Gündem

Fehmi Koru: Günümüzde karşı karşıya kalınan sorunların tam merkezinde derin bir cehalet yatıyor

"Kendi içlerinden birinin onlara emanet edilmiş evladına, inançlarının onlara tembih ettiği türden hoşça ev sahipliği yapamadıkları bir yana, o genç adamın kendi eliyle hayatına son verme yoluna başvurmasına sebep olmaları, görmezden, işitmezden gelemeyecekleri türden bir eleştiridir"

13 Ocak 2022 08:19

Fehmi Koru*

Cem Karaca 12 Eylül (1980) askeri darbesinin -ve medyanın- mağdurlarındandı. Darbeye konser için gittiği Almanya’da yakalanmış, tam dönmeye hazırlanırken o zamanlar Hürriyet grubunun çıkardığı ‘Hafta Sonu’ gazetesinde kendisiyle ilgili uyduruk bir haber yüzünden orada kalmayı yeğlemişti.

Askeri yönetim herkesin sevgilisi bir sanatçıyı hiç düşünmeden o yalan haber yüzünden vatandaşlıktan çıkardı.

Sürgünde yaşadığı yıllarda Almanya’ya uğradığımda Cem Karaca’yla gerçekleştirdiğim buram buram vatan hasreti kokan bir röportaj o zaman çalıştığım gazetede çarpıcı bir manşetle yayımlandı. Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın yakın ilgisiyle kendisinin ülkeye dönüş ve yeniden vatandaşlığa kabul ediliş süreci öylece başladı.

Konuyu bugün aklıma getiren, Cem Karaca’nın o gün bana anlattığı, gazetede yayımlandığında büyük ilgi gören bir anısıydı.

Babası Mehmet Karaca Azeri kökenli, annesi Toto Karaca ise Rum asıllıydı Cem Karaca’nın. Anne-baba yıllarca ülke tiyatroseverlerini güldüren İstanbul Tiyatrosu’nun sürekli kadrosunda bulunan iki sanatçıydı.

Anı şuydu: Baba Mehmet Karaca oğlu Cem’i bir gün camiye götürmüş. İslam dini konularında bilgi sahibi küçük Cem de babasıyla birlikte namaza durmuş. İkisi ayakta sureleri okumuş, rükuya varmış, sıra secde yapmaya geldiğinde, arkasından yaklaşan yaşlıca sakallı biri, bir hafta önce oynarken kırılan bacağı yüzünden secde yapmakta zorlanan Cem’i birdenbire kavrayarak zorla secdeye yatırmış. Tabii o sırada henüz şifa bulmamış bacak bir kez daha kırılmış.  

“O oldu, bir daha camiye yolumu düşürmedim” demişti hiç unutmadığı olayı uzun yıllar sonra bana anlatırken Cem Karaca…

Korkusuz gazetesinde yazan Memduh Bayraktaroğlu’nun YouTube üzerinden yayımladığı bir videosunu izledim geçenlerde. 16 yaşına kadar memleketi Kırklareli’nde yaşarken mahallesinin camisinde müezzinlik yapacak kadar dini vecibelerine dikkat eden bir dönemi olduğunu anlatıyordu.

Bayraktaroğlu’nu dinden soğutan ve camilerle arasının açılmasına sebep olan da, birisi devam ettiği ve müezzinliğini yaptığı caminin imamı, diğeri sonradan kendisine ait bir cemaat ile ismini ülkede ve ülke dışında duyurmuş bir başkası olmak üzere iki din adamının söylemleri…  

Münferit olaylar mı sayacağız bunları, yoksa bir yaklaşım ve tavır bozukluğunun dışa vurumu mu?

Sanıyorum kendisini ‘dindar’ bilenlerin bazılarında sorunlar bulunduğu muhakkak.

En son örnek, tıp öğrenimi görürken, üniversitenin bulunduğu ildeki bir cemaat evinde gördüğü baskıya dayanamadığı ve bu arada eğitim aldığı kurumdan da beklediğini bulamadığı için hayatına kendi eliyle son vermiş bir gencin ülkeyi ayağa kaldıran eylemiyle bugünlerde karşımıza çıktı.

