Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, bu hafta TBMM’de görüşülmeye başlanacak olan İç Güvenlik Paketi ile ilgili önemli tespit ve uyarılarda bulundu, “Paket, olağan dönemde kaymakam ve valileri olağanüstü yetkilerle donatmak suretiyle adı konmamış bir sıkıyönetim halini tüm ülkede fiilen ilan etmeye yöneliktir” dedi.
Feyzioğlu, AKP hükümeti için, “Sürekli olarak tek parti dönemine vuruyorlar, bugün yaptıkları tek parti dönemine rahmet okutur” diye ifade etti. Molotofkokteylinin İç Güvenlik Yasasına perde yapıldığını belirten Feyzioğlu, muhalefet partilerinin kaygılarının ortak olduğunu söyledi.
Seda Şimşek’in Metin Feyzioğlu ile yaptığı Bugün gazetesinde yayımlanan (16 Şubat 2015) röportajı şöyle:
İç Güvenlik Paketi ile ilgili TBMM’de grupları ziyaret ettiniz.
Türkiye’nin her yerinden gelen 33 baro başkanı ile birlikte geçtiğimiz salı günü TBMM’ye gittik. CHP, MHP ve HDP grup başkanvekilleri ile görüştük. Son derece önemli bir girişimdi. Baro Başkanları hem geldikleri şehirlerin hassasiyetlerini yansıtır hem de her Baro Başkanı’nın doğal olarak bir siyasi görüşü, dünya görüşü vardır. İki uç diye düşünülecek olursa, MHP ziyaretimizde HDP’ye daha yakın duran baro başkanlarımız da, HDP ziyaretimizde MHP’ye daha yakın olan baro başkanlarımız da hazır bulundu.
CHP grubuna da gittik. Gördük ki herkesin kaygısı ortak. Paketin muhalefeti ezmek amacıyla getirildiği noktasında MHP Grup Başkanvekili Sayın Halaçoğlu’nun kaygısı ile Diyarbakır Barosu Başkanımız’ın kaygısı aynı. Türkiye Barolar Birliği ve Barolar, Türkiye’nin birlik ve beraberliğinde ortak paydanın yaratılması noktasında çok önemli işleve sahipler. Ortak payda ortak lisanla yaratılabilir.
Ortak lisanımız da insan hakları, adalet ve demokrasi. Bu dili konuştuğumuzda Türkiye’yi birleştirebildiğimizi gördük. İktidar partisinden ve Cumhurbaşkanı’ndan da beklentimiz bu sese kulak vermeleri. Zorlamaya devam ettikleri takdirde belki kendi tabanlarını sertleştiriyorlar ancak toplumun kutuplaşmasına neden olmak suretiyle fay hatlarının aşırı gerilmesine ve her an kırılmaya hazır hale gelmesine yol açıyorlar. Demokrasi parmak hesabıyla çoğunluğun her dediğini, hiçbir tartışmaya girmeksizin dayatması olamaz. Toplumun çok farklı siyasi kanatlarından gelen kişilerin, kaygıları aynı noktada buluşuyorsa iktidar partisinin bunu görmezden gelmesi kaldırılabilir bir yük değildir.
‘Randevu vermediler’
Bütün partilerin gruplarına gittiniz, iktidar partisine neden gitmediniz?
Çünkü tam o tarihlerde, “Bu tasarıya karşı çıkmak vatan hainliğidir” cümleleri dahi sarf edildi. Biz, “bu tasarıyı ne kadar güzel hazırlamışsınız” diye gitmeyecektik. Karşımızda, peşinen diyalog kapısını, “benim gibi düşünmüyorsan vatan hainisin” demek suretiyle kapatan bir düşünce var. Biz yoksa konuşuruz, anlatırız, niçin anlatmayalım? İnsanların birbirini vatan haini olarak suçlaması, ortak aklı bulmamızı, doğruya, güzele ulaşmamızı engeller. Biz kimseye “vatan haini” demeyiz, iktidara da muhalefete de eşit mesafedeyiz, yeter ki dinlesinler.
Bu paketle ilgili iktidar partisiyle ve Cumhurbaşkanı ile görüşme talebinde bulunacak mısınız?
