Söyleşi

Eski KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, T24'e anlattı: Ankara'nın emriyle MİT seçimlere müdahale etti; 'kazansan bile görevde kalamayacaksın' dediler!

“Bu kadar para, tehdit, vaat ve trol saldırılarının yaşandığı bir seçim görülmedi… Ankara’nın tek hâkimi konumundaki kişi olarak sayın Erdoğan, orada kendi çevresini nasıl yönetiyorsa burayı da öyle yönetmek istiyor”

16 Haziran 2021 00:00
Metin Kaan Kurtuluş

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 11 Ekim 2020’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu için sandığa gitti. Çok sayıda siyasetçi, gazeteci ve yorumcu, Türkiye’nin, daha önce tarihinde görülmemiş ölçüde Ersin Tatar’ın kazanması için seçime müdahale ettiğini iddia etti. ‘Müdahale’ tartışmalarının gölgesinde sandıklar açıldı, Tatar görevdeki cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı geçerek göreve geldi. Tatar 8 aydır görevde, seçim sandıklarının üzerindeki sis ise hiç dağılmadı, aksine yoğunlaştı.

KKTC’de hazırlanan ve geçen hafta kamuoyuna açıklanan bir rapor, seçime müdahale iddialarını yeni bir boyuta taşıdı. Raporda açıklamaları yayımlanan ve aralarında Mustafa Akıncı, Serdar Denktaş ile Basın Emekçileri Sendikası Başkanı Ali Kişmir’in de bulunduğu çok sayıda insan, kendilerini “Milli İstihbarat Teşkilatı üyesi olarak tanıtan kişiler tarafından tehdit edildiklerini” iddia ettiler. Araştırmacı Mine Yücel, akademisyen Abdullah Korkmazhan, iş insanı/aktivist Orhan Erönen, avukat Mine Atlı ve uluslararası danışman Derya Beyatlı tarafından hazırlanan raporun raportörlüğünü Avukat Tacan Reynar yaptı.

KKTC’nin 4. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, seçime giden süreç ve ötesinde yaşadıklarını T24’e anlattı.

“MİT mensubu olduğunu “söyleyen kişilerin kendisine özel kalem müdürü aracılığıyla ulaşarak “adaylıktan çekilmesinin kendisi, ailesi, yakınları ve herkes için iyi olacağını ifade ettiğini” söyleyen Akıncı, “yine aynı kişilerin kendisine seçimleri kaybetmesi için her türlü tertibatın alındığını, kazansa bile görevde kalamayacağını söylediğini” ifade etti.

Akıncı, seçim döneminde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisiyle doğrudan bir temas kurmadığını, ancak müdahalenin direkt olarak Erdoğan’ın emrindeki kurumlar tarafından yapıldığını iddia etti. Eski KKTC lideri, seçim süreci boyunca Türkiye’nin KKTC Büyükelçiliği’nin bir seçim merkezi olarak kullanıldığını dile getirdi.

Akıncı, “Ulusal Birlik Partisi (UBP) bu seçimde neredeyse piyon niteliğine dönüştürüldü. Esas seçim müteahhidi başkalarıydı. UBP taşeron olarak kullanıldı bu seçimde. Seçim biter bitmez hemen UBP’nin kurultayı gündeme geldi, bu defa müdahaleler oraya kaydı” diye konuştu.

AKP iktidarının “Türkiye’deki durumu adaya da getirmek istediği” değerlendirmesini yapan Akıncı, “Ankara’nın tek hâkimi konumundaki kişi olarak sayın Erdoğan, orada kendi çevresini nasıl yönetiyorsa burayı da öyle yönetmek istiyor” dedi.

Mustafa Akıncı’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

- Bize biraz 2020 seçimlerine giden süreçte yaşadıklarınızdan söz edebilir misiniz?

Aslında şunu söylemek lazım; yaşananlar sadece seçim kampanyası dediğimiz 1-2 aylık süreçle kısıtlı değildi. Crans-Montana’dan sonraki süreç içerisinde benim zaman zaman dile getirmek durumunda kaldığım bazı görüşlerim nedeniyle sürekli trollerin saldırısına uğradık. Sosyal medyada neredeyse tüm paylaşımlarımın altına çok ağır küfürler ve tehditler yağdırılmaya başlandı. Bunlar tabii ki seçim dönemi yaklaştıkça ve kampanya dönemine girildikçe daha bir kendini göstermeye başladı.

