Özel Dosya

'Ermeni katliamı yok' diyen Halaçoğlu ve Alman belgelerindeki gerçekler

Halaçoğlu söyleşide baklayı en sonunda ağzından çıkarıyor. Derdi tapu. Sahi Ermeni mülkleri, malları, zenginlikleri ne oldu? Tapular şimdi kimin cebinde?

23 Nisan 2013 23:57

Serdar Dinçer

21 Nisan akşamı internette gezerken “ölen Ermeni sayısı 8500’dü“ içerikli bir başlık dikkatimi çekti. Herhalde Taner Akçam’ın söyleşisini alırken iki sıfırı unutmuşlar diye düşündüm. Ancak az sonra benzer bir başlığa yine rastlayınca, merak edip açtım ve konuyu anladım. Meğer bu sözler Yusuf Halaçoğlu’na aitmiş. Zaman gazetesinin sorularına verdiği yanıtlarda bunu söylemiş. Halaçoğlu’na göre doğu illerinde “tehcir“ yapılmamış, “isteyenler Rusya tarafına geçmiş, kalan bölgelerden de 500 bin Ermeni nakledilmiş“. Halaçoğlu Türk ordusunun, Türk devletinin masumiyetine delil olarak da bir alman belgesinden söz ediyor. Öte yandan Alman arşiv belgelerinde aynen şunlar söyleniyor: “Eğer Türk ordusu olmasaydı Ermeniler Kürtler tarafından öldürülürdü.“ Bu da Türk ordusunun, yani devletin Ermenileri koruduğunu gösteriyor zaten….

Dolayısıyla katliam yok. Hastalıktan açlıktan ölenler bu söylediğim rakamlar. Türkiye’de bir takım gruplar tarafından öldürülen Ermenilerin sayısı 8.000 civarında. Ermenilerin büyük bir soykırıma uğradıkları gibi safsatalar da yalan zaten….

Gizli Ermeniler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Türkiye’nin bu konuda çok dikkatli olması lazım. Mesela emlak meselesi gündeme gelecektir. Burada devleti yönetenlerin uyanık olması gerek.“

 

Halaçoğlu belgenin tarih ve dosya numarasını versin

 

Yatmadan böyle şeyler okumak benim yaşımda insanlar için iyi değil aslında. Uykunuz kaçıyor. Hazır kaçmışken bari çevirdiğim yüzlerce sayfalık belgelere bir daha bakayım dedim. Halaçoğlu’nun sözünü ettiği cümleyi bu belgelerin hiçbirinde bulamadım. Halaçoğlu’na buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum: Sayın Milletvekili Yusuf Halaçoğlu Bey, lütfen andığınız belgenin tarihini ve dosya numarasını verin. Olur ya gözümden kaçmıştır. O belgenin Alman Dışişleri Bakanlığı Politik Arşivi’nde orijinalini de bulup baştan sona sizin için, hem de bedavaya ve bir madalya beklentim de olmadan tercüme etmeye hazırım. Böylece bu cümlenin kim tarafından (çünkü tıpkı Talat ve Enver kadar katliam düşkünü alman militaristleri de o günlerde Türkiye’de cirit atıyordu) ve hangi bağlamda söylendiğini bütün millet öğrensin. Bilgi, tarih bilgisi üç beş faşistin dilinde mermi olmasın.

 

Hepimiz Kriptoermeniyiz

 

Halaçoğlu’nun söyleşisindeki “gizli ermeniler“ söylemi bir kışkırtma denemesidir, bir nefret söylemidir. Bundan bir süre önce de Alevilerle ilgili konuşan Mehmet Şevket Eygi “Türkiye’nin en büyük problemi kriptoermeni ve Yahudilerdir“ demişti. Bunların gözünde savunmasız yüzbinlerce insana reva görülen alçaklıkları okuyup öğrendikten sonra uyuyamayan, susamayan her dürüst insan “gizli“dir,  “kripto“dur, şüphelidir, sakıncalıdır ve “yangın halinde ilk bertaraf edilecekler“  konumuna sokulur. Bu hiç de orijinal bir numara değildir. Doğrudan Alman nazilerinden devralınmış, faşist Göbbels demagojisinin Türkçe’leştirilmişinden başka bir şey değildir. Wilhelm ve Alman faşist söyleminin temel kavramlarından biri yahudi ruhlular, ruhen yahudiler (yani gizli, yani kripto yahudi) diye çevirebileceğimiz işte bu “Gesinnungsjuden“ kavramıdır. Bu kavramla binlerce Alman komunisti, sosyal demokratı, dürüst antifaşist aydını damgalanmış, inim inim inlettirilmiş, temerküz kamplarında imha edilmiştir.

 

Tapular kimin cebinde?

 

Alıştık artık. Yüzlerce yılda biz alnının teriyle, çalıp çırpmadan ekmeğini kazanan Türkleri, Kürtleri alıştırdılar. Refkleks oldu. Nerede “Türküz, müslümanız, hepimiz biriz, birleşelim!“ türü sözleri duysak tüylerimiz diken diken oluyor. Kabahat bizde değil, refleks oldu, hemen geriliyoruz, herbir yerimiz büzülüyor ve “Eyvah!“ diyoruz, “Eyvah! Yine birileri bizimle birleşecek! Ve kimbilir yine neler yürüyecek!“

Halaçoğlu söyleşide baklayı en sonunda ağzından çıkarıyor. Derdi tapu. Sahi Ermeni mülkleri, malları, zenginlikleri ne oldu? Tapular şimdi kimin cebinde? Biraz “Glasnost“ istemek bunca zoraki “birleşmeden“ sonra bizim milletin de hakkı değil mi? Yoksa yıllarca hükümette bulunmuş olan MHP bunu biliyor da ondan mı eski tapu kayıtlarını herkesin bilmesine karşı çıkıyor? Neden karşı? Yoksa tapular…?

