Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı dönemde Ahmet Kaya'yı hedef alan ve tepkiye yol açan "Vay şerefsiz" manşetine ilişkin olarak, “Vay şerefsiz”i bugün olsa atmazdım. Ne derdim biliyor musun, yine atardım o manşeti, 'Olmadı be iki gözüm' derdim" ifadesini kullandı. "Ahmet Kaya’nın en sevdiği kelimedir şerefsiz, bakın şarkılarına ya" diyen Özkök, "Kayınbiraderi geçen gün bir dergide yazdı, “vay şerefsiz” demiş bir şoför buna Ahmet Kaya için; bu arkada gidiyormuş, şoför de şarkısını çalıyormuş, “Vay şerefsiz ya, ne güzel şarkı yapmış” falan demiş" diye konuştu.
Ertuğrul Özkök, Cumhuriyet'ten Murat Sabuncu'nun sorularını yanıtladı.
Sabuncu'nun Cumhuriyet'te "Sevişme akdi ile ibadet akdi arasında paralellik var" başlığıyla yayımlanan (18 Nisan 2015) Özkök'le yaptığı röportaj şöyle:
Ertuğrul Özkök’ün yeni kitabı çıkıyor; “Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi”...Kitapta ana karakter “Kâtip” isimli yoksul bir çocuk. Adına prensip dediği takıntıları var. Ve bu takıntılara “takılanlar” ceza olarak öldürülüyorlar. 9 yaşında ilk cinayetini “kalamar” yüzünden işliyor. Ona; “kalamarın ayağı var” diyen bakkalın oğlu, daha önce “ayağı olan hiçbir canlıyı yemeyeceğim” prensibini çiğnediği hatırlattığı için öldürülüyor. İlerleyen yıllarda öldürme bir rutine dönüyor, seri katile dönüşüyor.
Kitaptaki diğer karakter “Ahtapot’. Sıkı bir “hedonist”. Yiyor, içiyor, sevişiyor. Sonuçta bir kadına deli gibi âşık oluyor. Bir süre sonra kadının onu terkedeceği korkusuna kapılıp “o acı onu öldürmeden o kadını öldürme” planı yapıyor.
Kitap, Özkök’ün yazılarından aşina olduğumuz “tavşan kardeşten sevdiği Romanee Conti şaraba” onun karakterinden, yaşam tarzından izler taşıyor. Hayalle gerçek arasında gidip gelen kitabı Özkök’ün ofisim dediği Trump Towers’daki dairesinde konuştuk.
5 yıl arayla, içinde “tuhaf” geçen ikinci kitap. “Tuhaf bir çocuğun fevkalade hikâyesi”. Sizin tuhafla alıp veremediğiniz nedir?
Tuhaf aslında hepimizi çeken cazibesi olan bir kelime. Ben o ilk kitabın adını koyarken çok düşündüm. Bir kere telaffuzu çok güzel bir kelime, biraz hafif böyle eski Türkçe havası da var, nostaljik bir tadı var. Ama şu var: Hepimiz olayları anlatırken, gazetecilikte de böyle, bir gizem arama yanlısıyız ve hoşumuza gidiyor, bu hayatımızın bir parçası. Küçükten itibaren hikâye, efsane dinleyerek geliyoruz bu günlere. Aslında bir de şu var, hayatım boyunca gerçeklerden kaçtım ben. Ve bunu övünerek söylüyorum. Bu yüzden kendi hayal dünyamda dolaşmaktan, yaşamaktan zevk alıyorum. Çünkü bu bana aynı zamanda kabul etmeme, katı gerçeklere karşı direnme gücü de veriyor, sığınabileceğim bir yer orası benim. Ve neticede, bütün toplumların hayatındaki inanç dediğimiz şey de bir tuhaflıklar bütünü değil mi yani? Tuhaflıklar silsilesi...
Kitapta iki ana karakter var, Kâtip ile Ahtapot.. Kâtip bir seri katil. Nereden geldi aklınıza bir seri katil hikâyesi yazmak?
Ben seri katil olaylarıyla çok eskiden beri ilgiliyim. Çok tuhaftır ama sosyologların çoğu meraklıdır seri katillere, tahmininizden daha fazla insan. Amerika’da “true crime” denilen seri cinayet olayları böyle kütüphanede raflardadır. Neticede cinayet olayı insanların hep ilgisini çeken bir şeydir. Ama benim kitaba dikkat ettiysen, benim kitapta gerçek bir cinayet yok zaten.