Biz Sayın Cumhurbaşkanı göreve geldiğinde ve ardından da Sayın Başbakan görevlendirildiğinde, kendileri ile görüşme talebinde bulunduk. Kendileri ile görüşme imkânımız olmadı. Bizim devlet terbiyemiz devlette küslüğün olmayacağı, makamlar arası ilişkilerin kurulması gerektiği yönündedir. Maalesef bugün Türkiye Cumhuriyeti, bin yıllık geleneklerimizle değil, bir tek kişinin inişli çıkışlı duygularıyla yönetilmektedir.
Tekrar bir randevu isteyecek misiniz?
Gerekirse isteriz tabii ki ama hiçbir olumlu çağrımıza ve adım atma teşebbüsümüze olumlu yaklaşılmadı, randevu geleceğine dair hiçbir izlenimimiz yok.
‘Süper yetkiler veriliyor’
Somut olarak pakete ilişkin kaygınız nedir?
Paketin en çarpıcı özelliği, vali ve kaymakamlara polise emir vermek suretiyle gözaltına aldırma yetkisinin getirilmesi. Bu, yürütme organının yargısal bir faaliyette etkin olması anlamına geliyor. Polis, zaten adli kolluk diye ayrı bir teşkilat olmadığı için fiiliyatta, yani uygulamada, savcının emirlerine uymakta zaman zaman ihmaller veya direnişler gösterir. Buna rağmen, savcı yetkilerine sahip çıkmaya kararlı olduğunda polise dediğini yaptırır.
Sistemin içine yani adli soruşturmanın içine, polisin zaten bağlı olduğu kaymakam ve valiyi resmen soktuğunuzda polisin savcıya karşı her zaman vali ve kaymakamın sözünü üstün tutması gibi bir sonuçla karşılaşırız.
Adli görev yaparken de çeşitli hallerde vali ve kaymakamdan talimat alır hale gelirse, valinin, kaymakamın elinde hem idari kolluğa emir vermek hem de o kolluk adli faaliyet yaparken emir vermek gibi süper bir yetki oluşur.
‘Olağanüstü hal dönemi gibi’
Bu yetki ne gibi sakıncalar doğurur size göre?
Bu her kaymakamı ve her valiyi bir nevi olağanüstü hal kaymakamına ve valisine dönüştürür. Dolayısıyla, anılan paket, olağan dönemde kaymakam ve valileri olağanüstü yetkilerle donatmak suretiyle adı konmamış bir sıkıyönetim halini tüm ülkede fiilen ilan etmeye yöneliktir.
Türkiye’de yatırım yapılmasını diliyorsak, işsizlikten şikâyetçiysek, bu şekilde sorumsuzca davranmaya kimsenin hakkı yok.
‘Bank Asya operasyonu sorumsuzca’
Bank Asya operasyonu ile ilgili açıklamanız oldu.
Önce Cumhurbaşkanı Bank Asya’nın ne kadar güvenilmez olduğunu, karanlık olduğunu defalarca söyledi. Bir banka hakkında bu şekilde yorumlar yapılması kanun tarafından yasaklanmıştır. Finans kuruluşlarının mali sıkıntıya girmesi, örneğin mudilerin paralarını çekmek için topluca harekete geçmeleri tüm bankacılık sistemini çökertebilir, bu nedenle yasaklanmıştır.
Bank Asya’nın ortak yapısı yeni mi değişmiştir? Böyle bir müdahalenin gelmesi, bunun siyasi bir girişim olduğu yönündeki algıyı güçlendirmektedir. Türkiye’ye yabancı yatırım gelmesini istiyorsak, yerli sermayenin Türkiye’de yatırım yapmasını diliyorsak, işsizlikten şikâyetçiysek, bu şekilde sorumsuzca davranmaya kimsenin hakkı olmadığını da söylememiz gerekir.
‘Tek parti dönemine rahmet okutur’
Özellikle tek parti dönemine atıfta bulunuluyor, bir benzerlik var mı sizce?