Alman Dışişleri Bakanlığı Politik Arşivi’ndeki belgelerde aslında tüm bu soruların yanıtları var. Unutmayalım Almanlar müttefik ülkeydi ve bu belgeler gizli belgelerdi. Yüzlerce belgeden sadece birkaçını, “düşman“ İngiliz değil, Amerikan değil, “hain“ misyoner, Ermeni değil, doğrudan Alman diplomat ve görevlilerin tanıklıklarına dayanan birkaçını bu yazının ekine koyuyorum. İşkence düşkünlüğü mü, katliam mı, soykırım mı, hırsızlık, gasp mı, ırz düşmanlığı mı, kadın-sübyan ticareti mi, allahsızlık mı, kitapsızlık mı, hepsini sadece bu birkaç belgede bile görmek mümkün. “Aynen Alman belgesi“ne sığınan Halaçoğlu’nun bu belgelerden hiç mi haberi olmamış?

 

24 Nisan kurbanlarının önünde utanıyoruz ve saygıyla eğiliyoruz

 

Taner Akçam’ın da dediği gibi 24 Nisan gerçekten Ermeni aydınlarının “faili meçhule“ gönderilmesinden başka birşey değildi. Bunların arasında olan ve büyük şansı ve zekası sayesinde sağ kurtulabilen Aram Andonyan bu tutuklama ve ardından gelen günleri Rita Soulahian Kuyumjian tarafından yayımlanan “Exile Trauma and Dead“ isimli çarpıcı, ancak nedense hâlâ Türkçesi bulunmayan anılarında dile getiriyor. Zaman bu aydınlarla sadece Ermenilerin değil, Türkiye’mizin ne büyük bir zenginliği yitirdiğini anlama ve anlatma zamanı. Sadece Aram Andonyan örneği bile bu kaybın ne büyük ve yeri doldurulamayacak bir kayıp olduğunu bize gösteriyor. Ateizm üzerine Türkiye’de ilk yayını da yapan ve bu yüzden dindar Ermeniler arasında bir süre izole olmaktan da korkmayan “matrak“ Aram Andonyan aslında gönlü insan diye yalım yalım yanan bir insandır. “Balkan Savaşı“ isimli yapıtı da “Türk“ tarih yazıncılığının bu savaş konusundaki temel yapıtlarından biridir. Bu kitapta şu sözleri de yer alır:

“Toplar bir ülkeye yalnız başına gitmez. Beraberinde onları imal eden ülkenin manevi etkisini de götürür. “

Anadolu Ermenilerinin köklerinin kurutulduğu savaşta Türkiye‘nin kullandığı toplar Krupp toplarıydı.

 

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

„Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah „Arkadaşlığı“ ve Ermeniler“ isimli kitabın eki cd’den belgeler:

Erzincan Kızıl-Haç askeri hastanesinden bir doktorun mektubu (29 Haziran 1915):

