tutuklamalarını emreden hakim de ve tabii tapeler de Cemaat’in manevrası! Hükümete karşı komplo kurulduğu senaryosu, bakanların yolsuzluklarına dair somut kanıtları bulandırdı. Keza Gezi’yi faiz lobisi ürünü olarak gösterme çabası, penguen medyanın da işbirliğiyle başarılı oldu. Kabataş’taki sözde taciz olayını, camide içki içildi yalanını da unutmayalım.
Bundan daha da kötüsü Kürtlere yapıldı ve halen yapılmakta. Tıpkı 1990’larda olduğu gibi basın ve medya susturuldu, birçok gazeteci işten alındı, tutuklandı. Çok iyi hatırlıyorum, 1996’da Güçlükonak katliamını Hürriyet gazetesi, “PKK 11 köylüyü öldürdü” başlığıyla vermişti. O dönem yeni kurulan Evrensel ise “Askerler 11 köylü öldürdü” diye başlık atmıştı. Olay aynı, fotoğraf aynı, ama taban tabana zıt iddialar! Yıllar sonra Evrensel’in gerçeği aktardığı kanıtlandı ama bunu kaç kişi biliyor? Ana akım veya yandaş medyadan başka hiçbir yayını takip etmeyen vatandaşın gerçek sandığı şey başka, alternatif haber kaynakları olanlarınki başka.
Tüm bunlar bizi şizofrenik, güvensiz bir toplum mu yaptı?
Tam da öyle! Toplumsal benliğimiz yarılmış durumda! Bunun en belirgin göstergesi dünya çapında yapılan insanlar arası güven araştırmasında Türkiye’nin 117 ülke arasında sondan 3. çıkmasıdır. Toplumda ciddi bir güvensizlik var. Kendi gözümüzle gördüğümüze bile güvenemez hale geldik. Çok ağır dezenformasyon da söz konusu. Örneğin, Open Democracy sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, Google’ın uluslararası sitesinde ‘Ankara katliamı’ diye aradığınızda IŞİD şüphesini konu alan yazı ve haberler çıkıyor, ama aynı aramayı Google Türkiye üzerinden yaptığınızda failin PKK olduğuna dair haberler çoğunlukta! Türkiye’nin batısı, Kürt coğrafyasına dair tarihsel ve toplumsal bir perspektiften yoksun. Biz de Türkiye kamuoyuna Kürt sorununun aslında bir ‘Türk sorunu’ olduğunu anlatamadık sanırım. Gezi’de Kürtlerin neden çanak anten kullanmakta olduğunu idrak etmiş olan Türkler bile bu yaz bunu yine unuttular. Gerçeklerden tecrit edilen kamuoyu son derece karışık olan Kürt sorununu bir tek anahtar sözcüğe -yani ‘terörizm’e- indirgeyebildi.
O halde, yüzde 49’luk oyun en azından bir kısmının AKP’nin savaş, baskı, kriz siyasetine onay vermek anlamına geldiği tezine katılıyorsunuz? Diğer yandan, gerçeklik algısıyla oynanan bir toplumun yaptığı tercih bu durumda ‘anlaşılır’ olmaz mı?
Yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı bir kısım seçmenin bunu bilinçli olarak yaptığını sanmıyorum, ama netice itibariyle 1 Kasım seçim sonuçları kana, ölüme, militarizme, ablukaya, hukuksuzluğa yeşil ışık yaktı. En azından şunu söylemek mümkün: Seçmen AKP’nin bundan sonraki icraatlarına artık ortak olmuş durumda.
Yüzde 49’un sınıfsal karakterine ayna tutmak şu aşamada erken olabilir ancak AKP’nin hatırı sayılır işçi ve emekçi nüfusun oyunu aldığı görülüyor. Bu bağlamda, Soma katliamı yaşanmasına rağmen AKP’nin buradan en yüksek oyu alması ya da yakın tarihin en önemli işçi direnişlerinin yaşandığı Bursa ve İzmit’te açık ara kazanması nasıl izah edilmeli?
AKP sınıfları yatay olarak kesen birçok söylemsel unsuru birden kullanıyor: din, milliyetçilik, ve neoliberal olarak tanımlayabileceğimiz ‘sermayedar’ öznellik gibi. Bu ‘Amerikan rüyası’ denilen olgunun başka bir biçimini Türkiye’de yaratmaya başladı.
Açar mısınız, nedir sermayedar öznellik?
Fazlaca indirgemeci olacak, ama sanayi işkollarındaki işçilerin çoğunluğu sınıf bilinciyle değil, daha iyi yaşam koşulları ve daha fazla tüketim hayalleriyle greve gidiyor. Yandaş sendikaların verdiği mesaj da çok net: “Fazla ileri giderseniz, ekonomi batar, aç kalırsınız.” Keza patronlar “Burası hepimizin ekmek teknesi, bu fabrika batarsa hepimiz batarız” fikrini aşılıyor. Sınıfsal çatışma şöyle dursun, işçiyi kapitalist ekonominin bekçisiymiş gibi gösteren bir ‘aynı gemideyiz’ anlayışı hakim. 1970’lerin İtalya’sındaki otomotiv grevlerinden hareketle ‘toplumsal sermaye’ kavramını geliştiren Negri ve Tronti gibi düşünürler işçinin de kendini sermayeyle özdeşleştirdiğini iddia etmişlerdi. Emek ekseni, sağ ve sol arasındaki bloklaşmayla artık birebir örtüşmüyor.
