Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Fransa'da eski Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin dahil olduğu 300 kişinin Kuran-ı Kerim'den şiddet ve Yahudi karşı fikirleri yaydığı gerekçesiyle bazı ayetlerin çıkarılması talebine ilişikn olarak, "Hıristiyanlığın tarihi din adına işlenmiş cinayetlerle dolu. Avrupa’nın ortasından katliamlar yaparak Kudüs’e kadar geldiler. İncil’de de Tevrat’ta da benzeri metinler zaten vardır. Ama şiddetin sebebi olarak bu metinleri değil, onu hırs ve bağnazlık gözüyle okuyanları görmek gerekir" dedi.
Bardakoğlu, "Bildiride dikkatimi çeken husus; Tevrat ile ilgili hiçbir açıklama olmaması. Şiddet içerdiğini iddia ettikleri metinler Tevrat’ta çok daha fazladır. Bunu eleştiri için söylemiyorum. Çünkü biz Tevrat’ı da, İncil’i de, Kur’an-ı Kerim’i de tarihi bağlamıyla ilişki kurarak, bu ifadelerin neye tekabül ettiğini araştırarak anlamak zorundayız" ifadesini kullandı.
Hürriyet'ten İpek Özbey'e konuşan Bardakoğlu'nun söyleşisi şöyle:
Aralarında eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, üç eski başbakan, Yahudi ve Hıristiyan cemaati temsilcisi ve yazarların bulunduğu 300 kişi, Kuran-ı Kerim’den şiddet ve Yahudi karşıtı fikirleri yaydığı gerekçesiyle bazı ayetlerin çıkarılması yönünde bir bildiri yayımlandı. Nasıl yorumluyorsunuz?
Kendi kutsalına saygısı olmayan kimselerden bizim kutsalımıza saygı beklemek beyhudedir. Fransa’daki 300 densize verecek en iyi cevap budur. Böyle bir ortamda “senin kitabın, senin tarihin…” diye başlayan cümleler, kin ve nefret üretmenin yanı sıra din ve kutsalları kavgaya dahil etme yanlışlarını da içerir. Şiddeti, kavgayı ve kötülüğü yapan bizleriz, din ve kutsallar değil. Bu yanlışları yapanların din adına yaptığını söylemesi bu gerçeği değiştirmez. Sadece kötü niyetlilere istismar edecekleri fırsat ve örnekler vermiş olur. Din bilginlerinin görevi de kendi dininin doğru anlaşılıp uygulanması yönünde gayret etmek, bu istismarcıların önünü kapatacak bir zihni aydınlanmayı sağlamaktır. Kur’an’ın, hatta Tevrat ve İncil’in metinleri boşluğa değil, muhatapları üzerinden insanlara hitap eder. Bunun için de tarih bilinci olmadan kim için, ne niçin söylediği; yani bağlamı bilinmeden ondan alelacele hüküm devşirmek kutsal metinleri istismardır. Bugün coğrafyamızdaki terör örgütlerinin Kur’an ayetlerini kendi amaçları için kullanımı böyledir.
-Peki; yapılan tam olarak bu mudur?
Fransa’nın yaptığıyla DEAŞ’ın, El Kaide’nin yaptığı aynı şeydir. Bizim geçmişimizde, Kur’an’ın değer hükmü ve inanç içeren ayetlerinden farklı olarak diğer inanç mensuplarıyla ilişkilere mesela savaş ve barışa dair ayetler, belli bir olay ve tarihe dair bir stratejiyi ifade olarak anlaşılmıştır. Zaten ayetlerin din olarak Yahudilik ve Hıristiyanlığı değil o dine bağlı olduğunu iddia eden dönemindeki Yahudi ve Hıristiyanların yanlışlarını eleştirmesinden de anlaşılır bu durum. Tarih boyunca biz böyle anladığımız için Kur’an’dan hiç şiddet ve toplu savaş hükmü çıkarmadık. Kur’an’ın savaşla ilgili ayetlerini, meşru hakların korunması ve savaş ahlakı olarak anladık. İnsanlığın bir gerçeği olan savaş, şiddet ve öfkenin hak ve adaletle frenlenip kontrol alınmasına çağrı olarak anladık.
-İstismar edenler nasıl anladı?
