Avukat Erşen Sansal, 34 yıldır takip ettiği Bahçelievler katliamı davası için "Derin devlet adamlarına sahip çıkıyor" dedi.
Hürriyet Gazetesi Okur Temsilcisi Faruk Bildirici'nin "Derin devlet hâlâ adamlarına sahip çıkıyor" başlığıyla yayımlanan (22 Temmuz 2012) yazısı şöyle:
Derin devlet hâlâ adamlarına sahip çıkıyor
47 yıllık avukat olduğunu söylemek yetmez onu tanımlamaya. Erşen Sansal, Cumhuriyet tarihinin utanç sayfalarının şöhretsiz yıldızı. Sıkıyönetim davalarından darbe yargılamalarına, Deniz Gezmiş davasından Sivas katliamı davasına kadar toplumsal belleğimizde derin izler bırakan ne kadar dava varsa hemen hepsinde bir adalet savaşçısı olarak oradaydı. Bahçelievler katliamı davasını tam 34 yıldır takip ediyor meslektaşlarıyla, bıkmadan, yılmadan…
Siyaset: Islıklı yürüyüşe katıldım ıslık çalamadım
27 Mayıs öncesi gençlik hareketlerinde aktif olarak bulunmadım. Ama önemli olayların hepsini izledim. O sırada İran Şahı Rıza Pehlevi ve Prenses Süreyya, Türkiye’ye geldiler. Ankara’nın nabzı onlarla attı. Her geliş geçişlerinde Kızılay’da kalabalık toplanıyordu. Onların ardından hemen siyasi renk çıkıyordu ortaya. Bunlar yaşandı. Örneğin 27 Mayıs öncesindeki Kızılay’da İsmet İnönü’ye tezahürat, Menderes’i yuhalama ve “Harbiyeli aldanmaz” yürüyüşünü izledim, 555 K hareketini yaşadım. 5 Mayıs’ta saat 5’te, Kızılay’dan aşağıya doğru “Olur mu böyle olur mu” marşını ıslıkla çalarak aşağı doğru yürüdüler. Beş kişiyle başlamışlardı, dönüşte 50 kişi oldular. Bir daha indiler, bu sefer 500 kişi oldu. Giderek arttı kalabalık. Ben de yürüdüm ama ıslık çalamadım. Oldu bitti ıslık çalmayı beceremem. 27 Mayıs’ın hemen akabinde iki dernek kuruldu; Türk Kültür Derneği, diğeri Türk Devrim Ocakları. İki kardeş dernek olarak. 27 Mayıs yönetimi bize Meclis bahçesinin köşesindeki Meclis Başkanlık Konutunu tahsis etti. Türk Kültür Derneği, ismini değiştirip bugüne kadar geldi, Halkevleri adını aldı. Çeşitli kademelerinde görev yaptığım Türk Devrim Ocakları ise maalesef kapandı gitti. 1961 yılında TİP kurulmuştu İstanbul’da. Ankara İl Örgütü de 1962 yılında kurulunca oraya geçtik. Böylece siyasetle tanışmış oldum. 21 yaşındaydım o tarihte. O tarihten bu yana da aynı siyasi çizgiyi sürdürüyorum. O zaman bildiri dağıtmak, 1963 seçiminde gözlemcilik yapmak, mitinglerde görevli olmak gibi işlerden 1975 yılında gele gele ikinci Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularından biri oldum. Maalesef 1980 ile birlikte TİP de tarihe karıştı. TİP de CHP gibi ana partiler oldu. İkisinde de doğurganlıklar oldu, içlerinden yeni partiler çıktı. TİP devam etseydi, belki de bütün bu sol bölünmüşlükleri toparlayıcı rol oynayabilirdi.