Seçim arifesinde Türkiye’de, Türkiye’yi yöneten kişiye doğrudan bağlı ve ondan emir alan; zaten almayan kurum yok, hemen her şey Cumhurbaşkanı’nın direktifleriyle oluyor yeni sistemde, dolayısıyla doğrudan onunla bağlantılı kurumlar; bizim seçimle ilgili olarak, adını açıkça söylemek gerekirse Milli İstihbarat Teşkilatı devreye girdi.

Öncelikle kendi yaşadıklarımdan söz edecek olursak, özel kalem müdürüm aracılığıyla seçimden çekilmem talep edildi. Adaylıktan çekilmemin benim için, ailem için, yakınlarım için, herkes için “iyi olacağı” ifade edildi. Çekilmediğim takdirde kazanamayacağımı, kazanmamam için her türlü tertibatın alındığını, ama kazansam da orada durmayacağımı ifade ettiler.

“Bu kadar para, tehdit, vaat ve trol saldırılarının yaşandığı bir seçim görülmedi”

Bunlar tabii ki bu kadar aleni ve açık yapılmamıştı şu ana kadar. Geçmiş dönemlerde KKTC’de ve onun öncesinde; federal devlet olsun veya Kıbrıs Türk Toplumu halinde olduğumuz dönemler olsun, 74’teki harekât öncesinden bile gelerek “Kim lider olsun” sorusu gündeme geldiğinde Ankara’nın bir şekilde o dönemin yetkilileri aracılığıyla ağırlığını hissettirdiğini biliyoruz. Yani yakın tarihimiz bu türde olaylara tanıklık etmişti. Ancak hiçbir şekilde bu tarzda, AKP yönetiminin ve onunla birlikte hareket eden MHP’nin yönetiminin seçimlerde Türkiye’nin neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarıyla olayın bizzat içinde olması, sahaya çıkması, Türkiye’nin buradaki büyükelçiliğinin bir seçim karargâhı gibi çalıştırılması pek yaşadığımız bir olay değildi.

Genellikle adaylıktan çekilmesi istenen kişiler de şu ya da bu şekilde bu talebe boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Sessiz sedasız çekiliyorlardı ya da 2005 rahmetli Denktaş örneğinde olduğu gibi gönüllü bir çekilme oluyordu. Gerçekte o dönemin şartlarına uygun olarak aday olmaktan vazgeçmişti Denktaş. Ancak ondan önceki durumlarda herhangi birinden destek görmeden ve sadece halk desteğiyle seçim kazanılan tarih benim 2015’te kazandığım tarihtir. O zaman da “Akıncı seçildi, Ankara’nın mavi boncuğu onda mıydı” diyenler çıktı, ancak öyle bir şey olmadı. Zaten o dönemin ilk seçim günlerindeki söylemlere baktığımızda da bunu anlamak çok mümkündür. Ama bu son seçimlerdeki kadar açık tehdit içeren, Türkiye’nin kurumlarının bu kadar her şekilde devrede olduğu, köy köy milletvekillerinin gezip seçim çalışması yaptığı, seçimden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne zafer edasıyla dönülebildiği bir seçim olmamıştı bu zamana kadar. Bu kadar para, tehdit, vaat ve trol saldırılarının yaşandığı bir seçim görülmedi.

“UBP bir taşeron olarak kullanıldı”

Burada da altını çizmek gereken şöyle bir konu var; “Mustafa Akıncı seçilmeyecek, biz bunun için görevdeyiz, bunun için buraya geldik, bunun gereğini yerine getireceğiz” denildi, şu ya da bu şekilde kitabına uyduruldu ve sonuç elde edildi. Tabii ileride bunun daha da ayrıntıları ortaya çıkacak. Şimdi bu raporda bir kısım insan konuşmaya cesaret edebildi, başından geçenleri anlattı. Serdar Denktaş da kendisine yapılan telkinleri ve baskıları anlattı. Gazeteci birkaç arkadaşımız neler yaşandığını anlattı, benim özel kalem müdürüm ayrıntılarıyla anlattı ve ben anlattım. Bu rapor basına yansıdı. Bunun ayrıntılarını tek tek sıralamaya zamanımız yok, ancak internet ortamında vardır. Ben bunun okunmasının son derece gerekli olduğuna inanıyorum

