Gündem

Filistin'de kırılan zeytin dalı ve barışın gözyaşları

"Filistinli ya da İsrailli liderlerin en önemli gündeminin barış olması gerekirken, her iki tarafın siyasi liderleri aynı zamanda kendi iç siyasetleriyle boğuşuyor, kendi konumlarını korumaya çalışıyor"

22 Mayıs 2021 16:17

Gül Atmaca

İngilizce yayın yapan Arap kanalı, İsrail'in Filistinlilere yönelik zulmünü canlı yayında veriyordu, biraz seyrettikten sonra acı ve öfke kapladı içimi. Dayanamadım, kendimi bahçeye attım ve asırlık zeytin ağacının altına oturdum. Yazının ilk taslağı orada oluştu. Ben 90'lı ve 2000'li yıllarda dış haberlerdeyken İsrail-Filistin sorunu yine demirbaş konular arasındaydı. Ajanstan ilk düşen fotoğrafta, son teknoloji bir İsrail tankı ve ona sapanla ya da elle taş atan Filistinli gençler olurdu. Bir süre sonra gelen fotoğrafta ise ne yazık ki vurulan bir Filistinli genç, üstü açık tabutu elden ele taşıyarak cenazeyi uğurlayan yüzlerce başka genç görürdünüz. O kadar sık tekrarlanıyordu ki bu sahne, Orta Doğu'nun çoğu yerinde olduğu gibi burada da yas tutma, intikamla bilenme yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti.

Bugün konumuz olan bölge Akdeniz'in güneydoğusunda Asya ile Afrika arasında köprü konumundaki tarihi bir yer. İşte İsrail Devleti burada, eski Osmanlı topraklarında, İngilizlerin döşediği yolda, Birleşmiş Milletler'in (BM) planıyla ama Filistinlilerin hakkı yenerek 1948 yılında kuruldu. Filistin topakları zamanla dünyanın dört bir yanından gelen Yahudi yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bir bölümü sürgün edilip komşu ülkelerde ikinci sınıf vatandaş olarak ya da mülteci kamplarında yaşamaya zorlandı. Daha da acı olan, sözüm ona geçici kurulan kamplar 73. yılını doldurdu. Neredeyse bir kuşak, mülteci kampında geçirmiş oldu ömrünü. Tecrit edilmiş, en temel insani ve ekonomik haklardan yoksun bırakılmış, kamplara tıkılmış, gerçekçi olmayan beklentilere kurban edilmiş yüz binlerce insan…

Bugün Filistinliler, Birleşmiş Milletler'e (BM) kayıtlı olmayanlarla birlikte 6 milyonu aşan bir sayıyla dünyanın en büyük mülteci gruplarından. Mültecilerin büyük kısmı komşu ülkeler Ürdün, Lübnan, Suriye ve işgal atındaki Filistin topaklarında, çoğu asıl evlerinden ve kasabalarından taş çatlasa 100 km'den daha az bir uzaklıkta sürgündeler. Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA), bu insanlara sağlık, eğitim, barınma, kurtarma ve sosyal yardım vermek üzere yine geçici olarak 1949'da kurulmuştu. O da kalıcı hale geldi! Ürdün, Lübnan ve Suriye'nin "nasıl olsa UNRWA'nın alanına giriyor" düşüncesiyle uluslararası anlaşmaların zorunlu kıldığı sorumluluklardan kaçtığını söylersek abartmış olmayız. Fakat şunu da eklemek lazım: Filistinli mültecilerin yükü, tek bir ülkenin ya da kuruluşun altından kalkamayacağı kadar ağır.

Çifte mültecilik

Mülteci kamplarındaki Filistinliler arasında ikinci kez sığınmacı/mülteci konumuna düşenler var; zamanında Irak'ta mülteciyken Saddam'a destek verdi diye Kuveyt ve diğer Körfez ülkelerinden kovulanlar; Irak'ın 2003'te ABD tarafından işgalinden sonra başlayan mezhep savaşlarının ortasında kalıp burayı terk etmek zorunda kalanlar; Suriye savaşından sonra bu ülkeden kaçmak zorunda kalanlar yani çifte mülteciler.