Ben hep okurun satır aralarında yazarı hissettiğini düşünürüm. Kâtip’i okurken zorlandım, sizin de yazarken zorlandığınızı düşündüm. Ama Ahtapot’u okurken, Ahtapot’la ilgili bölümler geldiği zaman, hem kitap bana daha sürükleyici geldi, daha ilginç geldi, hem de dedim ki, orada anlatılanlar, beyaz Türkler, Ertuğrul Bey’in daha bilgi sahibi olduğu hayatlar.
Ben asıl Kâtip bölümünü daha içim burkularak yazdım. Çünkü öbürü çok derin olmayan bir şey. Kâtip’i yazarken daha, kendimden nokta vardı, çünkü orada farklı bir yalnızlık hali var. Bir de prensip meselesi kısmı var kitapta da vurgu yaptığım. Bu kitabı yazmamın temel nedenlerinden bir tanesi prensip denen, ilke denen onlara sahip olmakla çok övündüğümüz şeylerin aslında ne kadar mantıksız olabileceğini de anlatmaktı.
Gerçekten özellikle Kâtip karakteri çok takıntılı ve bunu kendince prensip olarak da yorumluyor. Özellikle sayı takıntısı.
Doğru, 5 kelime söylüyor, bilmem neyi sayıyor, işte kafadanbacaklıları yemem diyor, bacakları olanları yemem, diyor... Şimdi orada onlar bana göre daha dramatik yani. Aslında Kâtip kısmında, benden daha çok şey var. O kız kardeşine gaz döküp yakan çocuk mesela, benim mahallemde oldu öyle bir olay. Çocuğu tanıyorum da, çocuğun trajedisini de tanıyorum, biliyorum. İkinci bölümde benden çok fazla bir şey yok aslında, benim tahayyüllerim onlar hep, hayallerim, bir modern romanda olacak olan unsurlar onlar. Ama öbüründe var, izcilik, ben izciydim. Gerçi başımdan öyle romandaki gibi bir olay geçmedi, şahit olmadım ama ilkokulda çocuklara parmak atmak, bunu yaşamayan erkek çocuğu yok Türkiye’de. (Romanda Kâtip karakteri izci kampında iri bir çocuğun küçük boylu bir çocuğa tecavüzüne şahit oluyor. MS)
Kitapta güzellik ve çirkinliğe fazla takılmışsınız gibi hissettim. Bir de şaşırdığım tanımlamalar oldu. Mesela sivilcenin kokması hikâyesi. Düşündüm sivilce kokar mı hakikaten diye. Kimi karakterleri kaba saba ve çirkin diye yazarak biraz abarttığınızı düşünüyor musunuz?
Roman bu, her şeyi abarttık zaten.
Kabul ediyorum da gerçek hayattaki güzellik takıntınızı fazlasıyla buraya aktarmışsınız değil mi siz?
Sivilce benim çağımın, çocukluğumun, gençliğimin, delikanlılığımın en önemli sorunlarından biriydi ve hâlâ devam ediyor. Ergenlik sivilcesiyle ilgili bende bir çelişkili durum vardı; önce çıkmıyor diye çok üzüldüm, çünkü ergenleşemiyordum. İki şey çok etkiler erkek çocuklarını: bir, erkeklerin organlarının üzerindeki pübik tüylerinin çıkması, erkekliğe geçiş odur, sünnet münnet değil, tüyler çıkınca. Bir de bazı çocuklar erken gelişirler, bazı çocuklar geç. Ben geç gelişenlerdenim. Lise ikinci sınıfın en arkasında yürüyordum ben boy olarak. Dolayısıyla büyük çocukların, ergen çocukların daha önce kıllanmaları falan, hep benim için bir kompleks konusuydu, daha erkek olmuşlar havası vardı. Sonra birkaç tane sivilce çıkınca bu sefer niye sivilce çıktı diye sıkılmaya başladım. Bir de o sivilceler patlatılır hep böyle... O bakımdan kitapta sivilce kısmı böyle anlatıldı.
Kitabın kahramanı rakamlara ve kelimelerin uzatılarak okunmasına takık. Sizin takıntılarınız var mı hayatta?