“Büyük olasılıkla Dr. Neukirch’in kardeşine mektubu

Aşağı yukarı 1.VI.’da Erzincan’da bazı ermeni ailelerin sürüleceği duyuldu, önce 5, daha sonra 150, sonunda da söylenen şuydu: bütün ermenilerin gitmesi gerekiyor. Aynı zamanda bura civarında Erzurum tarafından ermeni ailelerin açıkta konakladıkları ve jandarmalarca gözetim altında tutuldukları görüldü. Sıhhiyecilerimizden Gehlsen, bunlarla konuşmak istedi, ama bu ona yasaklandı. Daha sonraki günlerde durum daha da netleşti: ermeni kadınların hepsi evlerinin önünde oturuyorlar ve neleri var neleri yoksa satmaya çalışıyorlardı. Herşey sudan ucuza gitti. Köylüler ve kürtler, ermeni mahallelerine girdiler ve eşeklerine ev malzemesi yükleyip götürdüler, arada tepeleme yüklenmiş kağnılar gidiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla alıcılar şehrin etrafındaki uzak yörelerden geliyorlardı. 10.VI.’da manzara değişti. Şehir boşaldı. Ermeni mahallelerinde her köşede silahlı nöbetçiler dikiliyordu. Evlerden ermeni kadınlar eşekler, kap kaçak ve çocukları ile geliyorlar ve küçük kervanlar halinde yola düzülüyorlardı. Erkekler çoğunlukla amele taburuna alındıkları için dişi öğe ağır basıyordu.   Hasta ve çok ihtiyar kadınların da topallayarak gittikleri görülüyordu. İstisna yapılmadı: Bizim askerlerimizden birinin karısı, lekeli hummadan yarı baygın yatarken, 11.VI.’da bir ata oturtuldu, benim enerjik bir raporla transportun kadının ölümü demek olacağını açıklamama rağmen. 12.VI.’da ikinci bölüm gitti ve o zamandan beri ermeni mahallesi bomboş, bütün 10-20000 nüfus (ermeni köyleri bu sayının içinde yok) gitti. Hiç olamazsa herşey düzen içinde oldu, en azından dışarıdan görülebildiği kadarıyla. Dikkati çekmesi gereken şey yalnız, seyahatin hedefi üzerine tutarlı hiçbir şey duyulmamasıydı; Arabistan dendi, güney Kürdistan, vs. Ama biz biliyoruz ki, Anadolu’da seyahat atlı, zengin insanlar için bile kolay değildir ve kuvvetli bir bünye ister. Ayrıca yol üzerindeki küçük köylerde 20 kişi için yiyecek bulmak da çoğunlukla pek zordur. O zaman 20.000 veya daha fazla kadın, çocuk ve ihtiyarı güneşin yakıcı sıcağında haftalarca nasıl beslemeyi düşünüyorlar, yatacak yer konusunu hiç açmayalım. Hükümetin bunu gerçekleştireceğine asla ciddi olarak inanmamıştım. Gerçekten gidilen yolun ne olduğunu, belki şu anlatabilir: Henüz sürgün başlarken bize bir türk doktor, kürtlerin soygun fırsatını, herhalde kaçırmayacaklarını söyledi. Daha 11.VI.’da ise söylenen şuydu ki, bazı kadınlar geri gelmişler ve gece baskına uğradıklarını anlatmışlardı. 12.VI: sabahı Türkçe konuşabilen eczacımız Gehlsen, 20 askerlik bir manganın harekete geçtiğini gördü. Tanıdığı bir askere seferin nereye gittiğini sordu. Yanıt: Kemah Boğazı’na. Orada geçmekte olan ermenilere baskınlar yapılmış. Dün akşam manga geri döndü ve Gehlsen ne olduğunu öğrenmeye çalıştı. Çok antiermeni havasına yattı ve böylece boğazda, bir grup ermeni kadın ve çocuğun etrafının askerlerce sarıldığını ve emir üzerine hepsinin öldürüldüğünü öğrendi. Güzel, genç kadınlara ateş etmeye kıyamazmış insan, ama ne fayda, emir öyleymiş. Birçok kadın çocuğunu nehre atmış, başka çocukları türkler islam eğitimi vermek için yanlarına almışlar. Kadınlar kaçmamışlar, hepsi dizlerinin üzerinde duruyorlarmış. G. bundan sonra aniden pozu bırakmış ve askeri, eğer bir kelime yalan söylüyorsa ihbar etmekle suçlamış. Asker buna rağmen ilk anlattıklarının doğruluğunda diretmiş. Kendi oradayken öldürülenlerin sayısını 3000 olarak vermiş ve yalnız çok azının dağlara kaçabildiğini, ama kürtlerin haberi olduğunu söylemiş! Orası böyle şeyler için çok uygun bir yer. Burası, Fırat’ın Erzincan düzlüğünü batıdan terkettiği boğaz. Orada yol kilometrelerce hep nehir boyunca gider, diklemesine yalçın kaya duvarları yandan kaçışı olanakdışı yapar. Fırat’ın sol kıyısında soyguncu dağ kürtlerinin oturduğu nobran bir bölge (Dersim) uzanır. Orada bir şey olursa o zaman  hemen kürtler suçlanabilir!...

… Bir alman Kızıl Haç Misyonu’undan iki saat mesafede, bunun, işte böyle hiçbir karşı önlem alamadığı bir katliam gerçekleşebildi.

Katliamların olduğunu hükümet itiraf etmek zorundadır. O ama suçu kürtlere yıkıyor ve hatta ermenileri korumak için birlikler yolladığını ilan ediyor. Bunun karşısında ise askerin ifadesi ! Bunun dışında da şehirde katliam üzerine söylentilerin uçuştuğunu anmama gerek yok. Katliam, sürgün kafilesinin bir kısmına dokunmayacak olsa, salgın hastalıklar, sıcak ve kürtler, geriye pek fazlasının kalmamasını sağlayacaklardır.

Sinirsel halimiz berbat: Müttefiğiz diye, bütün bunlara karşı, raporlar yazmaktan başka birşey yapamadan seyirci kalmak zorundayız.”

“Bir ihtimal, tüm bunlar dünya savaşının genel kurbanları arasında neredeyse kaybolup gidecektir, bir ihtimal, dünyadaki birçok ermeni dostu anlattığım olaylardan bir gün büyük bir hareket yaratacaktır. Benim kişisel görüşüm şu ki, burada kadın ve çocuklara reva görülen muamele, dünya savaşının her iki tarafının da şimdiye dek listelemeye  çalıştıkları vahşet eylemlerinin hepsinden kötüdür. Konstantinopel’deki temsilciliğimiz şüphesiz bu sürgün önlemlerinden genelde bilgi sahibidir, ama ayrıntıları bilemez ve bilseydi bile yerel türk makamlarını yeterince etkilemekten aciz kalırdı. Bizim sağlık ekibimize gelince, bir çözüm olabilirdi: uygun bir bahane ile bu rezil edici yöreden başka bir savaş bölgesine gönderilmemiz. Ama ekibin üyeleri bu konuda farklı düşünüyorlar, ayrıca askeri hastanenin nakliyesi korkunç zor olurdu, bu yüzden galiba burada dayanmak zorundayız.”

 

Büyükelçi Wangenheim’dan Bethmann Hollweg’e, (Pera, 9 Temmuz 1915):

Halep Kayzerlik Konsolosu bu ayın 8’inde şunu bildiriyor:

“Yarbay von Mikusch Musul’dan geri döndü ve şunları birdirdi:

Tell Ermen ve ona komşu bir köyde kürtler aşağı yukarı bir hafta önce ermenilere katliam düzenlediler. Büyük kiliseler tahrip edildi; Herr von Mikusch’un bizzat kendisi 200 ceset gördü. Milis ve jandarma katliama en azından göz yumdu, büyük olasılıkla kendi de katıldı.