Sürekli olarak tek parti dönemine vuruyorlar, bugün yaptıkları tek parti dönemine rahmet okutur. 1920’lerin Türkiye’sinde, henüz toplumda vatandaşlık bilinci oluşturulamamış, okur-yazarlık oranı erkeklerde yüzde 5’lerle, kadınlarda bindelerle ifade ediliyor. Çanakkale Savaşları’nda, İstiklal Harbi’nde lise ve üniversite mezunu, yedek subaylarımızın neredeyse tamamını şehit vermişiz. Aydın dediğimiz insanlarımız bir avuç. Sanayimiz yok, topraklarımızı işleyecek insan gücüne ve araca sahip değiliz. Sermayemiz de yok. Böyle bir dönemde, zaten kendi kendini yok etmiş olan padişahlık rejimini kaldırıyor ve Cumhuriyet’i ilan ediyoruz. Cumhuriyet, kurulduğu günden itibaren, amacını demokrasiyi inşa etmek olarak belirliyor.
Bunun için, haklarını ve sorumluluklarını bilen, yani vatandaşlık bilincine sahip kılınmış bireylere ve işleyen bir sisteme ihtiyaç var. Hollywood filmlerindeki gibi işler bir günde olmuyor. Atatürk’ün “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmeliyiz” cümlesi, eğitim seferberliği, Medeni Kanun’un kabulü, kadın - erkek eşitliğinin getirilmesi, seçme ve seçilme hakkının topluma benimsetilmesi için samimi bir çabanın içine girilmesi, amacın çoğulcu demokrasi olduğunu gösteriyor. Asıl sorulması gereken, 1920’lerin biraz önce tanımlamaya gayret ettiğim Türkiye’sinde niçin çoğulcu demokrasinin işletilmediği değil, 2015 Türkiye’sinde çoğulcu demokrasinin askıya alınarak, sandıktan çıkanın, herkesi ezme, farklı düşünen herkesi hain ilan etme hakkını kendinde gördüğü bir korku devletinin kurulmasını birilerinin nasıl içine sindirdiği.
'Molotofkokteyli' perdeleme amaçlı
Bu pakete karşı çıkarak, molotofkokteyli atanları mı koruyorsunuz?
İç Güvenlik Paketi, “molotofkokteylini silah haline getiriyoruz” gibi birtakım perdeleme amaçlı cümlelerle kamuoyuna haklı gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa Türk Ceza Kanunu’na göre silah olarak kullanılan her eşya veya cisim, hukuken de silah niteliğini zaten taşır. Yani, molotofkokteyli bir polise atılırsa, bunu yapan şahıs silahla saldırmış demektir. Elbette cezası da buna göre ağırlaşır. Hiçbir şekilde polisimize ve askerimize fiske dahi vurulmasını kabul etmeyiz, içimize sindiremeyiz. Polise molotofkokteyliyle, taşla, sopayla saldıranların da hak ettikleri ceza ile cezalandırılmasını biz de isteriz.
Bu paketin, güvenlik güçlerimizin uğradığı saldırıların cezalandırılmasıyla veya bu tür eylemlere kalkışacak olanların caydırılması ile ilgisi yoktur. Bugünkü mevzuat uygulanırsa zaten yeterlidir. Amaç bölücü terör örgütünün veya başka terör örgütlerinin, silahlı, şiddet içeren eylemlerini bastırmak, sorumluları cezalandırmak değil, siyasi iktidara eleştiri getirenleri, uygulamalardan rahatsızlık duyduğunu söylemek isteyenleri, ezmek, susturmak, tabiri caizse “devlet büyüğü” zatı muhteremlerin seyahatlerinde dikensiz gül bahçeleri yaratmaktır. Hiçbir toplum, 21. yüzyılda bu baskıyla uzun süre devam edemez.
‘Aynı tencerede kaynatılıyoruz’
Size göre baskı devam ederse ne olur?
Bir düdüklü tencere düşünün, içi su dolu, ateşi yakmışsınız, kapağını kapatmışsınız, subabını da tıkamışsınız, patlar. Hepimiz aynı tencerenin içinde kaynatılıyoruz. Ateşi körükleyenler de aslında aynı tencerenin içindeler, farkında değiller.
‘Kim mazlumsa onun yanındayım’
Milletvekili adayı olmanız bekleniyordu, istifa etmediğinize göre aday olmayacaksınız.