Ancak şunu söylemek istiyorum; “Akıncı seçilmesin” noktasından daha sonra “Falan kişi seçimelidir” noktasına gelindi ve o kişi için her türlü destek verildi. Ulusal Birlik Partisi bu seçimde neredeyse taşeron niteliğine dönüştürüldü. Esas seçim müteahhidi başkalarıydı. UBP taşeron olarak kullanıldı bu seçimde. Seçim biter bitmez hemen UBP’nin kurultayı gündeme geldi, bu defa müdahaleler oraya kaydı. İki tane ikinci tura kalmış aday seçim yarışından çektirildi, gündemde olmayan bir başka kişi genel başkan ve başbakan yaptırıldı. Onunla da sınırlı kalmadı müdahale, hemen ardından Kur’an kurslarıyla ilgili Anayasa Mahkememizin aldığı bir karar var, o da basına yansıdı. Anayasa Mahkemesi, anayasamızda yazılı olan hüküm çerçevesinde bir karar üretti; kursları kapatın demedi. Bunu da doğru anlamakta yarar var. “Kurslar, devlet denetiminde yapılmalıdır” dedi Anayasa Mahkemesi. Ama bu karar Türkiye’yi yöneten Sayın Erdoğan tarafından büyük bir tepki ile karşılandı. Açıktan Yüksek Mahkeme Başkanı’na “ayağını denk alması gerektiği” çağrısı yapıldı, laiklik anlayışı eleştirildi, “Türkiye’de bu işler nasıl yapılıyorsa orada da öyle yapılacak” denildi; “bu böyle yapılmazsa biz gereğini yerine getiririz, farklı davranırız bundan böyle” şeklinde bir de tehdit mesajı iletildi.

Kısacası medya ayağını da işin içine eklersek Türkiye’deki durum, bir şekilde buraya da getirilmek isteniyor. Yani medya denetim altında zaten, sesini çıkarabilen insanların da üzerine saldırılıyor. Sizdeki durumun bir benzeri de burada yaşanmaya başlandı. Yargı bizde biraz daha bağımsız bir konumda, her şeyiyle mükemmel bir yargı düzenimiz var denemez belki ama en azından vicdanlarıyla hareket eden yargıçlarımız var. Talimatla yönetilen bir kurum niteliğine büründürülemedi henüz yargımız. İnşallah da bu başarılmaz ve yapılmaz. Adaletin olmadığı yerde yaşamak mümkün değil. Ama bunun ötesinde siyaset de tabii şekillendiriliyor. Kim cumhurbaşkanı olacak, kim olmayacak; buna Kıbrıs Türk halkının değil başkasının karar vermesi isteniyor. Hükümet partisinin başına kim geçecek, başbakan kim olacak, bakanlar kim olacak, mahkemeler nasıl karar verecek, kim hangi yazıyı nasıl yazacak, kim eleştirilebilecek, kim eleştirilemeyecek; yani o zaman işte Türkiye’deki tek adam rejimi bir şekilde buraya da kendi anlayışlarındaki insanlar eliyle yansıtılmak isteniyor. Bu tabii ki ne Türkiye’nin layık olduğu bir düzendir ne de Kıbrıs’ın layık olduğu bir düzendir. Biz demokratik, laik, çoğulcu bir düzende yaşamak istiyoruz. İnsan haklarına saygılı, insan onuruyla bağdaşan bir yapıda yaşamak istiyoruz. Bunun için de medyanın özgür olması, seçimlerin demokratik ve hür olması, yargıçların yasalara ve vicdanlarına göre hareket edip karar üretebilmesi; bir toplumda yaşanabilirliğin temel ölçütleridir diye düşünüyorum. Bunların olmadığı yerde oksijeniniz eksiktir. Yaşam sadece hava alıp su içmekle ilgili değil, bunlar da insan ruhunun, insan beyninin, insan vicdanının ihtiyaçlarıdır. Bunların olmadığı yerde insani bir yaşam mümkün değildir.

“İşin ölüm tehdidine kadar vardırılacağını düşünmedik doğrusu!”

- Peki Sn. Akıncı ailenize yapılan bir tehditten söz ediyorsunuz. Buna ilk tepkiniz ne oldu, endişelendiniz mi?

Siyaset öyle bir şey ki bedel ödemeyi göze alarak giriyorsunuz.