Nizibin(Nizip?-çev.) ile Tell Ermen arasında yedek birlikler (hapishaneden salıverilenler) subaylarıyla birlikte sevinç içinde katliamı anlattılar ve ahalisi kesilmiş bir ermeni köyünü tamamen talan ettiler.

Carabulus’da çok yerde Fırat’tan aşağı birbirine bağlı cesetler sürükleniyordu.“

Aynı gün çektiği bir başka telgrafda Herr Rössler, Cemal Paşa’nın son zamanda, kendi yetki alanında ermenilerin öldürülmesini engellemek için sert emirler verdiğini ve aynı emirlerin üçüncü ordu alanında da verilmesi için dilekçe verdiğini bildiriyor….“

 

Konsolos Rössler’den Bethmann Hollweg’e, (Halep, 27 Temmuz 1915):

„3) Rumkale, Birecik ve Cerabulus’da gözlenen Fırat’ta sürüklenen cesetler olayı, bana ayın 17’sinde iletilen bir habere göre, tam 25 gün sürmüş. Cesetler hep aynı şekilde, ikişer ikişer sırt sırta bağlı imişler. Bu düzenlilik, başıbozuk bir katliamın değil, resmi makamlarca öldürülmenin bir  işareti. Söyleniyor ki, bu mümkündür, cesetler Adiaman’da askerlerce nehre atılmışlar. Daha aşağıda anlatıldığı gibi bu nehirde cesetlerin sürüklenmesi olayı, çok günlük bir aradan sonra yine başlamış ve bu kez daha da güçlü. Bu sefer sürüklenenler çoğunlukla kadın ve çocuklarmış.

4) Tell Abiad’da oturan yaşlı, kesin güvenilir, İsviçre’li bir çiftten öğrendiğime göre Tell Abiad’daki ermeniler 8-12 yaş arasndaki  kızlarını satmışlar, önce 2 Mecidiye’ye (bir Mecidiye=aşağı yukarı 3,50 Mark), sonradan 1 Mecidiye’ye ve daha azına veya bedavaya vermişler. Anlaşılan onları çölde bekleyen iklimden ve bedevilere bağlı yazgılarından korumak istemişler. Durmadan Tell Abiad’a koşan türkler, sürülenlerle çocuk pazarlığı yapmışlar. Güvenilir adamım bana alıcıların isimlerini söyledi. İlk grubu Zetun’dan gelen ve Tell Abiad’dan geçenlerin – geçici olarak Rakka’ya – başlarına gelenlerden sonra duyguları körelmişti ve hiç ses çıkarmadan herşeyi kendilerine yaptırıyorlardı. Onlara yeterince yiyecek verilmişti, ama çok düzensiz. Suyun çok kıt olduğu Tell Abiad’ın güneyinde küçük çocuklar ölmek zorunda kalacaklar. Bunların dışındakilerden de birçoğu  meşakkatten ölecek. Koca bir grubun tamamı susuzluktan yaşamını yitirdi bile. Tarım araçlarını yanlarına alamadılar. Ölmeyenler vardıkları yerde ne yapacaklar?

5) Hükümetin emirlerinin bu sertliğinde, göçenlerin maruz kaldığı muamele, geçtikleri bölgenin tek tek memur ve jandarmalarının insafına kalıyor. Bunun için bazen besleniyorlar, bazen de beslenmiyorlar.“

 

 

 

 

 

Bu rapora ek olarak yollanan W.Spieker’in 27 Temmuz 1915 tarihli raporundan:

„24 Temmuz 1915, Cumartesi günü 8 ermeniyi Ras ul Ayn Hattı’ndan getirdim; 3 kadın, ondört yaşında bir kız ve 5-8 yaş arasında 4 kızçocuğu. Kadınlardan erkeği Harput ile Ras ul Ayn arasında, gözleri önünde öldürülüp ateşe verilen birinin, Touem İstasyonu’nda tren personeli  (7-8 erkek) tarafından öylesine ırzına geçilmiş ki, onun bir daha kendine gelebileceğinden şüphe duyuldu – 2 gün boyunca sürekli bayılma nöbetleri geçirdi ve kendisi şu ana dek evimde eşimden bakım ve doktor tedavisi görüyor. Onun 7 aylık, zayıflayıp iskelet gibi olmuş tek oğlunu , Nuss Tell’de mühendis Herr Linsmeyer’in orada toprağa verdik. İkinci kadını, iki kızıyla bir taşocağındaki bir işçi çadırında buldum. Çadırın önünde çadırın açık yerine doğru cephe almış yarım daire şeklinde bir çauş veaşağı yukarı 15 asker oturuyorlardı, çadırın içinde kadın tek başına ikiye kıvrılmış oturuyordu. Mühendis Herr Linsmeyer’in yanıma verdiği jandarma, kadını zor kullanarak çadırdan çıkardı; onu mümkün olduğu kadar çabuk Nuss Tell’de emniyet altına aldık. 14 yaşındaki kızı, Hoca İstasyonu’ndaki 22-25 yaşlarındaki bekar istasyon şefinin barakasında bulduk. İstasyon şefi kızın ırzına geçmeye çalışmış, kız 2 gün boyunca direnmiş. Üçüncü gün istasyon şefi, kızın boyun eğmesini sağlamak için, ona 24 saat yiyecek vermemiş. Mühendis Herr Linsmeyer’in olayı müdür Herr Hasenfratz’a telgrafla bildirme tehdidi sayesinde kız bize teslim edildi. Ras ul Ayn’da şu anda, Harput ve çevresinden erkekleriyle birlikte sürülen binlerceden geri kalan 1600 kadar kadın ve çocuk bulunuyor. Bu 1600 kişi arasında artık bir tek erkek veya  12 yaş üzerinde  erkek çocuk yok. Yiyecek, içecek ve güneşe karşı bir koruma olmadan, sağlıklılar ve hastalar, güneşte 43 °C sıcakta, kendilerine refakat eden askerlerin keyfine teslim edilmiş vaziyette yerlerde yatıyorlar. Mühendis Herr Linsmeyer, ki daha geçen ay yüzüme karşı “ermeni serseri güruhu” diye konuşmuştu, bana kelimesi kelimesine şunu söyledi: “ Ben kolayca duygulanan bir adam değilimdir, ama bu zavallı insanları görünce gözyaşlarımı tutamadım. Bizim yüzyılımızda böyle bir şeyin olabileceğini olası görmüyordum..”Süleyman isimli bir çauş kendine 18 kadın ve kız aldı ve onları arap ve kürtlere 2-3 Mecidiye’ye verdi. Bir türk komiser bana şöyle dedi: Arap ve kürtlerin, hükümetin izni veya zorla, kaç kadın ve kızı alıp gittiklerini artık bilemiyoruz. Bu kez ermenilerle işimizi, uzun zamandan beri yapmak istediğimiz gibi gördük, onundan dokuzunu yaşatmadık.