Dünün harici zihniyeti gibi bugünün istismarcı terör örgütleri de Kur’an’dan bir ayeti bağlamından ve tarihten koparıyor. Haricilerin mızrakların ucuna Kur’an’dan ayetler takıp Hz. Ali’ye savaş açtığı gibi, kendi terörü için dini istismar ediyor. Bunların insana da kendi kutsalına da saygısı yok. Böyle yaparak hem insanlığa, hem de İslam’a savaş açmış oldular. 300 Fransız ile kaderlerinin/yollarının kesişmiş olması ne acı.
-Kuran’dan ayet çıkarılamayacağını bilmiyorlar mı?
Bu öneriyi yapanlar da bilirler ki; Kur’an-ı Kerim’den bir ayet değil bir kelime bile çıkarılamaz. Bu Allah’ın kelamıdır ve Müslümanların yetkisi ve gücünde bir konu değildir. Niyetleri Kuran’dan belli ayetlerin çıkmasını sağlamak değildir aslında.
-Nedir öyleyse?
Kamuoyunun ve gençlerin dikkatini Kur’an’da şiddet içeren ayetler olduğu şeklinde yönlendirmek. Yani bir bakıma yeni nesillerin İslam’a olan ilgisini veya İslam konusundaki meraklarını “Bu İslam coğrafyasındaki şiddetin, terörün kaynağı Kur’an’ın bu ayetleridir” diyerek adeta saptırmak ve Avrupa’daki kamuoyunu bu şekilde bir tartışma ortamına çekmektir… Evet; Kur’an-ı Kerim’de savaş ayetleri de vardır, barış ayetleri de vardır. Hıristiyanlarla ve Yahudilerle ilgili sert ifadeler vardır, yumuşak ifadeler vardır. Ama bu ifadelerin her biri Peygamber Efendimizin yaşadığı hayat içerisinde bir anlama, bir karşılığa tekabül ediyordu. Ne zamanki Yahudiler, Müslümanlara karşı savaşa girişmiş, masum insanları katletmiş, antlaşmalara sadık kalmamış Kur’an-ı Kerim o zaman sert bir üslup takınmış. Kur’an-ı Kerim, romantik ve hayattan kopuk bir metin değildir elbette. Müslümanların haklı mücadelelerine destek vermiş hayatın içinden bir din kitabıdır. Böyle olduğu içindir ki İslam’ın tarihinde hiçbir zaman bir insanın Yahudi, Hıristiyan olması savaş ve şiddeti sebebi sayılmamıştır. Saldırı ve düşmanlık savaş sebebi sayılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de eleştirilen Hıristiyanlık ya da Yahudilik değildir, o dönemdeki Hıristiyan ve Yahudilerin yanlışlarıdır.
-Fransa, Kuran’ı Kerim’in Yahudi karşıtı fikirleri yaydığını iddia ederek böyle bir talepte bulundu. 6 milyon Yahudi katledilirken dayanakları da Hıristiyanlık mıydı?
O defteri açarsak –ki açmak istemiyorum- Hıristiyanlığın tarihi din adına işlenmiş cinayetlerle dolu. Avrupa’nın ortasından katliamlar yaparak Kudüs’e kadar geldiler. İncil’de de Tevrat’ta da benzeri metinler zaten vardır. Ama şiddetin sebebi olarak bu metinleri değil, onu hırs ve bağnazlık gözüyle okuyanları görmek gerekir. Bildiride dikkatimi çeken husus; Tevrat ile ilgili hiçbir açıklama olmaması. Şiddet içerdiğini iddia ettikleri metinler Tevrat’ta çok daha fazladır. Bunu eleştiri için söylemiyorum. Çünkü biz Tevrat’ı da, İncil’i de, Kur’an-ı Kerim’i de tarihi bağlamıyla ilişki kurarak, bu ifadelerin neye tekabül ettiğini araştırarak anlamak zorundayız. Din boşluğa hitap etmez. Din, insan gerçekliğine hitap eder. Değil mi ki insanlığın tarihinde şiddet, kavga, ötekileştirme, cinsiyet ayrımı, öfke, hırs, ihtiras var; Kur’an-ı Kerim bunlardan bahsederek bunların ahlaki kayıtlar altına alınmasına yönelik bir söyleme sahiptir. Bu ayetler bir şiddete yol açacak olsa ilk günden açardı. Oysa Yahudiler, II. Beyazıt döneminde İspanya’dan bize sığındılar. Hitler zamanında da öyle oldu. Kur’an Yahudi düşmanlığını emretseydi biz onlara kucak açar mıydık? Biz bugün İslam ile Müslümanlığı birbirinden ayırmak zorundayız. İslam, Allah’ın son dini ve ilahi hitabı, Müslümanlık ise bizim onu anlayış ve yaşayış tarzımız. Bizim Müslümanlığımızda birçok yanlış olabilir. Müslümanların yanlışını İslam’ın yanlışı gibi anlamaya başlarsak işin içinden çıkamayız.