Üniversite: Öğrenciyken Milli Kütüphane'de çalıştım
Liseyi 1958 yılında bitirdikten sonra çalışarak okumak zorunda idim. Mütevazı bir aileden geliyordum. O nedenle devlet memurluğu yaptım. Görev yaptığım Milli Kütüphane bende bugüne kadar uzanan değerli anılar bırakmıştır. Kitaplarla dost bir genç olarak kütüphanenin deposundaki yüzbinlerce kitabı görmek, dokunmak bile benim için çok önemliydi. Eski yazıyı da orada öğrendim. Fakültede son sınavımı, Hitler Almanyasından kaçıp Türkiye’ye gelen değerli bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Ernst Hirsch yaptı. Bu benim taşıdığım onurlu bir sıfattır. Sözlü sınavda on üzerinden dokuz aldım, dereceye girdim. O ana kadar bütün sınıflarda geçer notları ancak alabilmiştim. Hukuk Fakültesi’ni bitirince dilekçemi verip Milli Kütüphane’den ayrıldım, oradaki arkadaşlar, “Avukatlıkta ihtiyacın olur” diye bir çanta armağan ettiler. O zaman yargıda yaptıkları önemli işlerle isimlerini duyuran, aldığı kararları Ant ve Yön dergisinde yazan değerli savcı Vasıf Ersoy’un yanında staj yaptım. Ülkemiz tarihinin tatsız bir olayı olan 1951 Tevkifatında tutuklanıp hapis yatmış avukat Turan Tamar’ın yanında tamamladım stajımı. Avukatlıkta tam 47 yıl oldu. Yanılgısız ve rahatlıkla söyleyebilirim, maalesef bu sürede her şey, hergün biraz daha kötüye gitti yargıda. İlk yıllarda hissettiğim adalet duygusu bugün hiç yok. Bugün Türkiye’de görünüşte olağanüstü koşullar yok ama normal olanı da yaşamıyoruz. Koşullar olağan ama durum anormal.
68 hareketi: Hakim davayı trafik kazasıyla karıştırdı
İlk girdiğim, trafik kazası, boşanma davaları gibi davalar zikre değer önem taşımazlar. 1965 benim mesleğe başladığım sene. Bir de iki yıl askere gidip döndüm. Sarıkamış’tan döndüğümde siyasi ortam hareketliydi, 68 olayları başlamıştı. Askerlik dönüşü girdiğim ilk davalardan biri hatırımdadır. ODTÜ’de bir direnişle ilgili asliye ceza mahkemesinde bir dava görüldü. Sağ tandanslı ve siyasi yakınlığını açığa vurmaktan çekinmeyen bir hakim vardı o mahkemede. O davada verdiği kararı şu ibareyle yazmıştı, “Tıpkı Karayolları’nda geçerli trafik kuralları olduğu gibi hayat yollarında da yürürken birtakım kurallara uymak gereklidir”. Ben de “Sayın mahkeme bu davayı bir trafik kazasıyla karıştırdı galiba” diye temyiz ettim. Öğrencilere iki ay hapis cezası verdi o hakim. Görülmüş bir şey değildi o güne kadar. Tecil de etmedi. O olaydan 2.5 sene sonra öğrenciler, artık idam sehpalarına çıkarıldılar. Adliye öğrenci davalarıyla dolup taşıyordu. Atalay Savaş adlı bir öğrenci adliyenin önünde minibüs çarpmasıyla öldü. 1969 yılı başında, 6 Ocak günü ODTÜ’de Commer’in arabası yakıldı. Onunla ilgili davanın olduğu günkü kalabalığı adliye hiç yaşamamıştı. İlk duruşmada tahliye edildi gençler. 68 hareketinin ilk şehitlerinden Taylan Özgür ve Yusuf Aslan da davanın sanıklarındandı.