Var. Benim batıl itikatlarım var. Mesela evden sağ ayakla çıkarım, işyerine sağ ayakla girerim, ters dönmüş ayakkabı görünce çeviririm, merdivenin altından geçmem. Ben Allah’a inanan bir insanım, ama dinlerle aram mesafelidir, peygamberlerle aram mesafelidir. Bunu bir psikiyatriste sordum. Dedi ki, Ertuğrul Bey, bunun dinle minle hiç alakası yok, bu çok pragmatik bir harekettir. Batıl itikatların hepsi böyledir, dedi. Bana çok mantıklı geldi bu açıklama. Onu anlatmaya çalıştım birazcık, o takıntılarımızın halini.
Hazır din demişken. Bir bölüm var kitapta, Ahtapot’la ilgili bölüm. O bölüm, belki de kimilerini rahatsız edecek. “Kadın bacaklarını kapattığında ortaya çıkan görüntüyü rahleye” benzettiğiniz.
Ona bakarsan izci olayı da izci camiasını rahatsız edebilir. Romanlar üzerinden rahatsız olacaksak biz, işimiz iş. Bir de rahle sadece Müslümanlara ait bir şey değil, Hıristiyanların da var. Orada herhangi bir kutsal kitaptan bahsetmiyorum, yani kimsenin alınmasına gerek yok. Ama şu bir gerçek ki sevişme akdiyle ibadet akdi arasında bir paralellik vardır. Bir de bundan rahatsız oluyor adam da, zifaf yapmaya girmeden önce iki rekat namaz kılmaktan rahatsız olmuyor mu? Zifaf odasına sokuyorsun namazı. Ondan rahatsız olsun bence.
Kitapta kimi yerlerde kutsal kitaplardan etkilendiğinizi de düşündüm.
Ben çok kutsal kitap okuyorum. Ve severim. Mesela Tevrat’ı, resmen bir çocuk kitabı gibi, hikâye gibi okuyorum. Kuran-ı Kerim daha bir ahlaki değerler bütünü, okuması daha zor. Tevrat daha kolay, Tevrat çünkü Binbir Gece Masalları gibi bir şey. İncil de öyle, çok okuduğum bir kitaptır. Budist metinleri çok okuyorum. Zaten tuhaflıkla ilgilenen bütün yazarlar inançları çok iyi okurlar.
'Ahmet Altan’a ve Yasemin Çongar’a dargınım'
Köşe yazıyorsunuz, kitap yazıyorsunuz, siz ne okuyorsunuz?
Dünyada benim kadar abur cubur okuyan ikinci bir varlık var mıdır bilmiyorum ama çevremde epey insanda da bu eğilim gelişiyor. Bu aralar “Easy Riders, Raging Bulls: How the Sex-Drugs-and-Rock ‘N’ Roll Generation Saved Hollywood” okuyorum. 70’li yıllarda seks, uyuşturucu ve rock’n roll müziğin Hollywood’u nasıl kurtardığını anlatıyor. Aynı anda Hande Altaylı’nın kitabını okuyorum. Onun dışında çok dergi okuyorum. Mesela Bloomberg, Fortune, Forbes, Vanity Fair... Yazılı gazeteyi tekrar keşfetmeye başladım. Ve özellikle Guardian’da, Wall Street Journal’da çok ciddi güzel çabalar görüyorum. Tabii Sunday Times... Pazar günü gazeteciliğini çok önemsiyorum artık. Mesela genç olsaydım bugün, bir pazar günü gazetesinin genel yayın yönetmeni olmak isterdim.
Ahmet Altan’ın son kitabı “Ölmek Kolaydır Sevmekten”i okudunuz mu?
Yok hayır, bakmadım.
Özel bir sebebi var mı?
Yoo vakit olmadı. Ahmet’e biraz dargınım ama ve Yasemin’e (Çongar). Beni “gazetenin tepesinden” manşetinden, Ergenekon örgütü üyesi ilan ettiler. Tuncay Güney denen adamın el yazısıyla yazdığı ve herhangi bir genel yayın yönetmenine versen mantıksızlığını anında anlayabileceği bir şeydi. Düşünsene, Hüseyin Gülerce, Yeni Şafak gazetesinin genel yayın yönetmeni, ben, Dinç Bilgin ve Doğu Perinçek, hepimiz aynı çetenin üyesiyiz tamam mı? Onu hiçbir zaman düzeltmediler, düzeltmedikleri gibi bana açıp, ya yanlış oldu, falan da demediler hani.