Görevimin başındayım. Türkiye’ye hizmet etmek için makam mevki ihtiyacımız yok, vatandaş olmak yeter. Türkiye Barolar Birliği, Türkiye’nin en güçlü örgütlerinin başında gelir. Bu konjonktürde, üyesi olduğum CHP’nin yönetiminin bana ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum.
Odanızda koltuğunuzun yanında Beşiktaş forması, Çarşı kaşkolu var. Beşiktaşlı mısınız?
Değilim. Ben Galatasaraylı’yım ama Beşiktaş mazlum olduğu için bu forma ve kaşkol burada. Kim mazlumsa onun yanındayım.
Başkanlık sisteminin bir altyapısı olarak düşünülebilir mi?
Hayır, başkanlık sisteminin altyapısı değil. Bu tabloyu son dönemde tamamen bozulmuş olan liyakat sistemi ile birlikte düşünelim. Kamuda liyakat sistemi nedir? Kamu görevlilerinin, görevlendirmelerinin ve yükselmelerinin ve tabii ki her şeyden önce kamu görevine alınmalarının herhangi bir partiye, cemaate veya mezhebe ya da başka bir özeliğe göre değil, bilgi ve becerileri ve tecrübeleri esasları çerçevesinde layık olmalarıdır.
Bu, son yıllarda tamamen bozulmuştur. Vatandaşların ve bu arada kamu görevlilerinin, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı noktasında derin şüphelere sevk edilmelerinin yarattığı hukuki güvensizlik, liyakat sisteminin çöküşüyle birleştiğinde, kaymakam ve valilerin azımsanmayacak bir kısmının iktidar partisinin ve liderliğinin emir ve talimatlarına açık olduğu görülmektedir. İşte bu durumdaki kaymakam ve valilere, polis ve jandarmaya talimat vererek kişileri gözaltına alma yetkisinin tanınması, iktidar partisinin ilçe ve il başkanlarına dahi dilediği kişiyi gözaltına aldırma fiili gücü tanıyacaktır. Yargısal erkin yürütmeyle birleşmesi anlamına gelir.
Başka hangi kaygılarınız var?
Endişe verici bir başka husus, hâkim güvencesi olmadan 48 saatlik iletişimin tespiti kararı verilebilmesidir. İletişimin istihbarat amacıyla tespitine ilişkin daha sonra verilecek yargısal kararlar içinse Ankara’da sadece bir ağır ceza mahkemesi hâkimin görevli olacağı düzenlenmektedir. Süper kaymakam ve valilerin yanında bir de süper hâkim tanımlanıyor demektir. İktidarın, HSYK’yı kontrol altına aldığı yolundaki algının gerçek olduğunu kabul edersek, o zaman iktidar dilediği bir hâkimi HSYK eliyle tüm iletişimi kontrol eder hale getirmeyi planlamaktadır.
‘Tek çıkış yolu doğru sistem kurmak’
Paket çıkarsa Cumhurbaşkanı’nın mı Başbakan’ın mı eli güçlenecek?
Aynı şekilde MİT Kanunu’ndaki değişiklik de Başbakan’ın elini güçlendiriyordu fakat Türkiye’de bir hukuki durum bir de hukuki durumu bastıran fiili durum oluştu. Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın ve kanunların kendisine tanıdığı yetkilerin çok ötesinde yetkileri fiilen kullanır oldu. Cumhurbaşkanı Anayasa’ya göre aslında tek başına yetkileri sınırlı bir konumda. Parlamenter sistemlerde asıl yetki zaten başbakanlarda, hükümetlerde olur ancak bizim anayasamız Kenan Evren için parlamenter sistemde olması gereken yetkileri bir miktar daha artırarak cumhurbaşkanını biraz daha güçlü kılmıştır. Sayın Erdoğan, bu yetkileri de az bulmaktadır. Şu anda fiili gücünü, parlamentodaki iktidar partisinin Meclis grubunu kendisinin oluşturmuş olmasından almaktadır. Partisinin ilçe ve il teşkilatlarını kendisinin oluşturmuş olması ona ihtiyaç duyduğu gücü vermektedir. Sayın Başbakan da genel başkanlığa Sayın Erdoğan’ın girişimiyle seçilmiştir. Bunun aksini iddia eden de yok. Dolayısıyla davul Sayın Başbakan’ın boynunda olsa da tokmağı Sayın Erdoğan tutmaya devam etmektedir.