Ben 45 yıldır aktif siyasetin içindeyim. 28 yaşımda belediye başkanı oldum. Genel seçimlerde de birtakım büyük sıkıntılar yaşadık; muhalif kimlik her zaman sıkıntılı olmuştur, düzene muhalefetten bahsediyorum. Belediye başkanı olabilirsiniz, milletvekili olabilirsiniz, cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ancak arzuladığınız düzen mevcut muhafazakâr değer yargılarıyla sürekli çatışma halindeyse; siz bu adada barış ve gerçek anlamda huzur ve özgürlük ortamını tasavvur etmeye ve onun için mücadele etmeye devam ettiğiniz sürece bir nevi muhalif bir kimlik taşıyorsunuz. Yani düzene muhalefet ediyorsunuz, statükoya muhalefet ediyorsunuz cumhurbaşkanı olsanız bile. Ama tabii statükodan geçinenler var, statükonun bozulmasından endişelenenler var ve onlar her zaman sizin karşınızdadır. Ben hayatımda, belediye başkanlığım dönemimde de, parti başkanlığı ve milletvekilliğim dönemimde de, başbakan yardımcılığı ve cumhurbaşkanlığı dönemimde de hep bunlarla karşı karşıya kaldım. Bedel ödenmesi gereken yerde onu ödemekten çekinmedim, göze almaktan hiçbir zaman çekinmedim. Dolayısıyla gerek şahsım gerek ailem bütün bunlara hazırlıklı olarak yaşadık.

Bu seçim dönemi, yani kampanyaya gelinceye kadar zaten yaşananlardan bu işin nereye gitmekte olduğu belliydi. Ben aileme söyledim, dedim ki “Seçim kampanyası başladıkça saldırılar çok daha yoğun olacak, buna kendinizi şimdiden hazırlayın.”

Tabii ki işin ölüm tehdidine kadar vardırılacağını düşünmedik doğrusu! Böyle bir şey kimsenin aklından geçirmek istediği bir durum değil. Alçaklığı, saldırganlığı, rezaleti bu boyuta indirebileceklerini doğrusu düşünemedik. Bundan ailemiz tedirgin oldu mu? Elbette, insan olan herkes tedirgin olur. Ama önemli olan bu tedirginliğin sizi yolunuzdan çevirip çevirmediği. Bu tehditleri yaparken hedefledikleri benim adaylıktan çekilmemdi. “Çekildiği takdirde kendisi için, ailesi için, yakınları için, çocukları için iyi olur” mesajının barındırdığı tehdidi bilmem anlatmama gerek var mı? Yani “Çekilmezse kendisi, ailesi, yakınları için iyi olmayacak” deniyor. Bir bakıma çalışma arkadaşlarımı da tehdit edip pasifize etmeye çalıştılar. Bu tehditler bir de bunu içermekteydi.

Size şunu söyleyeyim; ben bunları açıkladığım ve benzeri şekilde Serdar Denktaş gibi birkaç arkadaş da açıkladığımız için bunları biliyoruz. Bilmediğimiz nice başka tehditler var. Onları da tahmin edebilirsiniz. “Akıncı seçilirse Türkiye buraya parayı kesecek”, “Türkiye yardım etmeyecek.”

İş insanları bugün konuşmaz, ancak biz hemen hemen hepsine ulaşıldığını biliyoruz. Teker teker ulaşıldı onlara da. Belki iş insanlarının çoğu bizi desteklemek niyetinde değildi ama emin olun ki Kıbrıs’ta barış ve huzur isteyen, adanın gerçek yararının bölünmeden ve KKTC’nin uluslararası hukuk dışılığının devam etmemesinde ve hep birlikte Avrupa bünyesinde olunmasını savunan birçok iş insanı da var. Bunlar doğal olarak ikinci turda benim yanımda olması gereken insanlardı. Ancak en azından size şunu söyleyeyim: Bu insanlar çekingen bir konuma sokuldular ve hepsi açıktan destek vermeye imtina eder duruma geldi. Köken itibariyle Türkiye’den gelip buraya yerleşen; çeşitli köylerde, mahallelerde yoğunlaşan insanlar var biliyorsunuz. Açıp bakarsanız onların sandıklarının nasıl kontrol altına alındığı açıkça görülüyor. Yani İskele bölgesindeki, Mağusa bölgesindeki birtakım köy ve mahallelerde Türkiye yönetiminin ağırlığı çok açık bir biçimde görülüyor. Zaten gelip çalışma yapan milletvekillerinin, TBMM’ye daha sonra dönüp övünmelerini sağlayan yöreler de buraları.