İstikrar, AKP’nin 7 Haziran’da da öne çıkardığı argümanlardan biriydi. Sizce istikrar vurgusunun 1 Kasım’da karşılık bulmasında temel saik hangisi; güvenlik mi, yoksa iktisadi kaygılar mı?
Her ikisi de bence. Burada altı çizilmesi gereken nokta ‘istikrar’dan ne anladığımızdır. AKP bize özgürlüğün, çoğulculuğun, farklılıkların bir aradalığının bir risk içerdiğini kanıksattı. Bu Nazi Almanyası’na tanık olmuş Frankfurt Okulu düşünürlerinden Erich Fromm’un bahsettiği ‘özgürlük korkusu’ kavramını çağrıştırıyor. Özgür birey veya topluluk var olan bir düzenin, iktidarın veya kutsal kitabın kurallarına uymak yerine doğru ve anlamlı olanı kendi keşfetmeyi arzular. Ancak özgürlük önceden belirlenmemişlik anlamında belirsizlik içerir ve endişe yaratır. Keza koalisyon demek, farklı parti çizgileri ve çıkar algıları arasında asgari müşterekleri bulmaya çalışmak, gerekirse ödün vermek demektir. Doğrudur ki, son derece polarize olan bu toplumda koalisyonlar kısa ömürlü olmaya yatkındır, ama bunun tersi ne? Tek parti devletine doğru ilerlemekteyiz. Bunun içerdiği risk seçmen tarafından yeterince algılanmadı. Yakalanacak olan ‘istikrar’ın çok ağır bedelleri olacak, başka türden bir istikrarsızlık yaratacak. Savaş ortamı, polis ve devlet terörü, baskı ve yıldırma operasyonları, hukuk yerine irade siyaseti, bunlar zaten polarize olan bir toplumda herkesin bugünden yarına ‘terörist’ olarak damgalanmasına yol açabilir. Korku ve nefretin hakim olduğu bir toplumda ekonomik istikrar olsa ne yazar?
Erdoğan, ‘AKP’nin seçimden güçlü çıkması Kürt sorununun çözümüne olumlu etki edecek’ beklentilerinin aksine ‘Artık uzlaşma, konuşma yok, sonuç alma var’ dedi ve operasyonların süreceğini söyledi. KCK, 10 Ekim’de ilan ettiği ateşkesin AKP’nin savaş saldırıları nedeniyle ortadan kalktığını açıkladı. Savaş kararı nasıl sonuçlar doğurur? Ve bu sürdürülebilir bir durum mudur? AKP ne yapmak istiyor?
Türkiye halklarının kaderi artık iki aktörün, AKP ve PKK’nin dudağı arasındadır. AKP bilerek ya da bilmeyerek PKK’ye lig atlattı. PKK’ye bağlı güçlerin Rojava’daki askeri ve siyasi başarısı PKK’yi zaten uluslararası aktörler arasında yerini almaya hazırlamıştı. AKP’nin Kürtlere karşı kullanacağı yegane kart olan şiddeti giderek arttıracağı kesin gibi gözüküyor, ancak uzun vadede bunun AKP’ye hiçbir getirisi olmayacak, zira ekonomik istikrarsızlık yaratacak. Ülke siyasi açıdan nereye evrilir bilemeyiz, ama hükümet İmralı ve HDP’ye kısa devre yaptıracak şekilde doğrudan Kandil ile pazarlığa oturursa şaşırmam. Yegane bildiğim, Türkiye’nin batısındaki ilerici kesimlerin ne yapması gerektiği: Muhalif güçler olarak kaderimizin Kürtlerin kaderiyle bir olduğunu anlamalı ve sekterliği bırakıp Kürt özgürlük hareketindeki devrimci potansiyele sahip çıkmalıyız.
Bunun nasıl olacağı, demokratik, özgürlükçü siyasetin nasıl güç kazanacağı üzerine tartışmalar sürüyor. HDP’yi de içine alan geniş bir muhalefet birliği oluşturmak, öne çıkan yegane yöntem. Ancak birlikler oluşturma yeterli mi? Karşılık bulması için ne yapmalı?
Fırat’ın doğusuna dair yukarıda söylediklerimin dışında batıda laf üretmek yerine, iş üretmemiz gerek demekle yetineyim. Gerek sol örgütler, gerekse sendikalar basın açıklaması yapmaktan, Galatasaray’da 10-15 kişiden fazlasını çekemeyen eylem çağrılarından vazgeçseler iyi olur. Enerjimizi buna harcayacağımıza birçok Latin Amerika ve Asya ülkesinde üretilenlere benzer alternatif ekonomiler geliştirmeye çabalamalıyız. Geçim derdinde olan, doğal kaynakları zorla ellerinden alınan, sosyal güvenceden yoksun bırakılan, kimlikleri veya cinsiyetleri dolayısıyla ezilen ve zulüm gören kesimlerle birlikte çalışmadan fark yaratmamız imkansız gibi duruyor. Bu kesimleri devlete veya STK’lara teslim ettiğimiz ve gündelik hayata dair somut çözümler üretemediğimiz bir ülkede ‘yüksek siyaset’ feci soyut kalıyor ve kalmaya devam edecek.