Ben bunları kaleme alırken karım şehirdeki gezintisinden geliyor ve bana gözyaşları içinde, biraz önce 800 kadar ermeniden oluşan bir transportla karşılaştığını anlatıyor, yalınayaklarmış ve paramparça, kıt pılıpırtıları sırtlarında.

Besniye’de 1800 kadar kadın, çocuk ve az sayıda erkekten oluşan bütün ahali sürülmüş; güya Urfa’ya gideceklermiş. Göksu’da, Fırat’ın bir yan kolu, hepsi soyunmaya zorlanmış ve öldürülmüş ve nehre atılmış. Son günlerde Fırat’ta, bir gün 170 kadar, bazen 50, 60 ve daha çok cesedin aşağıya sürüklenip gittiği görüldü. Mühendis Herr Awdis, başmuhasibiyle yaptığı kısa bir at gezintisinde 40 kadar ceset görmüş. Kıyıya vuran cesetler köpekler tarafından, akıntıdaki kum adacıklarında kalanlar akbabalarca yeniyor. Son zamandakiler çoğunlukla kadın ve çocuk cesetleri.

Yukarıda sözedilen 800 ermeni Maraş civarındaki Döngeli ve Çürükkos’dan sürülmüşler. Onlara Antep’e götürülecekleri ve yanlarına 2 günlük erzak almaları söylenmiş. Antep yakınına geldiklerinde denmiş ki: yanıldık, sizin Nizib’e gitmeniz gerekiyor, Nizib’de: Bumbuc’a gitmeniz gerekiyor, B.’da: Bab’a gitmeniz gerekiyor vs. ve sonunda tam 17 gün sonra Halep’e varmışlar. Bu 17 gün içinde hükümetten yiyecek, içecek hiçbir şey verilmemiş, yanlarındaki azıcık varlıklarını ekmekle değiş tokuş etmek zorunda kalmışlar, Nizib yakınına vardıklarında zaten az olan eşyalarını 5 TL’sına satmak ve bunu refakatlarındaki jandarmalara vermek zorunda kalmışlar, bunu vermezlerse kadın ve kızların gece kaçırılıp lekeleneceğiyle tehdit edilmişler.

Ras ul Ayn’a varan kadınlar yolda bir çok kez kendilerine eşlik eden jandarmaların önünde çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılmışlar. Giysilerinde para aranmış, saçlarında da ve … mahrem yerleri de, oraya para saklanmış mı diye.

Bir kadının en büyük kızını zorla elinden almışlar. O da çaresizlikten diğer iki çocuğu ile birlikte kendini Fırat’a atmış. Bir işadamı bana, Fırat kıyısında doğum yapan bir kadının, çaresizlik içinde nasıl yavrusunu nehre fırlattığını kendi gözleriyle gördüğünü anlattı.

Dört yıldır Herr Linsmeyer’in yanında ayda 400 Kuruş ücretle seyislik yapan Tripoli’den Said adında bir göçmen, dediğine göre, kendi de birkaç ermeni kesebilmek için gönüllü olarak askerliğe başvurdu. Ona ödül olarak, Urfa yakınındaki bir ermeni köyü olan A.’da bir ev sözü verilmiş. TellAbiad’da depo idarecisi Herr Seemann’ın  yanında çalışan iki çerkes aynı gerekçe ile kendilerini gönüllü yazdırmışlar. Göksun yakınındaki bir çerkes köyü olan Çadaklı ihtiyar heyeti başı benim bir tanıdığıma şunları söylüyor: Ew jikmak itschün giderler (ev yıkmak için giderler).“

 

Erzurum Konsolosluk Görevlisi Carl Schlimme’nin 5 Ağustos 15 tarihli raporu:

„Trapezunt seyahatım üzerine rapor.