Yani geçmişte bu denli değilse bile daha farklı üsluplarla birtakım adaylar, adaylıktan çektirildi. Mesela Dr. Fazıl Küçük’ün yerine rahmetli Denktaş’ın nasıl getirildiği Kemal Yamak’ın kitabında anlatılıyor. Kemal Yamak o zaman Özel Harp Dairesi başkanı. Dr. Fazıl Küçük ile yaptığı konuşmayı açık açık anlatıyor; “Artık adaylıktan çekilmenizin zamanı gelmiştir. Bu işi sizden daha genç bir lidere bırakmanızda yarar var. Türkiye bunu böyle istiyor” dediğini anlatıyor. Yıl 1973. Dr. Küçük, “Benim etim düdüklü tencerede bile kaynamaz” diyerek gittiği Ankara’dan, bu konuşmayı yaptıktan sonra “Tamam paşam anladım. Ben gereğini yapacağım” diyerek Kıbrıs’a döndü ve aday olmadı. Aynı seçimde rahmetli Mithat Berberoğlu’na da daha farklı tehditler yapıldı ve adaylığı engellendi. Bu da tarihimizin bir başka noktası.

1968’de de AİHM yargıçlığı yapma mertebesine ulaşmış (Mehmet) Zeka Bey var, o da büyükelçilikte yapılan telkinler sonucu çekilmiş. Bütün bu konular değerlendirildiğinde “Hayır benim halkıma sözüm var, aday oldum, sizin tehditlerinizle çekilmeyeceğim” diyen bir Mustafa Akıncı olayı yaşandığı için bana tabii çok daha aşırı bir şekilde saldırılar ve tehditler yapıldı. Troller devreye sokuldu, açıktan aleni ölüm tehditleri yapıldığını da biliyorsunuz. Bir kişi çıktı “İHA ile onu patlatalım” dedi, bir başkası “Gidip Kıbrıs’a kafasına sıkarım” dedi, Özel Harekât geçmişi de olan birisi “İki kişi gönderilsin Kıbrıs’a, kazaya kurban gitsin” dedi ve ilginçtir Kaan Bey, veyahut da acıdır; bütün bunlara karşı hiçbir şey yapılmadı. Hep bunlar dosyalanmış bir şekilde bizim buradaki emniyete, polis genel müdürlüğüne, başsavcılığa ve Türkiye Büyükelçiliği’ne verildi. Ağır hakaretler, sövgüler, tehditler içeren iki dosya verildi. Ama bunlar zaten açıktan yapıldı, kendilerinin resen devreye girip de bu ağır saldırganlığı ve tehditleri kovuşturmaları gerekirdi. Hiçbir şey yapılmadı.

“Kimin mesajı olduğu çok açık değil mi?”

- The Guardian’a yaptığınız açıklamaların ardından Ankara’dan çok sert bir tepki görmüştünüz. Cumhurbaşkanı Erdoğan veya başka bir hükümet yetkilisi sizinle direkt olarak seçimden çekilmeniz yönünde temasta bulundu mu?