-Bunu iyi anlatamıyor muyuz?
Anlatamıyoruz. Müslümanların bu yanlışlarını İslam uleması çok açık ifade etmiyor. Daha doğrusu kendi mahallemizdeki kiri, pası, yanlışı görme ve onarma kabiliyetimiz zayıfladı. İslam dünyasında bugünkü sorunların kaynağını biraz da zeminle irtibatlı anlatmak lazım. Açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, işsizliğin, hak ve onur ihlallerinin, cinsiyet ayırımcılığının, dini grupların birbirini yok etmeye çalışmasının, sosyal adaletsizliğin veya eğitimde fırsat eşitsizliğinin olduğu bir yerde yeni nesiller bütün çareyi dini değerlere sığınmakta bulacaktır. Bütün sorunları da dinle aşmaya çalışacaklardır. Bu Allah’ın sünnetini ve adetullah dediğimiz dünya yasalarını anlamamaktır.
-Tam tersi bir durum da söz konusu değil mi?
Biraz daha temele inelim. Dünyada ve varlık aleminde ne oluyorsa hepsini Allah’ın yarattığı, her şeye kendisinin karar verdiği ve O’nun mutlak egemenliği doğrudur. Ama Kur’an bize sürekli özgür irademizi ve sorumluluğumuzu hatırlatır ve der ki, “Başınıza ne geliyorsa sizin kendi elinizle yaptıklarınızın sonucudur. Kim zerre kadar iyilik veya kötülük yaparsa karşılığını görecektir. Kötülükleri Allah’tan değil kendinizden bilin.” Kişi bu dünyada hür iradeye sahiptir. İyi ya da kötü sonuç kendisine aittir. Bireyin özgürlük ve sorumluluğu vardır. Ama İslam dünyasında pesimist ve bireyi dışlayan bir dini anlayış baskın oldu. Birey bilinci öldü. İnsanlar başlarına gelen her şeyi Allah’tan bilmeye başladılar. Her şeyi de O’ndan bekler oldular. Halbuki Allah dünyaya bir kanun koydu: İnsan ne yaparsa kendisi yapacaktır, Allah sadece doğru yapanın yanında olacaktır. Müslümanların böyle bir sığınmacı kader ve tevekkül anlayışından kurtulması gerekir.
-Burada bazı din adamlarını da eleştirmek gerekmiyor mu?
Bir aydınlatma, bir öğüt herkese aynı şekilde tesir eder mi? Deniz ne kadar büyük olursa olsun, sizin kabınız ne kadarsa o kadar su alır değil mi? Dini öğretenler de bu toplumun içinden çıkıyorlar. Bazen din uleması topluma önderlik yapmak yerine, toplumun beklentilerine uygun bir profil seçmeyi tercih edebiliyor. Burada İlahiyat fakültelerine ve Diyanet’e büyük görev düşüyor. Ben bu iki kurumun ülkemizdeki misyonunu önemsiyorum.
-Nedir o görevler?
Bir kere dinin ortak paydası vardır, her camide ayrı din anlatılmaz. İlahiyat, diyanet ve tevhid-i tedrisat konusunu biraz önemsersek, o zaman aynı kitaba ve dine inananların bu denli ayrışmasının da önüne geçebiliriz. Din adına yapılan istismarın önüne geçmesi açısından Diyanet’in olması Türkiye için bir kazançtır.
