Gündem

Fehmi Koru: Amerika ile savaş halindeyiz; diplomatik savaş…

"Kimin daha fazla oy getireceğini seçimden önce bilmenin bir yolu yoktur"

09 Ekim 2017 14:27

Fehmi Koru*

Önce bir dostumdan “Ne oluyoruz?” mesajı geldi; ardından hep tedirgin edici ortamlar sırasında arayan tanıdığımın telefonu yetişti. Sonra da bir yakınımın ısrarla bana ulaşmaya çalıştığını fark ettim.

Evet haberim vardı, ABD büyükelçiliğinin vize başvurularını ertelediği birkaç gün önce kulağıma gelmişti çünkü.

Büyükelçilik vize vermeyi ‘yeni bir duyuruya kadar’ askıya aldığını bir açıklamayla herkese duyurmuş oldu.

Ardından, Türkiye’nin Washington büyükelçiliği de karşı hamleye başvurdu. Hem de, tape hatasına kadar Amerikalıların ifadelerini aynen kullanarak…

İş, vizelilere seyahat kısıtlaması getirmeye kadar varır mı, bekleyip göreceğiz.

Avrupa’yı vizesiz çok dolaştım

“İlk yurtdışı Avrupa gezimde yanıma sadece pasaport almam yetmişti” dediğimde çoğu kişi aval aval yüzüme bakıyor.

Oysa Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye vize uygulaması 12 Eylül (1980) askeri darbesinden sonra başlamıştır; o zamana kadar vizeyi yalnızca ‘dost olmadığımız’ (Yunanistan gibi) ülkeler uygulardı.

Yurtdışına ilk çıkışımda, otostopla, Bulgaristan, Yugoslavya, Almanya, İsveç, Danimarka, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya gidebilmiştim; hiçbirinden vize almam gerekmeden…

Darbe sonrası, peşlerine düştükleri kişiler bir yolunu bulup oraya kaçıyorlar diye, Türklere vize uygulanmasını, Avrupa ülkelerinden, Kenan Evren ve arkadaşları talep etmişti. Bir grup ülke (Almanya, Fransa, Belçika, İsviçre) o zaman Türkiye’ye vize koydu. İspanya, Avusturya, İtalya, Portekiz’e 1989’a kadar vizesiz gidilebiliyordu.

Mümtaz Soysal’ın kısa dışişleri bakanlığı sırasında (1994) Türkiye de, kendisine vize uygulayanlara ayniyle mukabele kararı verdi, ama uygulama fazla uzun sürmedi; şimdi yalnız birkaç Avrupa ülkesinden vize isteniyor…

AK Parti hükümeti, turizmin önünü açabilmek için, işlemi kolaylaştıran ‘e-vize’ uygulaması başlatmıştı.

En son, Suriyeli göçmenler konusunda ‘vizesiz Avrupa’ projesi gündeme geldi; ancak ne oldu ise, Avrupalılar buna geçit vermeye hazır oldukları halde, girişim yarıda kaldı.

Sebep İdlib mi, papaz mı?

ABD’nin ilân ettiği ‘vize vermeyi durdurma’ kararı şimdiye kadarki yaşananlardan çok farklı bir döneme kapı aralıyor.

Bunun anlamı şu: Yakın dostumuz, müttefikimiz ABD ile ‘diplomatik savaş’ halindeyiz.

Kimi Rusya ve İran ile yan yana İdlib’e askeri müdahaleye katkı sunmamıza bağlıyor bunu; kimi de ABD’nin İstanbul başkonslosluğunda uzun yıllardır çalışan bir Türk’ün FETÖ soruşturmaları kapsamında tutuklanmasına…

İdlib’e müdahale, tam tersine, ABD’nin Türkiye’yi sürekli teşvik ettiği IŞİD’e karşı mücadelenin bir parçası; onun vize olayında bir rolü olduğunu sanmıyorum.

Konsolosluk çalışanı tutukluluğunun FETÖ ile ABD arasında ilişki bulunduğunun kanıtı olarak yansıtılması önemli.

Tabii, İzmir’de ‘FETÖ’cü papaz’ diye tutuklanmış ve Trump-Erdoğan arasındaki son New York buluşmasında “Verin bizim papazı, sizin papazı da biz verelim” pazarlığıyla yeniden gündeme gelmiş olan Andrew Brunson da var.

New York Times gazetesi, dün, tutuklu ABD vatandaşı sayısının 12 olduğunu yazdı.

ABD’nin görev yeri değişikliğiyle Afganistan’a gidecek Ankara büyükelçisi John Bass’ın da, bazı gazetecilere, nezaket sınırlarını zorlayan ifadelerle rahatsızlıklarını ifade ettiğini biliyoruz.

Gözden kaçtığı için hatırlatmakta yarar olabilir: ABD ve bazı Avrupa ülkeleri Türkiye’ye ilân edilmemiş bir silâh ambargosu da uyguluyor.

Şunu bilelim: ABD’nin Türklere, Türkiye’nin Amerikalılara uygulamaya başladığı vize kısıtlaması iki tarafa da zarar verecektir.

Birbiriyle diplomatik temsilciliği bulunmayan (sözgelimi 1979 devrimi sonrasında ABD ile İran gibi) ülkeler bile, bir başka ülke aracılığıyla (İsviçre) vize verme işlemini sürdürmüşlerdir.

Galiba şimdiki gibi kapsamlı bir vize ertelemesi ilk kez yaşanıyor.

Serinkanlı değerlendirmelere ve diplomatik girişimlere ihtiyaç var.

Kimin oy getireceği belli olmaz

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’nin Afyon toplantısındaki konuşmasında kullandığı “Mahalli idareler seçiminden ne kadar güçlü çıkarsak Cumhurbaşkanlığı seçimine o kadar güçlü ve moralli gideriz” ve “Kiminle kazanacaksak seçime onunla gideriz” cümleleri dikkatimden kaçmış; bu iki cümle bugün Abdülkadir Selvi’nin sütununda karşıma çıktı.

Nedense zihnim hemen 1970’li yıllara gidiverdi.

Türk siyasi hayatına 1973 seçimleri öncesinde girmiş Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP) o seçimde oyların yüzde 11’ini alarak 48 milletvekili çıkarmıştı.

Bir sonraki seçime doğru yol alınırken, MTTB kökenli bir grup genç, MSP genel merkezine giderek, MSP’li hükümetlerde Erbakan’a danışmanlık yapan Burhanettin Kayhan’ın aday gösterilmesini rica etmişlerdi.

Onları dinleyen partinin ikinci adamının Burhanettin Kayhan’ı övdükten sonra söylediği şu cümle o heyette bulunanların hâlâ kulaklarındadır: “Bu seçimde oy getirecek adayları listelere yerleştireceğiz…”

Ricanın yerine getirilmeyeceği o cümleden anlaşılmıştı.

Yapılan ilk (1977) seçimde MSP’nin oyları yüzde 8’e, milletvekili sayısı da 24’e düştü. Çok partili dönemde CHP’nin en yüksek oyu aldığı (yüzde 41, 213 milletvekili) seçim de odur.

Diyeceğim şu: Kimin daha fazla oy getireceğini seçimden önce bilmenin bir yolu yoktur.

Kamuoyu yoklamalarıyla mı?

Güldürmeyin beni.

*Bu yazı ilk kez fehmikoru.com'da yayımlanmıştır.