‘Geçmişten ders alıp geleceği inşa etmeliyiz’
Bir Başbakan, “Bu yetkiler bana ait” derse…
Bunun için Başbakan’ın böyle demesi lazım. Kişiye ya da partiye özel yapılan bu düzenlemeler, kişiler ve partiler değiştiğinde de kalır. O zaman bu pakete “evet” diyenler, bu yetkileri “evet” demedikleri bir Başbakan kullanırsa bin pişman olurlar. Çıkış yolu, doğru düzgün sistem kurulmasıdır.
Herkes takkesini önüne koyup düşünmelidir, “Kim, nerede yanlış yaptı” sorusuna önce kendinden başlayarak cevaplamalı.
27 Mayıs’ın bilinçaltında yarattığı etki ile siyasette yargıya yönelik bir refleks var. Yargı eliyle iktidarların kuşatıldığı dönemleri yaşadı Türkiye.
Şu anda bugünkü iktidarın öyle bir kısıtlayıcısı yok. Bizim tespitimiz, yargının evvelki gün de, dün de, bugün de bir öç alma mekanizması olarak kullanıldığı. Benim Danıştay konuşmamda da bu vardı. “1960 askeri darbesi ile bu ülke Başbakan ve bakanlarını astı utanç vericidir” demiştim. “1971’de sıkıyönetim mahkemeleri gencecik evlatları astı utanç vericidir” demiştim. “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı şiir okuduğu için mahkûm etti, kabul edilemez” demiştim. “Sahte delillerle ve gizli tanıklıklarla insanlara hayatı zindan eden Balyoz ve Ergenekon davaları da başka bir öç alma furyasının parçasıdır” diye eklemiştim. Bugün yapılan yanlışları dile getirdiğimizde “Ama dün de bunlar yapıldı” diye cevap vermek, dünün, evvelki günün yanlışlarında hiçbir sorumluluğu olmayan nesilleri karanlığa mahkûm etmektir.
‘Zulüm değişmedi’
Hâlbuki biz evvelki günden, dünden ve bugünden ders alıp, aydınlık bir geleceği inşa etmek zorundayız. Türkiye’de ordudan ve askeri darbelerden medet umanlar, sivil toplum örgütlenmelerini zayıflatmışlar, büyük zarar vermişlerdir. Parti kapatma davaları, partilerin kurumsallaşmasını engellemiş ve içlerindeki demokrat unsurların, radikaller karşısında güçsüz düşmesine neden olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, Anayasa Mahkemesi’nin siyasi karar verdiğini söyleyenlerin eline malzeme temin etmiştir. Hepimizin ders çıkarması gerekir. Türkiye’de her siyasi düşünce, iktidar da muhalefet de olmuştur. İktidardayken çeşitli ölçülerde zulmetmiş, muhalefetteyken mazlum olmuştur. Bir tek şey değişmemiştir, zulüm. Şimdi zulmü ortadan kaldırma zamanıdır. Haksızlık sadece kendimize yapıldığında haksızlık olduğunu söylemenin hiçbir faydası yoktur. Herkes takkesini önüne koyup düşünmelidir, “Kim, nerede yanlış yaptı” sorusuna önce kendinden başlayarak cevap aramalıdır.
‘Hepimizin ihtiyacı aynı’
Siz kendinizden başlayarak bir cevap arıyor musunuz?