Deniz Gezmiş: Hiç gülmeyen hakimi bile güldürdü
Deniz’lerin yargılandığı dava 24 sanıklı bir davaydı. 12 Mart’tan önce başlamıştı yargılama. Ankara Ağır Ceza, Kayseri’ye göndermişti. Sıkıyönetim öncesinde davanın yükünü çeken avukatlar Niyazi Ağırnaslı, Halit Çelenk, Şakir Keçeli’ydi. 12 Mart ile birlikte Kayseri de Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’ne gönderdi. Ben o zaman davaya girmeye başladım. Başlangıçta avukat sınırlandırması olabilir diye müvekkilleri paylaşmıştık. Ama sonra 11 avukat olarak davadaki bütün gençlerin vekaletini aldık hepimiz. İddianame okunduktan sonra sorgular başladı. Deniz savunma sırasında sözü Lozan antlaşmasına getirdi ve “Lozan antlaşması batılı ülkeler tarafından hoş karşılanmadı. Bu yüzden onaylanmasını geciktirdiler. 1923’te imzalanmasına rağmen ABD senatosuna 1927’de getirildi. Senatör Upshow, ‘Timurlenk kadar hunhar, Müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır.’ dedi. İşte o senatör tam kaçırılacak bir Amerikalı.” O, idam rüzgarının estiği duruşmalar sırasında hiç gülmeyen mahkemenin başındaki Ali Elverdi dahi tebessüm etti. Topu topu 2.5 ay süren yargılama sürecinde ne bizim ne de sanıkların sözünü kestiler. Askerler sert davranıyordu hatta bir defasında dipçikle vurup gençlerden birinin kafasını yardılar ama mahkeme heyeti duruşma salonunda bir olay çıkmasından özellikle kaçınıyordu. İdama önceden karar verdikleri oradan seziliyordu. Mamak Askeri Cezaevi’nde ziyarete gittiğimizde Hüseyin İnan’ın bize “Sakın yanılmayın, bizi asacaklar” demesi hiç gözümün önünden gitmez. Ali Elverdi, bir telefon konuşması sırasında “Yahu bunları bize niye gönderiyorsunuz? Siz halledin” demiş. Rahmetli Halit Çelenk’in eşi meslektaşımız Şekibe Abla da ilk duruşmalardan birinde bir astsubayın Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in fotoğrafını çekip gittiğini fark etmiş. Oradan anlamış idam kararı verileceğini.
Bahçelievler katliamı: Öldürülen oğlunun adını yaşattı
9 Ekim 1978 günü. Günlerden pazartesiydi. Neden hatırlıyorum? Hafta sonunda 7 ve 8 Ekim tarihlerinde TİP’in İl Temsilcileri toplantısı yapılmıştı. O gün bir duruşmam vardı, sabah erken çıkmış, radyo da dinlememiştim. Katliamdan haberim yoktu. Saat dokuz sıralarında yazıhanemin telefonu çaldı. TİP’in İl Başkanı Osman Sakalsız, telefonda “Acele partiye gelmemi” söyledi. Ne olduğunu sormadım. Önemli bir mesele olduğu anlaşılıyordu. Hemen çıktım. İzmir Caddesindeki il binasına gideceğim. Fakat Kızılay’dan geçerken bir şey dikkatimi çekti. Bir sonbahar sabahı. İnsanlar başları önlerine eğik geçiyorlar, kimse kimseyle konuşmuyor, herkeste bir suskunluk var. Hani filmlerde görürüz terk edilmiş kasaba diye, işte öyle suskunlaştırılmış, ağır bir hava çökmüştü Ankara’nın üstüne. Bu havanın nedenini İl Başkanlığı’na gelince öğrendim tabii. Haber duyulunca Behice Boran ve Nihat Sargın da İstanbul’dan çıkıp geldiler. Bir süre sonra da katiller yakalanmaya başlandı teker teker. Hayatlarında hiç tanımadıkları, yüzlerini bile hiç görmedikleri yedi genci, ellerindeki eterlerlerle, boğma telleriyle, 14’lü silahlarla donanmış olarak, altlarında çeşitli arabalarla gelip evlerinde baskın yapıp öldürmeleri terörün ne denli ürkütücü olduğunu gösteriyordu. Partinin kurucu üyesi olarak öldürülen gençlerin hepsini tanıyordum. Katliamda kaybettiğimiz gençlerden Serdar Alten bir hafta kadar yaşadı, daha sonra öldü. Geniş bir aileydi onlar. Ailesi de toplumsal meselelere açık ve aşina olan insanlardı. Görüştüğümüz, evlerinde zaman zaman yemeğe kaldığımız dostlarımızdı. Serdar’ın öldürülmesinden sonra küçük kardeşinin yanında bu cinayetten hiç bahsetmediler. Yıllar sonra ileri yaşlarda öğrendi ama küçükken onun yanında bu ölüm hiç konuşulmadı. Haluk Kırcı’nın telle boğmaya çalışıp, sonra yastıkla havasını kesip öldürdüğü Osman Nuri Uzunlar, Bursalıydı. Babası İbrahim Uzunlar, katliamdan sonra doğan çocuğuna öldürülen oğlunun anısını yaşatmak için Osman Nuri’nin adını verdi.