Sizin yaptığınız manşetler de başka insanların canını yaktı. Bir çoğu tartışılıyor ama belki de en can yakıcı olanı Ahmet Kaya için attığınız manşet.
Tartışılan manşetlerden bir tek “Vay şerefsiz” başlığıyla ilgili konuşuyorum, öbürlerinin hepsinin sorumluluğunu taşıyorum kardeşim. Hiç, şu kadarcık sıkıntım yok o başlıkları attığım için. Çok değerlendirdim, çok ölçmüş biçmiştim kendimi. Tamam mı? Ama “Vay şerefsiz”i bugün olsa atmazdım. Ne derdim biliyor musun, yine atardım o manşeti, “Olmadı be iki gözüm” derdim. Ahmet Kaya’nın en sevdiği kelimedir şerefsiz, bakın şarkılarına ya. Kayınbiraderi geçen gün bir dergide yazdı, “vay şerefsiz” demiş bir şoför buna Ahmet Kaya için; bu arkada gidiyormuş, şoför de şarkısını çalıyormuş, “Vay şerefsiz ya, ne güzel şarkı yapmış” falan demiş. Ama tabii şimdi manşetleri, atıldığı günün dışına çıkarıp baktığınız zaman geriye, bugün olsa öyle vermezdim onu. “Olmadı be iki gözüm” derdim. Ama öyle deseydim de gene bana vururlardı. Değişen bir şey olmazdı. Ben sana vuracağım, diyor adam. Hep söylüyorum, kimse bana manşet meselesini açmasın, zararlı çıkar. Ne cemaat, ne iktidar, ne solcular, ne Aydınlıkçılar, ne şucular, ne Kürtçüler, ne bilmem neciler, kimse bana açmasın.
Herkesin manşetinde kir izleri var, diyorsunuz?
Ben 20 yıl yaptım genel yayın yönetmenliği, kimin ne yaptığını, hangi amaçla attığını biliyorum.
'Barlas sperm karşıtı, ben taraftarıyım'
Kitapta Ahtapot karakterini yazdığınız kısmlarda bana enteresan gelen yerler var. Mesela MBA yapan kadınların daha iyi sevişeceği ya da “beraber sperm tattılar” bölümü. Özellikle sperm kısmı belki de sizi Mehmet Barlas ile yeni bir polemiğe sürükleyecek.
Her erkek gibi bende de bir sperm takıntısı vardır. Zaten sperm takıntısı insanda, ya sperm taraftarı ya da sperm karşıtı olarak ortaya çıkar. Mehmet Barlas’ta karşıtı, bende sperm taraftarı olarak var.
MBA yapmış kadınların daha iyi sevişmesi...
Entelektüel kadınlar sevişemezler dememek için yaptım onu.
Köylülük incelmemiş bir gerçekliktir
Kitapta “köylülerde görülebilecek duygusuz ve kaba bir sesle” diyorsunuz Tibetli rahibin konuşmasını tanımlarken. Başka bir yerde “köylüler aslında hiç âşık olamazlar” diye yazıyorsunuz. Köylüleri itici mi buluyorsunuz?
Hayır, köylüler itici değil benim için, ama köylülük duygusu...
Nedir sizce o duygu?
Sadece benim değil, dünyada sosyolojik olarak herkesçe bilinen bir şey bu, köylülük duygusal olarak çok gerçekçi bir temelde durur. Yani romantizm daha çok şehirlilik duygusudur, köylülük daha gerçekçilik üzerinde durur. E, gerçekçilik üzerinde durduğunuz zaman duygusallık daha geri planda kalır. Mesela bizim İlber Ortaylı’ya bakarsanız da en kötü duygu kasabalılıktır. Ki katılıyorum ben, en baskıcı kasabalılıktır. Bak; en gerçekçilik köylülüktür, en baskıcı duygular kasabadadır...
Şehirliyi bir nevi kutsuyorsunuz yani.
Köylülük gerçekçiliktir, kaba bir gerçekçiliktir, incelmemiş bir gerçekçiliktir. Kasabalılık baskıcılıktır, otoriterlik, boğucu bir baskıcılıktır. Şehirlilik daha özgürleştirici bir şeydir. Ben o yüzden kendimi hayatım boyunca tarif ederken hep şehirli olarak tarif etmeye çalıştım. Bunlar sosyal psikolojik olarak da aşağı yukarı kabul edilen şeyler. Ölüm karşısında mesela köylüler daha gerçekçi.