‘Cemaat evi’, kendi evlerinden uzakta geçirdikleri eğitim hayatlarında genç konuklarına evlerini özletmeyecek bir sıcak atmosfer, başka ortamlarda bulamayacakları rahatlık, anlayış, hoşgörü ile huzur ve mutluluk vermesi gerekirken, o genç için ruhunu karartan bir çilehaneye dönüşmüş olmalı.

Ne kadar yazık.

Din, bazılarının lügatında, çileli bir yolculuğun adı. Dinin ritüelleri -namaz, oruç gibi- gerekirse zorlayarak yerine getirilmesi gereken birer mükellefiyet onlar için. Sağa bakmak yasak, solla ilgilenmek büyük günah. ‘Günah’ insanlar üzerinde kullanılan bir zorlama silahı.

Gerçek ise bunun tam tersi.

Yetişirken en fazla işittiğim tavsiyelerden biri “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin” sözüydü. Keskin bir ifade ama özü doğru. Yunus Emre’nin “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek” diye tanımladığı dervişlik halinin bir başka anlatımı.

Hoşgörü merkezli bir inanç dünyası, inancın inanandan beklediği bu.

İnancın yanlış kavranışının nasıl sonuçlar doğurduğunu, yalnız bizler değil, bütün dünya, din adına gerçekleştirilen ‘terör’ eylemleriyle gördü.

Hıristiyan fanatikler ile Musevi aşırıların eylemleri de eksik olmuyor.

Şunu biliyoruz, bilmeyenler de öğrensin: İslam dininin temelinde insanın özgür iradesi ile sorumlu tutulduğu anlayışı yer alır. “Aklı olmayanın dini yoktur” genel ilkesinin anlamı da budur. İnsanlar inanca akıllarıyla ulaşacak ve hiçbir baskı altında kalmadan -bu arada başkalarını da baskıya maruz bırakmadan- hayatlarını özgürce yaşayacaklardır.

“Dinde zorlama yoktur” ve İslam’ın ‘Tevhid’ ilkesinin en belirgin ifadesi olan “Sizin dininiz size, benim dinim bana” gibi nasslar bunu anlatır.

Özgürlük olmazsa sorumluluk da olmaz.

Buraya kadar yazdıklarımın örneklerine İslam Peygamberi’nin hayatında rastlanabilir.

İnancın en keskin karşıtı inançsızlık değil cehalettir. Onun içindir ki, inançlı insanlar, daha ilk günden, okumaya, bilgilerini artırmaya, bilgi sahibi olmadıkları konuların peşine takılmamaya teşvik edilmişlerdir.

Günümüzde karşı karşıya kalınan sorunların tam merkezinde derin bir cehalet yatıyor. Cahil insan hoşgörüsüz olur, bu da onu kaba softa ham yobaz sınıfına sokar. Öyle tiplerin musallat olduğu kişiler, onların şahıslarında temsil edildiğini gördükleri ne varsa, ondan uzak durma yoluna giderler. Gitmeliler de…

Öylelerinin peşine ancak başka cahiller takılır.

Cemaatler bugüne kadar kendilerine ‘dışarıdan’ yöneltilen eleştirilere pek kulak asmadılar. Onları kasıtlı, peşin fikirli, dine karşı kişilerin yaveleri olarak görüp önemsemediler.

Ancak kendi içlerinden birinin onlara emanet edilmiş evladına, inançlarının onlara tembih ettiği türden hoşça ev sahipliği yapamadıkları bir yana, o genç adamın kendi eliyle hayatına son verme yoluna başvurmasına sebep olmaları, görmezden, işitmezden gelemeyecekleri türden bir eleştiridir.

Hayatla ödenmiş bir eleştiri…

Ya o genç adamın hayatıyla ödediği mesaja da kulak verilmezse?

Vicdanların o kadar karardığına inanmak istemiyorum.

*Bu yazı fehmikoru.com adresinden aynen alınmıştır.