34 yıl: O evi müze yapmayı düşünmüştük
İlk andan itibaren davaya müdahil avukat oldum. 34 yıldır da Nezahat Gündoğmuş ve çok sayıdaki meslekdaşımız ile birlikte takip ediyoruz. Bu davanın aydınlanmasında önemli ipuçları vardı. Mesela Serdar Alten, ölümünden önce arabanın plakasını verdi, eve giren dört kişiyi tarif etti. Bir önemli tanık da katliamdan iki gün önce pazardan alışveriş yapan yaşlı bir kadındı. Yorulunca elindekileri yere koyup, oradaki bir duvarın üzerine oturup soluklanmak istemiş. O sırada iki gencin konuşmalarını duymuş. Bir genç gelip, iri yapılı diğerine “Reis baktım. 5-6-2 Tamam” demiş. Reis dediği, “Git bir daha bak yanlışlık olmasın” demiş. Bir daha gidip gelmiş, “Tamam Reis” demiş. 56/2 numaralı adreste katliam meydana gelince o gün pazarda duyduklarıyla bağlantı kurmuş. Fotoğraflardan teşhis yaparak iki kişiyi gösterdi. MHP’nin Bahçelievler sorumlusu Ercüment Gedikli ile Tokat Yurdu’nun Reisi Duran Demirkıran’dı o gün konuşanlar. Abdullah Çatlı, organizasyonun başındaki büyük Reis! Bu tanık Mamak’ta ağustos ayında yapılan duruşmaya yakası kalkık bir kürk mantoyla, acemice bağlanmış başörtüsü ve siyah gözlüklerle geldi. Kendisini böyle kamufle ettiğini gören hakim, kadının rahat konuşabilmesi için sanıkları salondan çıkardı. Kadın ayrılırken de güvenliğinin sağlanmasını istedi. Değerli bilim insanı Behice Boran, 1979 seçimleri nedeniyle yaptığı televizyon konuşmalarından birinde yedi gencin Bahçelievler’de öldürüldüğü günü, TİP’in onur günü olarak ilan ediyordu. Behice Boran hakkında bu konuşma nedeniyle “komünizm propagandası” suçundan ceza verildi. Öldürülen gençlerin anısını yaşatmak için bu evi muhafaza etmeyi düşündük. Evi müze yapmak aklımızdan geçmişti. Olmadı öyle bir şey. Öyle duruyor o ev. İnsanlar oturuyor.
Tahliye: Derin devlet adamlarına hâlâ sahip çıkıyor
Son tahliye kararında da AKP suskun kalarak onayladı, MHP açıkça savundu. Bu katillerin serbest bırakılmalarıyla adalet sağlandığını söyleyenler, önce evlerinde ders çalışan silahsız gençlerin saatler suren işkencelerle neden öldürüldüğünün cevabını vermeliler. Hatırlarsınız Abdi İpekçi cinayetinin tetikçi M.Ali Ağca’nın tahliyesi sırasında kurbanlar kesildi, lüks otomobillerle karşılayan grup “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye sloganlar attı. Cevat Yurdakul’un katili Muhsin Kehya’nın tahliyesinden sonra da yapıldı. Bahçelievler katliamının yargı sürecinde ve hapishanede kaldıkları süreçte haksızlıklar oldu. Haluk Kırcı nedense üç kere yanlışlıkla tahliye edildi. Üçünde de itiraz dilekçeleri verip kararın düzeltilmesini sağladık. Tansu Çiller, başbakan olarak çıkıp, “Devlet için kurşun atan da şereflidir, kurşun yiyen de” dedi. Kenan Evren, Abdullah Çatlı için “Devletine milletine bağlı bu gençten istifade edelim” demiş. İşte o yargıyı tahakküm altına alma anlayışı günümüzde de devam eden bir 12 Eylül anlayışı olarak kendisini gösteriyor. Şimdi tahliye edilen Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu, 1999’da yakalanmışlardı. Bünyamin Adanalı daha önce kısa bir dönem yatmıştı. Onunla birlikte 14 yıl yatmış oluyor. İlginçtir ki, daha sonra yedi kez ölüm cezasına çarptırılacak olan Bünyamin Adanalı, altı ay