Konsolos Yardımcısı von Scheubner’in görevlendirmesi üzerine 18 Haziran’da buradan Trabzon’a yola çıktım. Bayburt’a dek atla Avusturya’lı ski misyonu ile birlikte gittim. Buradaki vali, bu beylerden, aralarında  buradaki ermeni piskoposunun kızkardeşinin de bulunduğu ve Angora’ya yolculuğa izin kağıdı verilen bir aileyi yanlarına almalarını rica etmişti. Bayburt’ta bizden aileyi teslim etmemiz istendi. Biz buna karşı çıkınca arabacıları elimizden aldılar ve bundan sonra arabaları kendimiz sürmek zorunda kaldık. Dr. Pietschmann, benden ona Erzincan’a dek refakat etmemi rica etti, Bayburt’ta alman konsolosluğuna çekmek istediğimiz telgraf da kabul edilmedi. Biz bunun pazarlığını yaparken, ermenilerin zorla elimizden alınmak istendiğini fark ettik. Tüfeklerimizi ateşe hazır hale getirdik ve sadece bunun sayesinde Bayburt’tan rahatsız edilmeden çıkabildik. Yolda ayan beyan komitacı nöbet noktaları farkettik. Bize eşlik eden jandarmalar bizimle daha ileriye gitmeyi red ettiler ve bize çok kez ermenileri kesmeyi önerdiler. Böyle, sürekli bir baskın beklentisi içinde Erzincan’a vardık.

Burada ermeni ailesini polis bizden zorla aldı ve enterne etti. Sonradan Erzrurum’da öğrendim ki, Herr von Scheubner’e hükümetçe Erzincan Mutesarrifi’nın resmi bir raporu iletilmiş. Bunda ermeni ailenin yanlarında silah bulunduğu için alıkonulduğu bildiriliyormuş. Ben arabanın benim yanımda arandığına ve hiçbir şey bulunmadığına tanıklık edebilirim.

Erzincan’ın içinden 26 Haziran sabahı, yalnızca kadınlar ve çocuklardan oluşan büyük bir sürgün grubu geçti. Aralarında hastalar, doğumu yakın hamileler vardı, birçok kadın ve çocuk yarıçıplaktı, ellerinde bir tutam ot vardı ve onu yiyorlardı, çünkü başka hiçbirşeyleri yoktu. Bazıları ekmek alabilmek için benden para dilendiler. Bunlara ben birşey verince, jandarmalarca döğüldüler. Bu grup Kemah Boğazı’na doğru gitti.

27 Haziran günü Zibiköy Boğazı’nda kadın ve çocuklardan oluşan başka bir grupla karşılaştım. Bunlarda tesellisi imkânsız bir durumda idiler ve jandarmalardan hayvan muamelesi görüyorlardı.

Zibiköy’ün içinde, orada gecelemesi öngörülen üçüncü bir grup vardı. Bunlar açık bir alanda daire şeklinde içiçe şıkıştırılmışlardı ve onlara jandarmalar, su getirmeye bile izin vermiyorlardı.

Trabzon’a varmadan az önce, 1 Temmuz’da erkek, kadın ve çocuklardan oluşan bir kervana rastladım. Giysilerine bakılırsa bunlar, ne araba ne de eşekleri olduğu için bohçalarını kendileri taşıyan ermeni eşrafı idi. Trabzon’dan ahali, korkunçşekilde, zalimce sürülmüş, ne bir şey satmaya, ne de bir şeyi yanlarına almaya izinliydiler.

Trabzon’dan dönerken Cevizlik’e dek suyun içinde veya kenarında yatan 20’den fazla erkek cesedi gördüm. Hepsi çırılçıplak soyulmuştu. Gemişhaneh (Gümüşhane ?-çev.) ve Kop Han önünde yine cesetler gördüm. Bana türk köylülerin anlattıklarına göre Trabzon’dan erkeklerin büyük bölümü Gemişane’ye kadarki yolda öldürülmüş. Birçok kadının da, özellikle onlara eşlik eden jandarmalarca, ırzına geçildiğini ve öldürüldüğünü söylediler.

Bayburt’un gerisinde hepsi arabalar ve atlar üzerinde Erzincan’a giden bir kervana rastladım. Bunların arasındaki tanıdıklardan, oraya dek rahatsız edilmediklerini öğrendim. Tüm bu gördüklerime dayanarak en iyi muameleyi Erzurum’dan sürülenlerin gördüğüne tanıklık edebilirim.

Yukarıda söylenenleri yeminle onaylamaya hazırım.“

 

 

W.Like’nin raporundan, (Mersin, tarihsiz, büyük olasılıkla 1915 sonlarında yazılmış):

“Tamam infaz etsinler, sert cezalar versinler, suçluları, gerekirse hatta binlercesini assınlar. Türkiye’nin polis gücü o denli zayıf mı ki, ermenilerle baş edemiyor? Ama bu baylara düzenlilik uymuyor; Mitridates, Timurlenk ve Cengiz Han, durmadan, hep yeniden kendilerini dışa vuruyorlar, bu eski barbar kan banyosu zevki. …

… Kendi şahit olduğum bütün katliamlarda, en utanmaz biçimde soygun yapıldı. Birçok katliam artık, bu işi bir alışkanlık haline getirdi ve en son boğazlamalarda bu ganimet hırsı, küçümsenmeyecek ikinci bir neden oldu. Üçüncü neden dini fanatizmdir, ama bu belirleyici olan değildir.”

“Sivas, Amasya, Tokat gibi büyük şehirlerde, Haziran başında bütün ermeni dükkanları kapalı idi, bütün erkek nüfus hapishanelerde veya amale kolonlarındaydı. İhtiyarlar, kadın ve çocuklar, binlercesi uçsuz bucaksız  kafileler halinde kağnılara bindirilmişlerdi; onları Kangal’a, yani çorak Uzunyayla’da ıssız bir yere deporte ettiler. Refakat eden “astsubay”, el kol işaretiyle “Hendek yapacaim” –yani bir çukur açtıracağım, dedi. Bu bahtsızların yakında kurşuna dizilecekleri konusunda bende en küçük bir şüphe bırakmadılar, aksine bir de benim tezahüratımı beklediler, çünkü zaten alman Kayzer’i ermenilerin öldürülmelerini emretmişti. Bana daha önceden birkaç bin ermeninin vurulduğu ve gömüldüğü gözden ırak koyakları göstermek de istediler. Kulübelerinden genç kız çığlıklarının yükseldiği köyler, gözlerimin önünde, pek adil bir işi yerine getiriyor havasında, büyük bir keyif ve tabiilikle yağmalandılar; söylenen hep aynıydı: alman Kayzer’i emretti, Almanya bunu böyle istiyor. ...