Filistinli mülteciler 2006'dan itibaren Irak'ta mezhep çatışmasının doruğa çıktığı günlerde fidye karşılığı adam kaçırma başta olmak üzere şiddetin her türüyle tanıştılar. 2006'da Samarra'da Ali Askeri Türbesi'nin bombalanmasından sonra Şii örgütler tarafından suçlananlar arasındaydılar. Okların kendilerine döndüğünü gören Filistinliler tek çareyi Irak'ı terk etmekte buldular. Halihazırda binlerce Iraklı sığınmacıyı konuk eden Suriye ve Ürdün, bir de Filistinlileri kabul etmek istemedi. Durum böyle olunca yüzlerce Filistinli sınıra yakın El-Velid, El-Tenef ve El-Karama kamplarına yerleştirildi. Ancak, çölün ortasında yerel politikacıların sürekli değişen tutumu ve güvenlik sorunu yüzünden yardımlar mültecilere düzenli ve sağlıklı bir şekilde ulaştırılamıyordu. Mültecilere, başkalarını da buraya gelmeye özendirir diye diye sağlam ve kalıcı barınma olanakları yaratılmamıştı. Çadırda yaşam, çöl gündüz çok sıcak gece çok soğuk olduğu için zordu. Akrep, yılan sokması, aşırı sıcaklardan çadırların tutuşması vb. tehlikeler söz konusuydu. Mültecilerin kendi imkanlarıyla yaptıkları tuvaletler ise çöl toprağının suyu çekmemesi yüzünden işlevsiz kalmıştı. Bu da kanalizasyonun açıktan akması demekti, salgın hastalıklar kaçınılmazdı.

Filistinli mülteciler, çöldeki kamplarda yaşadıkları fiziksel sıkıntıların yanı kampta kendilerini meşgul edecek bir şey olmaması, geleceğinin belirsizliği vb. eklenince psikolojik sorunlarla da boğuşuyorlardı. Bugüne bakınca sınırdaki kampların bazılarının kalktığını görüyoruz ancak yüzlerce Filistinli bu koşullarda yıllarca yaşamak zorunda kaldı. UNRWA yetkilisine, "bundan sonra gönderileceğimiz yer Arap ülkesi olmasın, artık kalıcı bir yurt istiyoruz" diyenlerin sayısı hiç de az değildi.

İsrail'in zorbalığı ve yayılmacı politikası

İsrail Devleti'nin kuruluş felsefesinde Yahudi milliyetçiliğini esas alan Siyonizm vardır. Amaç, kutsal kabul ettikleri ya da başka bir deyişle kendilerine vaat edilen topraklarda bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasıydı. Kudüs ise başkent olacaktı. İsrail, Ürdün kontrolündeki Doğu Kudüs'ü 1967'de işgal etti, 1980 yılında da kentin tamamını başkent ilan ettiğini duyurdu. Kudüs'te uluslararası hukuk çiğnenerek büyük Yahudi yerleşim yerleri inşa edildi. İsrail bugün Filistinlilerin çoğunlukla yaşadığı tarihi Doğu Kudüs'te, insanların evine baskınlar düzenleyerek ya da başka yollarla onları buradan çıkarmaya çalışıyor. Yani, zorbalık karışık yayılmacı bir politikayla Kudüs'ü tamamen bir Yahudi kenti haline getirmeye çalışıyor.

1988 yılında bağımsızlığını ilan eden Filistin Devleti ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde fiili hüküm sürüyor ama toprakları İsrail işgali altında. Peki, bugünlere nasıl gelindi? Tek suçlu İsrail ve onun koruyuculuğunu yapan ABD ile diğer Batılı ülkeler mi?  

Tarihe bir bakarsak Osmanlı Padişahı Abdülaziz döneminde, 1869 yılında Hicaz bölgesi hariç yabancıların istedikleri yerde mülk edinebilecekleri yönünde bir ferman yayınlandı. Aralarında Siyonistlerin de olduğu yabancılar böylelikle Filistin'den toprak almaya başladılar. İleri ki zamanlarda Şerif Hüseyin, kendisini Hicaz kralı ilan ederek Osmanlı İmparatorluğu'na karşı 1916'da Arap isyanını başlattı. Şerif Hüseyin'in üçüncü oğlu Kral Faysal Filistin'e Yahudi nüfusun yerleşmesine izin verdi. Ve ne yazık ki topraklarını para karşılığında satan Filistinliler oldu.