kadar tutuklu kaldıktan sonra mahkemece tahliye edilmişti. Bugüne bu yollardan geçilerek gelindi. Derin devlet kendi adamlarına hala sahip çıkıyor. Bahçelievler katliamı kamuoyunda büyük nefret yaratmıştı. Katliam hafızalarda hala taze. Tahliyelerin ardından gazete ve televizyonların bu kadar ilgilenmesinin nedeni de bu. Tahliyeleri protesto için evin önünde yaptığımız etkinlikte “Hiçbir kanun vicdanlardaki mahkumiyeti silemeyecek” dedim. Bu kararı veren hakim de “Vicdanım sızlıyor” dedi. Bahçelievler katliamının 34 yıllık yargı sürecinde o kürsüden çok hakim geldi geçti. Bir vicdan meselesi söz konusu ediliyorsa hangi vicdanların ne zaman neleri hissettiği meselesi de gözden geçirilmeli. Yedi idam kararının da çıktığı o kürsünün vicdanıyla şimdi katilleri serbest bırakan vicdan aynı vicdan mıdır acaba? Bu kararlarla toplumsal vicdan yaralanıyor, toplumun adalet duygusu yaralanıyor, çok şeyler kaybediyor. 1974 yılında çıkarılan Af Kanunu yanlış şekilde uygulanarak, müebbetlikler salıverilmişti. Bu yanlışlığın farkına varılması üzerine, bırakılan müebbetlikler yeniden toplanarak cezaevine kondu. Bu uygulama, günümüzde de tekrarlanabilir ve yanlış hesaptan dönülebilir. Kararı bu beklentiyle temyiz ettik.
Davalar: Olağanüstü mahkemeler acı çektirdi
12 Mart’ta TİP davası, 12 Eylül’de yine TİP davası, Barış Derneği davası, DİSK davası, Ankara TKP davası, Cevat Yurdakul’un öldürülmesi davası, Doğan Öz’ün öldürülmesi davası, Necdet Bulut’un öldürülmesi davası, Aydınlar Dilekçesi davası, TÖB-DER davası, Sivas davası, Haydar Kutlu-Nihat Sargın davası gibi davalara girdim 47 yıllık meslek hayatım boyunca. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde öğrencilerin, aydınların davalarını aldım. Ankara, İstanbul, Eskişehir’de, Türkiye’nin hemen her yerinde davalara girdim. Davaların kimilerinde suçlanan arkadaşlarımızla ilgili beraat kararı aldığımızda sevindik, kimilerinde ise üzüldük, hem de derinden üzüldük. Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül’de ve DGM’ler gibi olağanüstü mahkemelerde bütün ülkeye acı çektiren yargılamalar yapıldı. Günümüzde de bir yargı sorunu var Türkiye’de. Maalesef yargı kanayan yara halindedir. Hangi davaya baksak öyle, Sivas davası kanayan yara halindedir. Bahçelievler katliamı davasında aradan geçen 34 yıla rağmen hala yara kanatılmaktadır. Mekanizma ilginç işliyor; siyaset savcılarımızı, hakimlerimizi çağırıp da “Şöyle dava aç, böyle karar ver” demiyor elbette. Açıktan talimatlar verilmiyor. Ama kimi zaman “Siz hiç benim şu tür suçlamalarla karşı karşıya bulunan insanların bu toplumda serbestçe dolaşmasına izin vereceğimi söylediğimi duydunuz mu?” demek yetiyor. Hangi yargıcın, savcının ne yapacağı onun idrakine bırakılıyor. Bir de hakim ve savcılar, en üst düzeyde gelire sahip kamu kesimidir. Bu memnun edilme onlarda şükranlarını ifade etme duygusu yaratıyor. Kuşkusuz bu sözümüz hepsi için geçerli değil. Değerli Faruk Erem hocamız özellikle siyasetin yargıya karışmasını kastederek şöyle söylerdi; “Yüz gram altının içinde 10 gram yabancı madde olsa o yine altındır. Fakat 100 gram adaletin içinde bir miligram yabancı unsur olursa o adalet olmaktan çıkar”. Bugün için de durum budur.