... Ticaretin eskisi gibi yürütülebilmesi gelecek 10-15 yıl boyunca olanakdışıdır; ülke fakirleşmek zorunda ve türk devleti hiçbir vergi toplayamayacak.

Ne yazık ki elkonan evler, arsa ve mal depoları anlamsız bir şekilde yok pahasına savruluyorlar. Torpilliler, mülkleri gerçek değerlerinin onda birine alıyorlar; egemen sınıf kazanıyor ve zenginleşiyor. ...

...Eski Türkiye’nin toleransından bugün kimse söz bile edemez. Konya’da yüksek bir türk memur, bütün hristiyanları hamal veya ayakkabı boyacısı yapacağını söyledi. Bu adam sadece genel jöntürk havasının bir temsilcisi ki, ben bunu asla eski dürüst müslümanlarınki ile eş tutamam. ...”

 

Halep’ten Başöğretmen Dr. Niepage’nin 15Ekim 1915 tarihli raporundan:

“Tam şimdi kendine tahmin edilemeyen bir etkinlik alanı açılmış olan alman ortaokulu öğretmenleri olarak bu mektubu imzalayan bizler, bu umut dolu çalışmanın, ermenilerin sürülmesinde günbegün gözlerimizin önünde cereyan eden iğrençliklerden gördüğü zararın üzücü etkisine, yüksek Dışişleri Dairesi'nin dikkatini çekmeyi görevimiz biliriz.

Ermenilerin dağlık yörelerinden uzaklaştırılmalarının başında hep görülen kanlı zulümlerde oyalanmak istemiyoruz; hısımlarından ayrı veya onların gözleri önünde kesilen binlerce erkekte; ha bre yeni sürgün saflarının geçmek zorunda kaldıkları yollarda, nöbetçileri ve onların kafadarlarınca ırzlarına geçilen veya parçalanan ve çıplak cesetleri bu yollara saçılan sayısız kız, kadın ve çocuklarda; geriye kalan, herşeyi talan edilmiş dul ve yetimleri, iskeletleşmiş halde buraya varmadan mahveden anlatılamayacak kabalıklarda, susuzluktan ölüşlerde, açlıkta oyalanmak istemiyoruz, yola çıkanların belki altıda biri – sonra yine çöllere, varolma olanağı vermeyen benzer bir çile yolculuğuna gönderilmek üzere –buraya varır, ermeni adı yok olasıya dek.

Tüm bunlar, tahmin ederiz, yüksek Dışişleri Dairesi'ne bu ülkedeki temsilcilerince bildirilmiştir.

Buna karşın, bu halk imhasındaki kitlesel sefaletten küçük bir kesite, bizden sadece dar bir sokakça bizden ayrılan, hemen okulumuzun yanıbaşında karşımıza çıkan bir kesite ışık tutmamıza izin verilsin.

Bu, türk makamlarının ermenilere, sürgünleri, özellikle ağır hastaları için verdikleri büyük eski bir han. Yani bir hastahane, denilebilirdi. Dar koridordan içeri girelim:

Bazı kubbeler, çıplak toprak üzerinde, en fazla birkaçı araba üzerindeki varlıklarının artıkları üzerinde yatan, paçavralara bürünmüş, sefil, iyice zayıflamış varlıklar. Kadın ve çocuklar. Arada bir bir ihtiyar. Erkeklik yaşında kimse yok.

Avluya giriyoruz. Baştan aşağı bir hela haline gelmiş. O kubbelerin kıyısında, hastalarda, cançekişenler ve ölülerden oluşan yığın, kendi pisliğinin içinde karman çorman yatar halde. Milyonlarca sinek bitkin hastaların ve cesetlerin üzerinde. Sızlanmalar, inlemeler, orda burda doktor isteyen bir çığlık, binlerce sinekten eza çeken gözlerden bir yakarış. Bir ihtiyarın cesedi yanında abdestlerini yapan iki çocuk.

Dışkı ile örtülü avludan öbür taraftaki bir kubbeye geçiyoruz. Donuklaşmış, açlıktan ölmek üzere bir düzine çocuk, aralarında bazı can çekişenler – ya da ölüler ? Kimse onlarla ilgilenmiyor. Zifiri bir kuytudan yarı çürümüş bir çocuk cesedi çıkarılmamış mıydı, hani anca o çürüme kokusuyla dikkatleri kendine çeken ? Bu son günlerde anneleri bu mekânda can veren öksüzler orada. Buraya hiçbir doktor gelmiyor. Hiçbir ilaç derman vermiyor. Onlar da korkunç bir ölüme mahkumlar. Açlıktan ölecekler. Hükümet bu „hastahaneye“, mercimek veya bulgur (bir çeşit kırık buğday) veya kara asker ekmeği gönderiyor. Çoğu haftalarca, hatta aylarca susuz sıcakta sürülmüş bu zavallı yaratıkların zayıflamış mideleri böylesi bir besini kaldıramıyor, kaldı ki o zaten kimseye yetmezdi. Bundan sonra gelen dizanteri, güçten düşme, tifus…

Bu arada hamallar tabutlarla geldiler. Son günlerde ölenlerin bir bölümü, oldukları gibi, tabutlara kondu, en yakındaki mezarlığa taşındı, toplu mezara boşaltıldı. Tabutlarla (bunlar sadece taşıma aracı) taşıma yetmiyor; buraya sağ varanlardan zaten her gün 100-150’si ölüyor; yük arabalarında cesetler yığınla taşınıyor; en kötü görüntüleri bir örtü kapatıyor. Bacaklar, orda burda bir kafa, araba yolda takırdayarak giderken, aşağı sallanıyorlar.