Sorunun günümüze kadar çığ gibi büyüyerek gelmesinde en büyük rol Siyonistlerin olsa da Arap dünyasının Filistin meselesindeki beceriksizliği, ikili oynaması Filistinlilere büyük zarar verdi. Yani bu sorunun çözülmemesinden fayda sağlayanlar, bu ateşin üzerine koydukları kazanda siyaset kaynatanları da unutmamak gerekiyor.

Yani, İsrail'in saldırganlığı ve işgali ortada, ancak son 73 yıla bakınca mülteci sorununun çözümsüzlüğe mahkum edilmesinde Arap devletlerinin de payı olduğunu görüyoruz. Filistinlere kötü davrandığı için İsrail'i kınayan Arap dünyası, kendi topraklarındaki hak ihlalleri söz konusu olunca ikiyüzlü davranıyor. Bazı Arap devletleri topraklarındaki Filistin mültecilere daha fazla hak verir de yaşam koşullarını düzeltirlerse, onlardan ilelebet kurtulamayacaklarından çekiniyorlar.

Çözümsüzlüğün diğer belki de daha önemli bir nedeni ise bu meselenin siyasi bir koz olarak kullanılması. Örneğin, bazı Arap liderlerin Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lideri Yaser Arafat'ı (1929-2004) hiç sevmediklerini söyleyebiliriz. Arafat'ın Filistin davasına destek almak için Arap devletlerini, ülkelerinde istikrarsızlık yaratmakla tehdit ettiği de sır değil. Arap dünyasından Filistinlilerin gerekli desteği görmek bir yana "Filistin birlik olmasın, güçlenmesin" diye uğraşan devletler oldu. Filistin meselesini kendi iç ve dış siyasetlerine alet edenler oldu.

Yoksa siz bakmayın, bizdeki gibi ümmet, cihat söylemlerine, abartılı gösterilere. AKP iktidarında İsrail ile ticari ilişkiler en parlak günlerini yaşıyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi, küresel ekonomik krize ve salgına rağmen 6.5 milyar dolar civarında. Çok merak ediyorum bu hükümet, soldan kişi ve kuruluşların Filistin'e yapmak istedikleri yardıma nasıl yaklaşıyor? Kolaylaştırıcı mı oluyor yoksa bu meseleyi de mülteciler gibi siyasi manipülasyon alanı olarak gördüğü için engelleyici mi oluyor? Filistin'e yardım konusunda kendi sivil toplum örgütleri ve derneklerini öne çıkaran hükümetin yardım alanında işe yarayan faaliyetleri vardır elbet ama uzun vadede olumlu etkileri olup olmadığı tartışılır.

Çare barışı savunmakta

Öte yandan, Filistinli ya da İsrailli liderlerin en önemli gündeminin barış olması gerekirken, her iki tarafın siyasi liderleri aynı zamanda kendi iç siyasetleriyle boğuşuyor, kendi konumlarını korumaya çalışıyor. Örneğin, barış konusunda yıllardır tek bir adım atılmadı. Oysa çare barışta, daha doğrusu barış yanlısı İsrailli ve Filistinlilerde. Örnek kişilerden birisi ise İsrailli muhalif yazar David Grossman. Kendisi, 2006'da Lübnan'a saldıran İsrail'e ateşkes çağrısı yapan grupta yer alıyordu. O sırada oğlu Yuri'nin askerde olduğunu kimseye söylememişti. Ateşkes sağlandı sağlanmasına ama Yuri, ateşkesten iki önce Hizbullah saldırında yaşamını kaybetti. Grossman ise acısını içine gömerek barış için çalışmaya devam etti. Duygularını ise "…kişi ilkel öç alma duygularına kapılmamalı. İki devletli çözümden daha iyisini düşünemiyorum..." diye ifade etmişti. Sadece kendisi değil ailenin diğer üyeleri de her hafta Doğu Kudüs'teki Şeyh Cerrah'ta, İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilerin evlerini ellerinden almalarına karşı yapılan gösterilere katılıyorlardı. Gösterilere şiddet bulaşığını söyleyen Grossman, bir keresinde polisten dayak bile yemişti.