Kutlu-Sargın: AİHM kapısının açılmasına katkımız oldu
1987 yılında Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için bireysel başvuru hakkını kabul etti ve Türkiye, Strasbourg yargısı ile tanıştı. Strasbourg Mahkemesine Türkiye’den yapılan ilk başvurular, Kutlu-Sargın davalarıydı. Nihat Sargın ve Haydar Kutlu yurt dışından geleceklerine ilişkin açıklama yapmışlar orada. O zaman Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin savcısı olan Nusret Demiral, “Gelsinler, gelsinler kendilerini idamla karşılayacağız” dedi. Demiral’ın sözleri de gazetelere yansıdı. Bu laflar insanı tedirgin ediyor. Türkiye yoğun bir işkenceler dönemini yaşıyordu, işkencelerde sakat bırakmalar, ölümler oluyordu. Nihat Sargın eski dostumuz, yurtdışına gitmeden çok önce bana bir vekaletname vermişti. Nihat beyin vekaletnamesiyle birlikte savcılığa bir dilekçe verdim. “Yapacağınız şey, uçak havaalanına iner inmez doğruca bir hakimin huzuruna çıkartmak, hakkındaki gıyabi tutuklama kararını vicahiye çevirmektir” dedim. Gözaltına alınamazdı. Ama biz bu dilekçeyi vermemişiz gibi gözaltına alındılar. 15 gün sıkıntılı, işkenceli, eziyetli bir gözaltı dönemi oldu. Hatta benim dilekçemi işleme koymak yerine İstanbul’daki notere “Bu vekaletnamenin aslı var mı?” diye yazı yazmışlar. Sanki ben aslı olmayan bir vekaletname uyduracağım, onu da DGM Savcılığı’na vereceğim diye düşünebilecek bir kafa! Bireysel başvuru hakkı tanınınca işkenceli gözaltı, derhal hakim huzuruna çıkarılmamaları nedeniyle AİHM’e başvurduk. Bu çalışmayı İzmir Barosu’nun eski başkanlarından değerli hukukçu Güney Dinç ile birlikte yürüttük. Strasbourg’da duruşmaya girerken sadece Haydar Kutlu ve Nihat Sargın için değil bütün Türkiye için örnek olacak bir davayı yürütmenin sorumluluğunu hissediyorduk. Nitekim bizden sonrakiler için çok yararlı bir kapının açılmasında olumlu bir sonuç elde ettik.
Türkiye'nin kaderi: Bu davalar hayatımız oldu
Davalar dışında bir hayatım oldu mu? Hayatımız bu davalar oldu. 34 yıldır bitmedi Bahçelievler katliamı davası. Hatta ne yazık ki, bu davalar Türkiye’nin hayatı oldu. Türkiye’nin kaderi böyle. Şöyle anlatayım; Evinizde televizyon seyrederken yahut gazete okurken hatta banyo yaparken bile aklımıza davalar geliyor. 24 saat kafamız bunlara çalışıyor. Örneğin 3 Kasım 1996 günü gazeteleri açtık okuyorduk. Susurluk kazası olmuş, Abdullah Çatlı ölmüş, Haluk Kırcı’nın adı geçiyordu! Abdullah Çatlı, bir türlü hakim karşısına çıkarılamadan bu dünyadan göçüp gitmişti. Bahçelievler katliamı davası, o sırada önemini kaybetmişti. Yargılama boş sıralara yapılıyordu. O gün Nezahat Gündoğmuş da duygular yüklenerek gelmiş evinden, ben de öyle. Yazıhanede öğle yemeği yiyorduk birden şimşek çaktı. Dedik ki, 18 Kasım’da katliamın duruşması var. Ola ki, bu hunhar katliamın acısını hisseden meslektaşlarımız “Ben de varım” diyebilir, duruşmayı arkadaşlarımıza duyuralım! Sivas davasının duruşması vardı iki gün sonra. O duruşmadan çıkarken arkadaşlarımıza bu düşüncemizi açtık. Çok sıcak ilgi gösterdiler. 250 kadar avukatın imzasıyla Abdullah Çatlı’nın korunarak yargı önüne çıkarılmadığını vurgulayan bir dilekçeyi mahkemeye verdik. Mahkemeye de o avukatlarla hep beraber girdik. Sivas davasına müdahil olarak avukat olarak girmiştim. Ankara Barosu’ndan avukat arkadaşlar bir belgesel film çalışması yaptılar. “Alaz” adlı o belgeseli yaparken gelip benimle de konuştular. O belgesele benim katkım bu oldu.