Fehmi Koru*
Önce filmi birkaç ay öncesine sarmam gerekiyor.
Muhalif bir kanalda çok sayıda yorumcunun katıldığı bir tartışma programı. O tür programlarda artık tartışma pek olmuyor; körlerle sağırlar birbirini ağırlar durumu var. Program katılımcıları genellikle aynı eğilim ve düşüncedeki insanlardan seçiliyor…
[İktidarın itibar ettiği TV kanallarında, kimleri çıkarabileceklerine, kimleri asla davet etmeyeceklerine dair bir isim listesi olduğu doğruluğu kesine yakın bir iddiadır. Benzer bir liste çalışmasının muhalif kanallarda da bulunduğunu düşünüyorum. Herhalde o listeyi de iktidar değişirse iletişim başkanlığı görevini üstlenecek kişi hazırlamıştır.]
Sözünü ettiğim programda yine çok sayıda katılımcı var. Onlardan biri, o sıralarda Londra’daki hekimlik görevini bırakıp Türkiye’ye dönmemiş, henüz İYİ Parti’ye girmediği için de partili sıfatı bulunmayan Turhan Çömez.
Turhan Çömez daha AK Parti kurulmadan Tayyip Erdoğan’ın yanında yer almış, hekimliğini biraz geriye itip Erdoğan’ın özel kalemi görevini üstlenmişti. O başbakan olduğunda da evini Ankara’ya taşımış, başbakanlıkta aynı göreve getirilmişti. İlk seçimde AK Parti milletvekili olarak TBMM’ye gelmişti.
Sonraları ne olduysa oldu ve Turhan Çömez AK Parti dışına çıktığı gibi açılan Ergenekon davalarında haksız yere yargılandı da. Bir süre bu yüzden cezaevinde de kaldı.
Uzun yıllar önce kendini attığı Londra’da hekimlik yaparken, bulduğu her fırsatta muhalif görüşlerini kamuoyuyla paylaşmaktan da çekinmedi.
Günümüzde de iktidara en sert muhalefet yapanlar arasında yer alıyor Turhan Çömez.
Programın bir başka katılımcısı, hadi onun da adını vereyim: Fikret Bila, kendisinden önce konuşan Turhan Çömez’in eleştirilerini dinledikten sonra, Çömez’e şu soruyu yöneltti: “Sizin gibi biri nasıl oldu da AK Parti gibi bir partiye girebildi?”
Diğer katılımcıların yüzlerine baktım, onlarda da “Bu nasıl bir soru” şaşkınlığı yerine soruya verilecek cevabı bekleme heyecanı fark ettim.
Sorunun muhatabı kibar bir insan; soruya ciddi ciddi cevap vermekten geri durmadı.
Muhalefet saflarında yer alanlar -özellikle CHP’nin itibar ettiği medya- AK Parti ile yolu kesişmiş herkese Turhan Çömez’e sorulmuş o sorunun altında yatan toptancı görüşle yaklaşıyor. İlk döneminde AK Parti’de görev almış, onun saflarında bulunmuş veya icraatlarını beğenmiş ve beğendiğini söyleyip yazmış, hatta oyunu AK Parti’ye vermiş herkes, onlar için, ‘parya’ muamelesi görmeyi hak ediyor.
İsterse o kişiler, vaktiyle beğendikleri icraatlar yapmış olan partinin istikamet değiştirmesi sonrasında onunla aralarına mesafe koymuş, hatta bazıları Turhan Çömez gibi TV ekranlarında en sert eleştirileri kamuoyuyla paylaşmış, bazıları yazılarıyla AK Parti’nin şimdilerde tuttuğu yolun yol olmadığını ısrarla okurlarıyla paylaşmış olsun, fark etmiyor.
Fark etmediğini Fikret Bila’nın o günkü programdaki sorusu veciz bir biçimde ortaya koyuyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına gidilen yolda yalnızca CHP’li tabandan alınacak oyların yeterli olmayacağını fark ederek oluşturduğu ‘6’lı masa’da yer alan CHP’li olmayan liderlere bakış da Bila’nın Çömez’e bakışından farklı değil.
Bazı programlarda, bu alandaki rahatsızlığı, nezaketi elden bırakarak açık ve seçik ifade eden, CHP’nin muteber saydığı yorumcular da çıkıyor zaten.
En son örneğini, İYİ Parti genel başkanı Meral Akşener’in masayı terk etmesinin ardından o tiplerin saygı ve nezaket sınırlarını çok aşan yorumlarında gördük.