-Sayın Bardakoğlu, ‘ilahiyat fakültelerine büyük bir görev düşüyor’ dediniz. Buralarda verilen eğitimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğrusunu söylemem gerekirse bugüne kadar ilahiyat fakültelerinde arzu ettiğimiz ölçüde bir ilmi gelenek oluşamadı. Aslına bakılırsa bu üniversite genelinin bir problemi. Bunun birçok sebebi var, ilahiyatlarda ilave sebepler var. Altyapı tamamlanmadan sayılarının hızlı artışı, yüklü öğrenci kontenjanları, akademik kadrolaşma usulü, bazı fakültelerin üniversite kampüsü dışında oluşu vs. Mesela, yarı medrese, yarı modern eğitimin, neo klasik eğitim tarzının zihinlerde iki dünyalılık ve parçalanma meydana getirmesi. Böyle bir ortamda ilim ve ilim adamı yetişmez. Ancak ilahiyat fakülteleri için bu tür eleştirileri yapsak da din hakkında bilgi ve tefekkür üreteceksek bunun yeri ilahiyatlardır. Bizdeki ilahiyat fakültesi formunun bu yönüyle İslam ülkelerinin yüksek din öğretimi için iyi bir model olduğu kanaatindeyim. Şu var ki, nasıl ki tıp fakülteleri sadece sağlıklı öğrenci yetiştirmek için değil, toplumun genel sağlığı, hastalıkların teşhis ve tedavisi alanında bilim ve çare üretmek için varsa ilahiyatlar da din alanında sağlıklı, yerinde ve anlamlı bilgi ve düşünce üretmek için varlar. İlahiyatlar günümüz insanının manevi hayatına da rehberlik etmeli, sorunlarına çözüm getirmeli.
-Bunu ‘ilahiyatlar dindar insan yetiştirme yeri değildir’ diye mi anlamalıyız?
Halkımız ilahiyat fakültelerini çocuklarımızı daha dindar ve dini bütün kimseler yetiştiren bir kurum şeklinde görüyor ve bu fakültelerin din alanında bilgi ve düşünce üretmesi gereken kurum olmasını fazla önemsemiyor. Bunun için de gerekli altyapısı var mı yok mu bakmadan “her yere açılsın” istiyor. Oysa ilahiyatlar İslam dini alanında bilgi üretme, ülkenin din alanındaki sorunlarını ele alıp çözüm yolları bulma, insanları dinin aydınlık ve çağlar üstü mesajıyla aydınlatma, entelektüel bir dini düşüncenin oluşmasına öncülük etme, diğer din ve ilim muhitlerinde din hakkında üretilen bilgileri değerlendirmek için kurulmalıdır. Bu da ciddi bir alt yapı, ilim ortamı ve gelenek gerektirir. Şimdi ilahiyat fakültesi öğrencilerinde gördüğüm bir başka kriz daha var.
-Sorun mu, kriz mi?
Kriz. Değişik dini cemaatler, gruplar, vakıf ve dernekler İslami ilim ve hizmet adı altında ilahiyat fakültesi öğrencilerinin zihinlerini ve iradelerini ipotek altına alma gayreti ve yarışı içindeler. Hatta ilahiyatları kendi alanlarına çekme ve dönüştürmenin, müntesiplerini bu yolla çoğaltmanın peşinde. Bunun için de biri diğerinin kopyası onlarca öğrenciyi bir arada görmek mümkün. Bu söylediklerimden dini cemaat ve gruplara karşı olduğum şeklinde bir anlam çıkmasın. Bunlar tarihte olduğu gibi kendi hizmet alanlarında kalıp İslamın engin hoşgörüsünü, gönüller imar eden davetini yaysalar, din ve nüfuz ticaretinden, siyasetten ve ilahiyatlarla ilim yarışına girmekten uzak dursalar ne güzel olur. Onların işi amel ve saha çalışması, ilim değil. Bir fikre saplanıp kalmış müntesipten ilim adamı olmaz.
-‘İlim insanıyla dini hizmet insanı ayrıdır’ mı demek istiyorsunuz?
Evet, ilim insanı ayrı bir şeydir, cemaat ve dini hizmet insanı ayrı şey. Yani burada belli bir tarikatı kastetmiyorum, geneli konuşuyorum. Bir sosyal grup, bir dini organizasyon, bir dini vakıf ilahiyat öğrencilerine burs, yatakhane ve yurt vermekle kalmıyor, onların kurşun asker gibi belli bir kalıpta ve bağlılıkta kimseler olmasını da istiyor. İlahiyat öğrencilerinin neyi nasıl düşüneceğine de onlar karar veriyor. Bu ciddi bir sorun, çünkü bu yolun sonunda ilim değil, herkesin artık kendilerine göre doğruları olmaya başlar. Din adına ayrışmalar ve ötekileştirmeler artar.