O söyleşiden sonra benim sayın Erdoğan ile bir görüşmem olmadı. Bahsettiğiniz tarih Şubat 2020. Bizde henüz seçimler de ertelenmemişti. 2020’nin 5 Şubat’ında ben adaylığımı da açıklamıştım. Hemen o günlerde The Guardian’da çıkan ve bu saldırılara neden olan söylem de şuydu; aslında benim defalarca daha önce ifade ettiğim Kıbrıs Türkü’nün ne Rum tarafının bir azınlığı ne de Türkiye’nin bir vilayeti olmayı istediğini belirtmiştim. Ve Türkiye’nin de çıkarına olan sonucun Kıbrıs’ta bir çözüm olduğunu vurgulamıştım. Ve vilayetleştirme politikasının yanlışlığını, bunun korkunç bir senaryo olacağını, herkes için ifade etmiştim. Neye karşılık vermiştim bu cevabı? Kırım ilişkisi kurulmaya çalışılmıştı. ‘Rusya’nın, Putin’in Kırım’da yaptığını Erdoğan burada yaparsa?’ şeklinde bir soruya verdiğim cevaptı. Ondan sonra tabii ki bu saldırılar yoğunlaştı. Sadece ağır ithamlar ve sövgüler kullanıldı o dönemde. Benim Erdoğan ile bir temasım olmadı, bu olay üzerine. Beni Türkiye’den bir yetkili de arayıp, ‘Çekil seçimden’ falan demedi. Öyle resmi sıfatlı birileri de Milli İstihbarat Teşkilatı’nı görevlendirdiler bu iş için. Bu teşkilat kendi aklıyla iş yapabilir mi, bağlı olduğu yerden talimat almadan? Yani, ‘adaylıktan çekilsin’ söylemi herhalde bu kurumda görevli memurların ki bunlar memurdur, devletten ödenekli memurlardır, bunların siyasi bir kimliği yoktur. Bunlar siyasi makama bağlı, en azından bugün kime bağlı oldukları biliniyor. Onların talimatlarıyla görev yapan insanlardır. Dolayısıyla, evet bana Türkiye’den siyasi konumda olan birinden doğrudan böyle bir mesaj gelmedi ama bu anlattıklarımı kimin mesajı olarak algılayacaksınız? Çok açık değil mi?”

“Esas hedef benim seçilmememi sağlamaktı”

- Rapordaki açıklamalarınıza göre size ve Serdar Denktaş’a bir tehdit yapıldığını görüyoruz. Siz aynı partiden veya aynı siyasi görüşten insanlar değilsiniz. Neden sadece bir adayın bütün rakipleri korkutulmaya çalışıldı?

Esas hedef benim seçilmememi sağlamaktı. Serdar Bey aday olup olmamakta çok tereddütler geçirdi. İlk başlarda, pandemi nedeniyle erteleme olmadan önce, Serdar Bey aday değildi. Adaylığı daha sonra, seçim ertelendikten sonra gündeme geldi. Bu konuda herhangi bir bilgim yok, sadece tahminim şudur; Serdar Bey’in oylarının büyük oranda, o seçtirilen adaya gidebileceği ve bunu peşinen ilk turda almak istemeleri nedeniyle herhalde Serdar Bey’in aday olmamasını istediler. Çünkü Serdar Bey’in partisine karar aldırttılar biliyorsunuz, sayın Tatar’ın desteklenmesiyle ilgili olarak. Ve bu Demokrat Parti, şu anda Turizm Bakanı olan arkadaşın başkanlığında. Serdar Bey başkanlıktan ayrılmıştı. Fikri Bey’in başkanlığında Demokrat Parti, Yeniden Doğuş Partisi ve Ulusal Birlik Partisi, bunların üçü de Türkiye’ye davet edilmişti. Arıklı, döndükten sonra açıklama yaptı, ‘Erdoğan, önümüze iki tane anket koydu. Bu anketlerde, Akıncı önde görünüyor’ gibi haberler de çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam o günlerde. Yani bu insanlara telkinde bulunuldu tek aday üzerinde buluşulsun diye. Bu gayretlerden biri de herhalde Serdar Bey’in bir şekilde çektirilmesiydi. Bir de rahmetli Denktaş’ın Türkiye’de bir dönem gezip konuşmalar yaptığını hatırlarsınız 2002-2004 döneminde. Sayın Erdoğan’ın bundan rahatsızlık duydu ve Denktaş ailesiyle arasında bir soğukluk var veya vardı. Bilmiyorum hâlâ devam ediyor mu… Ancak Serdar Bey’in izahına göre, yaptığı açıklamaya göre, kendisiyle konuşan MİT mensupları, kendisine demişler ki; “Çekilirsen, o bozulan ilişkileri de düzeltmeye yardımcı oluruz, Türkiye’deki en yukarıyla” şeklinde ifadesi var Serdar Bey’in. Yani benim yorumum bu konuda Akıncı’nın seçtirilmemesi. Serdar Bey’in adaylığının olmaması diğer adaya daha çok yarar sağlar düşüncesiyle herhalde bu yola gidildi diye değerlendiriyorum.

“Erdoğan, kendi çevresini nasıl yönetiyorsa burayı da öyle yönetmek istiyor”

- Niye özellikle Ankara sizin kazanmamanızı istedi ya da başka bir adayın kazanmasını istedi? Ankara’nın, Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanı olmasından çıkarı neydi? Ne hedefliyor Ankara sizce?