Tersi de var.
Şu sıralarda bulunduğum bazı meclislerde, muhafazakar bilinen bazı kişilerin CHP’ye ve lideri Kılıçdaroğlu’na yönelik kuşkucu yaklaşımlarını gözlemledim..
Onlar da, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelmesinden önce CHP’de üstlendiği sorumluluklar sırasında yaptığı bazı açıklamalar ve yerine getirdiği görevleri günümüze taşıyarak, “Böyle birine nasıl oy verilir?” sorusu eşliğinde karşı çıkış sergiliyorlar.
Bulunduğum bir ortamda önemli bir siyasiye, “Kılıçdaroğlu ile birlikte olmayı içinize nasıl sindiriyorsunuz?” sorusu yöneltildiğini kulaklarımla işittim.
‘Helalleşme’ sürecini, daha doğrusu Kılıçdaroğlu’nun 100 yıllık CHP’yi geleneksel zemininden uzaklaştırarak getirdiği yeri hiç hesaba katmadan…
Oysa insanoğlunun en önemli özelliği değişebilmesidir.
Eskiler o özelliğe sahip olmayan tipler için “Nuh der peygamber demez” deyimini kullanırlardı.
İnatçılık derecesinde yanlış görüşlerine saplanıp kalan tipler için, yine eskiler, değişik mahlukat isimlerini sıfat olarak kullanırlardı.
Değişimler yaşanmasa bilim gelişmez, insanlık cilalı taş devrinde kalırdı.
İnanç sistemleri, daha önce gelen dinlerin temsil ettiği esasların gelişerek değişmesi üzerinden İslam’a gelmişlerdir.
Günümüzde bilim insanları ‘2×2=4’ derecesinde kesin bilinen tezleri bile sorgulamaktalar.
Newton’un, Einstein’ın bilime kazandıkları teorilerini bile.
Dün İngiliz Guardian gazetesinin pazar günleri ‘Observer’ adıyla çıkan nüshasında, bu görüşüme güç kazandıran ilginç bir haberle karşılaştım…
Geçirdiği bir hastalık sonrasında vücudu hareket kabiliyetini kaybetmiş, konuşabilmeyi bilgisayar programı sayesinde başarabilen Stephen Hawking adlı Cambridge Üniversitesi profesörüyle ilgili bir haberdi bu.
2018 yılında ölen Stephen Hawking’in Einstein’ın ‘görecelik’ teorisi değerinde kabul edilen bir tezi var ve o bunu dünyanın hemen her diline çevrilerek 10 milyon adetten fazla satılmış ‘A Brief History of Time’ (Zamanın Kısa Tarihi adıyla Türkçede yayımlandı) adlı kitabında işlemişti.
Haber şu: Hawking, dünyanın dört bir tarafında nihai bilimsel görüş olarak kabul edilen kitabında işlediği tezin tam tersinin geçerli olduğuna dair bir kitabı ölümünden kısa süre önce yazmış ve o kitap bu hafta piyasaya çıkmış.
Ayrıntısı şu haberin: Cambridge’de kendisinin asistanlığını yapan Thomas Hertog 2002 yılında Hawking’den “Gel görüşelim” diyen bir mesaj almış. Derhal odasına koştuğunda Hawking’in heyecanının gözlerine yansıdığını fark etmiş Hertog.
Bilgisayar yardımıyla şunu söylemiş Hawking: “Fikrimi değiştirdim. ‘Zamanın Kısa Tarihi’ kitabımı yanlış bir perspektiften yazmışım.”
İkili oturmuş, bu hafta yayımlanan kitabı yazmaya koyulmuşlar.
Ne demek istediğimi bu olay anlatıyor sanırım: İnsanlar değişir. Politikacılar ve partiler de değişiyor. Dolayısıyla insanların da değişebileceğini kabul etmemiz gerekiyor.
Değişim bazen yanlış yöne de olabiliyor, doğru yöne de.
İnatçı keçi olarak ve hatta uzun kulaklı bir mahluk gibi anılmak istemiyorsak zamanı geldiğinde değişmeyi bileceğiz.
Kılıçdaroğlu “Değiştim” diyor, değiştiği de fark ediliyor; peki CHP’li bilinen veya öyle geçinenler ona tam ayak uydurdu mu?
Medyasının ve CHP adına konuşan bazılarının farklı telden çaldıklarını görebiliyorum.