-Başında bulunduğunuz Kuran Araştırmaları Merkezi’nde (KURAMER) gözlemleme olanağınız daha çoktur. Kuran’ı Kerim’i öğrenmek isteyenlerin oranı nedir?
Biz KURAMER’de “Bir ayeti alıp da ona aklına gelen anlamları vermek yanlış ey insan” diyoruz. Bir ayeti veya Peygamberimizin bir hadisini anlamak için sadece sözlüğe bakmak yetmez. Tarih, siyer, toplum, sosyoloji, dinin genel amaçları ve vahiy tarihi gibi birçok bilgi gerekir. Senede yaklaşık araştırma ürünü 7-8 kitap çıkarıyoruz. Biz ilmi nitelikteki her bir görüşe yer veren bir platformuz. İslam hakkında akademik çalışmalar yapılsın, her bir görüş bu platformda söylensin istiyoruz. Batı’dan kitaplar tercüme ediyoruz. İslam’ı anlama yönünde ciddi bir talep var.
-Hepsi dindar kesimden mi?
Ben insanların dindarlık derecesini ölçemem. Allah’ın soracağı soruyu da soramam. “Ben Müslümanım” diyen herkesi Müslüman bilir, kusur ararsam da kendimde ararım. Ama şunu söyleyebilirim: Hiç ummadığınız insanlar Kur’an-ı Kerim’i anlamak için ciddi çaba sarf ediyor. Tabi bizi eleştirenler de var. “Apaçık bir kitap; Kur’an’ın neyini araştıracaksın” diyorlar. Kur’an ile o sıcak ilişkiyi kurabilirseniz, her gün yeni bir şey öğrenirsiniz.
- Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış biri olarak hâlâ yeni şey öğrenebiliyor musunuz?
Biz ilmin öğrencisiyiz. Elbette, araştırdıkça her geçen gün yeni bir şey öğreniyorum. Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkarmada acele etmememiz gerekiyor. Anlam katmanları var. Bütün bunların üzerine bir tefekkür geliştirmemiz gerekiyor. Bir de İslam’ı anlarken tarihte kaybolmak yerine onun mesajını günümüze getirmeliyiz.
-Dinin güncellenmesinden mi söz ediyorsunuz?
Hayır. Din sabit duracaktır. Biz güncellemeyi dinde değil, bizim dini anlama ve yorumlama tarzımızda yapmalıyız. Dinin bizden ne istediğini, kendi dünyamızın gerçeklikleri içinde düşünmeli ve bulmalıyız. Dini güncellemek Müslümanların haddi değildir. Ama bizim dindarlığımızı gözden geçirmemiz lazım.
-Yarın gece sahura kalkıyoruz. Ramazan ayında nelere dikkat etmeliyiz?
Bizim ramazanlarımız maalesef menkıbeci, kıssacı, melankolik bir çizgide seyrediyor. Ekran hocalarımızın din diye anlattığı bu. Ramazan’da din pazarı açılıyor, bu pazarda söz alanlar uçuk, kaçık, melankolik, duygusal hikâye ve menkıbelerle dini anlatıyor. İslam’ın bilgi, hikmet ve tefekkür yönü pek rağbet görmüyor. Bunu yaptıkça da dini ‘yaşanabilir’ olmaktan çıkarıyor.
-Özellikle televizyon programlarından kastediyorsunuz sanırım…
Ekrana çıkan bazı hocalarımız çok şey bildiğini ispatlamak için kenarda köşede kalmış aykırı görüşleri din olarak sunmaya kalkıyor. Din ayrı, dine dair yorum ayrı bir şeydir. Ekrana çıkacak hocalarımız lütfen Allah’ın dediğiyle kendi görüşlerini birbirine karıştırmasın. Bir de Ramazan’ın bir festival, bir şenlik ayı değil, durup düşünme, iç muhasebe, insanın kendiyle baş başa kalma zamanı olduğunu söylemeliyim.