Babası Polonya'dan gelen bir göçmen olan Grossman, üniversiteyi bitirdikten sonra radyoda çalışmaya başlamış. Ne var ki, 1988'de Bağımsız Filistin Devleti'nin ilan edilmesi haberini hasıraltı etmeyi reddettiği için işten atılmış. Ondan sonra başına gelenleri "korkunç" diye tanımlayan Grossman, basın ve siyasilerden oluşan koca bir lobinin kendisine karşı hemen harekete geçtiğini söylüyor. Bütün kapılar yüzüne kapanınca o da kendisini tamamen yazmaya vermiş.


David Grossman

Grossman, The Guardian gazetesinde 29 Ağustos 2010 tarihli röportajında Rachel Cooke'a, "Burada insanlar savaşın ortasına doğuyorlar, savaşa programlanıyorlar, sözlüklerinin tamamı savaş üzerine. Diğer tarafın attığı her adım hile, tuzak ya da manipülasyon olarak görülüyor..." diyordu.

Filistinli arkadaşlarını bırakın ziyaret etmeyi onlarla bağını korumanın daha da zorlaştığını itiraf eden yazar, "Üç hafta önce değerli bir arkadaşım yazar Ahmed Harb ile konuştum. İkimize de, ortak bir rüyası olan ve bunun uçup gittiğini gören insanların karşılıklı yaşadığı hayal kırıklığı hakim. Fakat Onun da benim gibi kendi toplumunda mücadele etmeye devam ettiğini biliyorum. Bir dağın iki tarafından tünel kazan iki grup gibiyiz. Sonunda buluşacağımız biliyoruz."

Grossman, İsrail'in halkı için sadece bir korunak değil vatan olmasının özlemi içinde olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Komşularınızla barış sağlamadan vatan olmaz burası. Vatanınızda rahatsınızdır, iki ciğerinizle havayı teneffüs edersiniz. Burada sadece bir tanesiyle nefes alıyoruz ve boğuluyoruz. İnanın şu vadiye ya da tepeye hükmetmekten çok daha önemli bu…"

Ağaçlardan ne istiyorsunuz?

Ana başlıktaki zeytin dalını hem barışı simgelediği için hem de İsrailliler, Filistinlilere ait zeytin ağaçlarına gerçekten zarar verdiği için kullandım. Doğu Akdeniz'de tam da zeytin ağacının sevdiği topraklardan bahsediyoruz. Filistin Devleti'nin fiilen yönettiği Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde yaklaşık 8 milyon meyve veren zeytin ağacının yanı sıra 2.5 milyon zeytin vermeyen zeytin ağacı bulunuyor. Filistin'de zeytin ve zeytinyağı satışının milli gelirde önemli bir yeri var. Yaklaşık 100 bin aile geçimini buradan sağlıyor. Ne var ki kutsal kitapların hepsinde bahsedilen, mitolojinin vazgeçilmezi, barışın simgesi, doğanın mucizesi zeytin ağacı burada yaşanan şiddetten payını alıyor. İsrail, sonbaharda hasat zamanı bazı yerlerde Filistinlerin kendi bahçelerine girmesine dahi izin vermiyor. Asırlık ağaçları yerinden söküyor ve inanmayacaksınız zeytin ağaçlarını yakıyor. İsrailli yerleşimcilere yer açmak için Filistinlilere ait zeytinlikler yok ediliyor ya da insanlar arazilerinden el çektiriliyorlar. Yani İsrail, hem barışın sembolü hem de Filistinlilerin can damarı olan zeytin dalını acımasızca kırmaya devam ediyor…


"Aklın Yolu Bir: Barış", Gül Atmaca, 16 Ekim 2010, www.orsam.org.tr