Benim görebildiğim ölçüler içerisinde durum şudur; bunun için birkaç neden söyleyebilirim. Ankara demeyelim ama Ankara’nın tek hâkimi konumundaki kişi olarak sayın Erdoğan, orada kendi çevresini nasıl yönetiyorsa burayı da öyle yönetmek istiyor. Ortak akıl denen bir şeyle hareket etmek yerine, ‘burada ayrı bir yapı var ve biz de bu yapıyı tanıyoruz, Türkiye Cumhuriyeti olarak. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, küçük de olsa ayrı bir varlıktır ve biz bunu dünyaya da tanıtmak istiyoruz. Ve en başta da biz tanıyoruz. Onun dediği de önemlidir, oturalım, konuşalım, ortak akılda buluşalım’ yerine ‘ben ne dersem o olacak’ mantığı. İşte biraz önce anlattım size Yüksek Mahkeme’nin kararında bile nasıl bir tavır sergilendiğini. Mahkeme kararına bile bu şekilde tavır koyabilen bir siyasi anlayış elbette siyasilerden de çok daha fazla bir biat anlayışı bekler. Dolayısıyla bizde bu biatçı anlayışı bulamadılar, göremediler. Ama şimdi onların dediğinden çıkmayacak olan ve bundan gurur duyduğunu göğsünü gere gere söyleyen biri var. Önemli bir neden budur.

İkinci önemli neden; Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorununda Crans-Montona’dan sonra, ‘oh be artık kurtulduk bu işten, yeniden o dar boğaza girmeyeceğiz, Akıncı giderse’ anlayışı hâkim oldu. Çünkü ben bu durumun ne bize ne Türkiye’ye aslında bir yarar getirmeyeceğini görüyorum. Bu statükonun kökleşmesi demek, Rumların tek başlarına bu adada, uluslararası hukuk içindeki hakimiyetlerinin devamı demek. Bu mevcut durumun devamı demek. Kıbrıslı Türklerin bir varlık olarak, siyaseten Rumlara eşit bir varlık olarak, bu adada yaşamalarının söz konusu olmaması demek. Ambargolar altında yaşamaya devam etmesi demek. Genç insanlarımızın bir gelecek bulamaması ve bir gelecek belirsizliği içinde bu adadan göç yollarına düşmesi demek. Türkiye’nin de aslında Doğu Akdeniz’de oynaması gereken önemli rolü Kıbrıs yüzünden oynayamaması demek. Enerji denkleminin dışında kalması demek. Ve bölge ülkeleriyle de ilişkilerinin zehirlenmeye devam etmesi demek.

Dolaysıyla ben Berlin’de 25 Kasım 2019 tarihinde Crans-Montana'dan sonra ortaya çıkan bulanıklığı, karışıklığı bertaraf eden bir sonuç yarattım. Biraz da bizim insiyatifimizle oldu. Ankara, o toplantıdan da çok mutlu olmadı. Berlin’de yeniden taşlar yerine kondu çünkü rayından çıkmış olan tren yeniden güzergâhına oturtuldu. Ve Anastasiadis’in siyasi eşitlikle ilgili yaratmaya çalıştığı bulanıklıkları Genel Sekreter’i de yanımıza alarak bertaraf ettik. Dolaysıyla eğer ben görevde kalsaydım, ‘şimdi neyi konuşacağız, oturalım konuşalım, neyi konuşacağımızı konuşalım’ yerine Berlin’de ortaya çıkan sonuçla, Kıbrıs’ta hızlı bir şekilde çözüm doğrultusunda ilerlenebilecekti. Acıdır ama işin gerçeği şudur ki; bu konu Ankara’daki yönetimin işine gelmedi. Anastasiadis’in de işine gelmedi. Benim seçimde bu sonuçla çıkmış olmam Anastasiadis’i de son derece rahatlattı. Çünkü şimdi gidip dünya kamuoyuna, ‘görüyor musunuz, çözüm isteyen taraf benim. Türk tarafı tamamen Birleşmiş Milletler parametrelerinin dışında iki ayrı bağımsız egemen devlet istiyor. Biz bunu nasıl kabul edelim’ diyecek konuma getirildi Anastasiadis. İnanın bu konumdan hiç rahatsız değil. Ve bu şekilde devam ettiği sürece, ne yazık ki iyiye doğru bir gidiş olmayacak. Türkiye’nin de sıkıntıları bitmeyecek. Türkiye’nin bozulan ilişkilerini düzeltmesi ve Kıbrıs sorununun çözümüyle Türkiye’nin önüne açılabilecek yeni perspektifler de maalesef açılamıyor. Kısacası bizim zarara uğramamız, Kıbrıslı Türklerin toplum olarak zarara uğraşmasının yanı sıra, ben gerçek anlamda Türkiye’nin de zararına olduğunu düşünüyorum. Ama çok kısa vadeli bakışlarla Türkiye’yi yönetenler bugün bunu göremiyorlar. Ama bu tabii Türkiye’nin dış politikada son zamanlarda yaşadıklarından da bağımsız olarak değerlendirilemez herhalde. AKP yönetimi MHP ile birlikte dış politikada son derece vahim yanlışlar yaptı, bana göre. Kıbrıs konusunda da bu siyaset devam edecekse, değişmeyecekse burada da bu vahim hata devam edecek. Bunun bedellerini de sadece Kıbrıslı Türkler değil, Türkiye’deki insanlarımız da yaşayacak, diye düşünüyorum.