Büyük hareketlerin yanlışlarından söz ediyorum. Hizmet Hareketi, nerede yanlış yapmıştır, düşünmesini istiyorum. Okullar, hayır işleri takdire şayandır. Peki, bu hareketin içinden birileri, acaba emniyet ve yargıda bir yapılaşmaya gitmiş midir? İktidar partisine gönül verenler düşünmelidir, “Biz kendimize benzemeyenler haksızlığa uğrarken alkışladık mı yoksa durun biz bunları yaşamıştık, ne kadar acı olduğunu en iyi biz biliriz. Türkiye, yanlışları tekrarlamak yerine doğruyu bulmalıdır” demişler midir? Başörtülü kızları okul kapısında engelleyenler, “laiklik böyle korunmazmış önemli olan insanların kafasının içiymiş” demiş midir? Dün, eşi başörtülü bir hâkimin terfi etmesi veya bir rektör adayının rektör olabilmesi mümkün değildi. Bugün acaba sadece eşi başörtülü diye ayrıcalıklı hale gelinmemiş midir? Bir zamanlar eline kadeh almadığı için yükselemeyenler, bugün oturdukları masada bir kadeh var diye sürgüne uğramakta mıdır? Sarkacın iki uca vurduktan sonra artık ortada durması gereklidir. İhtiyacımız olan bir büyük kucaklaşmadır. Hepimizin ihtiyaçları aynı. Hepimiz adalet istiyoruz, özgürlük istiyoruz, fırsat eşitliği istiyoruz.
Sayın Erdoğan’ın hayalini kurduğu Osmanlı, artık bu yüzyılda canlandırılması mümkün olmayan bir devlet ve rejimdir.
Başkanlık sistemi ile ilgili tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Erdoğan, milletvekili listelerinin de herhalde kendisinin yazacağını düşünmektedir ki seçimlerden sonra hayalindeki başkanlık sistemine geçildiğinde, Osmanlı padişahlığı rejimini kurup, o rejimin de başında olmayı dilemektedir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildiğinde ortada Osmanlı Devleti kalmamıştı, milli mücadele olmasıydı, bir vatan da kalmayacaktı. Yani, Sayın Erdoğan’ın hayalini kurduğu, Sayın Davutoğlu’nun kendince desteklediği Osmanlı, çoktan tarihteki yerini almış, artık bu yüzyılda canlandırılması mümkün olmayan bir devlet ve rejimdir.
Zaten zihinlerindeki Anayasa değişikliği gerçekleştiğinde, Osmanlı Devleti küllerinden doğmayacaktır, sadece padişahlık sistemi hortlayacaktır. Bunun genel adı ise diktatörlüktür. Başkanı denetleyecek ve dengeleyecek hiçbir mekanizmaya tahammülleri yok. Bunların konuşulmasını bile vatan hainliği olarak görmekte, “Sana mı düştü” cümleleri ile püskürtmek istemektedirler. Evet bize, her vatandaşa düşmüştür bu görev.
Parlamenter sistem, başkanlık sistemi ile kıyaslandığında, Türkiye’ye hangisi daha uygun?
AK Parti’nin getirdiği başkanlık sistemi değil, padişahlık sistemi. Padişahlık sistemi ile parlamenter sistemi karşılaştırdığında tabii ki padişahlığa karşıyız ve parlamenter sistemi tercih ediyoruz. Başkanlık sistemini getirirlerse tartışırız. Başkanlık sistemi ile parlamenter sistemi karşılaştırmamızı isterlerse tartışırız. Sistemin adına “başkanlık” deyip, içeriğini bildiğin, Meşrutiyet öncesi padişahlık olarak koyduğunda, kediye “kedi” demek gerekir. Sevdiğim bir söz vardır, ördek gibi yürüyor, ördek gibi bağırıyor, önden arkadan ördeğe benziyor, o zaman o ördektir.
Başkanlık sistemini “tartışılabilir” bulduğunuzu anlıyorum, doğru mu?
Başkanlık sisteminde, partinin genel başkanı ile başkan mutlaka ayrıdır. Buna “evet” diyorlar mı? Başkanın milletvekili adaylıklarını belirleme noktasında yetkisi sıfırdır, bunu kabul ediyorlar mı? Milletvekili adaylıklarının tamamı önseçimle belirlenir, parti genel başkanının da hiçbir yetkisi yoktur, mutabık mıyız? Buna da evet mi? Başkanın bu şekilde oluşmuş parlamento ile sürekli yapıcı diyalog kurması, uzlaşma arayışında olması, karşılıklı iyi ilişkilerle devleti yönetmesi gerekir. Yani, ben istedim olacaklarla değil, “Nasıl yapalım gelin birlikte karar verelim” diyerek yol yürümesi lazımdır. Sayın Erdoğan bunu yapabilecek midir?