“KKTC’de vicdanlardaki sonuç, bugün geçerli olan sonuç değildir”

- MİT eliyle bir seçim müdahalesinden söz ediyorsunuz. Bununla ilgili nasıl bir süreç izleyeceksiniz? Yasal süreç başlatılacak mı?

Bu süreçle yapılabilecek olanlar sınırlı. Rapor biraz geç çıktı ama aslında benim raporu hazırlayanlarla konuşmam yeni yılın hemen başıydı. Ekim sonu seçim bitti. Kasım- Aralık bu arkadaşların devreye girdiğini gördük. Benden evvel başkalarıyla da konuşuldu. Benimle de ocak ayında konuşuldu. Yayınlanması haziran ayını buldu ama önceden yapılmış konuşmalar bunlar sıcağı sıcağına anlatılmış şeyler.

O günlerde medyada açığa çıkan bazı hususlar raporda eksik. Onların da tamamlanması lazım. Sanıyorum farklı dillere çevrilecek bu rapor. Dünya basınının da bir kısmında yer buldu anladığım kadarıyla, çok geniş olmamakla birlikte. Ancak, uluslararası bazı örgütlere de ileteceklerini düşünüyorum ben. Bunun ötesinde çok fazla bir şey yapmak mümkün değil. Nedeni, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyan yok. Yani buradan gidip de herhangi bir uluslararası kuruluşa sizin yapacağınız başvuru ne yazık ki yok. Burada da seçimleri yöneten Yüksek Seçim Kurulu, seçim sonuçlarını zaten ilan etti, yürürlüğe de girdi. Şimdi, kâğıt üzerinde tabii ki ortaya çıkan sonuçlar var, rakamlar var, bir de vicdanlardaki sonuçlar var. Adaletin, gerçek manada demokrasi ve özgürlüğün olmadığı yerlerde hep bu ikilem yaşanır. Yani bir görünürde olan var bir de vicdanlarda olan var. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde vicdanlardaki sonuç, bugün geçerli olan sonuç değildir. Onu söyleyeyim. Bizim bütün çabamız, bu olanları gizli tutmayıp, olabilecek bedelleri göze alıp kamuoyuna anlatmamız, geleceği kurtarmak adınadır. Belki geçmişe dönük bir başarı elde edilemeyebilir, o benim için de şahsen çok önemli bir şey değil ama ben bunları konuşarak, bunları anlatarak gerek bizim, gerek sizlerin geleceğini kurtarmaya katkı yapmaya çalışıyorum. Bizlerin derken Kıbrıs’ın, sizlerin derken Türkiye’yi kastediyorum. Çünkü Türkiye’de bugün yaşananlar olmasa bu eller buraya, bu şekilde, kirli bir şekilde müdahale edemezdi. Türkiye’nin de bir an önce gerçek anlamda demokrasiye ve özgürlüğe kavuşmasını diliyorum. Gerek sizlerin gerekse bizlerin huzurlu geleceği, insanca, barış içinde, demokrasi içinde yaşam kalitesine ulaşacağımız günler ancak öyle gelebilir başka türlü gelemez diye düşünüyorum.