Ve hemen bu sahnelerin gösterim alanının yanıbaşında, biz alman öğretmenler, öğrencilerimizi alman kültürüyle tanıştırmak zorundayız. Onlar belki okula gelirken, yolları böyle bir ceset arabasıyla kesişti; veya zavallı kurbanların iniltilerini, öksürüklerini, kubbelerin altındaki açık pencereden duydular veya hava alabilmek için dar sokağa kadar sürünen, ama halsizlikten tekrar geriye dönemeyen ve şimdi üzerleri sinekle kaplı vaziyette, can çekişir halde sokakta yatan o zavallı şekillerin yalvarmalarına muhatap oldular.

Eğer bu öğrenciler ermeni iseler, okulun yanındaki avlularda kendi yurttaşları açlıktan can verirlerken, hangi ruh hali içinde biz öğretmenlerinden, tarih ve yurtbilgisi, din ve diğer konularda ders dinlerler acaba.

Evet, müslüman çocukların, böylesi tablolar karşısında bizim öğretilerimizi duyduklarında çıldırmayacakları mı sanılıyor yoksa ? Oysa kadın ve çocuklara karşı bu toplu cinayetleri tam bir iğrenti içinde, bağışlayıcı tanrının emirlerine karşı günah olarak lanetleyen sayısız dürüst müslüman var, kendi hükümetlerinin böylesi günahkârca zulümleri yapabileceğine inanamayan ve suçu almanlarda arayan. Sabah ülkesi (doğu – çev.) halklarının gelecekteki tarihsel hafızasındaki Almanya’nın şeref şildini, korkunç lekeler tehdit ediyorlar !

Ermenilerin dağlık ülkelerinden sürülmelerinin politik açıdan haklılığını işlemek bizim işimiz değil. Ama şuna yüksek sesle işaret etmek istiyoruz ve zorundayız: sürgün böylesi dehşet verici biçimde, kadın ve çocukların toplu öldürülmesi şeklinde sürdürülürse, öyle bir toplu öldürme ki, buna herhalde tarih henüz şahit olmamıştır, o zaman alman okul çalışması bu ülkede bir daha telafi edilemeyecek bir zarar görecektir.

Biz, yüksek bir Dışişleri Dairesi'nin etkisinin, bu alçakça cinayeti son saatinde bile durdurmak ve biz alman öğretmenlerini, daha şimdiden burada – hristiyan ve müslümanlar nezdinde – ve aynı şekilde daha sonra tüm dünya önünde suçortaklığı şüphesinin verdiği her gün daha fazla ruhumuzu ezen utançtan kurtarmak için yeteceğine güveniyoruz.

Başöğretmen Dr. Niepage

Marie Spieker

Aşağıdaki not elyazısı ile (çev.):

Meslektaş Dr. Niepage’nin anllattıklarında hiç bir abartı yoktur. Biz burada aylardır ceset kokusunu içimize çekiyoruz ve cançekişenlerin arasında yaşıyoruz. Sadece bu göklere haykıran durumun yakında sona ereceği umudu bize, okulda çalışmaya devam etme gücü veriyor ve buradaki türk olmayan ahaliye zayıf güçle, biz almanların kişisel olarak bu ülkenin korkunç yöntemleriyle hiçbir ilişkimizin olmadığını kanıtlama isteği.

Okul Müdürü Huber

Dr. Eduard Graeter“

 

 

Büyükelçi Wolff-Metternich’den Bethmann Hollweg’e, (Pera, 7 Aralık 1915):

„... Geçen haftanın akışı içinde, ermenilere zulmü Enver Paşa, Halil Bey ve bugün Cemal Paşa ile ciddi şekilde konuştum ve huzursuzluk ve hiddetin dost dış dünyada ve Almanya’da da geniş çevreleri sardığına ve eğer bir son gelmezse, türk hükümetine duyulan tüm sempatileri bitireceğine işaret ettim. Enver Paşa ve Halil Bey, daha başka deportasyonlar – özellikle İstanbul’dan – için bir niyet bulunmadığını iddia ediyorlar. Savaş zorunluluklarının, elebaşıların cezalandırılması gerektiğinin ardına saklanıyorlar ve yüzbinlerce kadın, çocuk ve yaşlının sefalete itildiği ve öldüğü ithamıyla yüzleşmekten kaçıyorlar. Cemal Paşa, baştaki talimatların doğru olduğunu, onların uygulanışının ama kötü organize edildiğini söylüyor. Bunun sonucu, kendinin yiyecek ve para ile hafifletmeye çalıştığı acıklı durumların egemen olduğunu inkâr etmiyor. Bu doğru. Onun Halep yakınındaki menzil yolunda, mültecilerin sefaleti sonucu salgın hastalıklar hakim ve o çare arayışında, mültecileri soyan birçok şahsı da astırdı. Cemal’in kurmay başkanı Albay Von Kress bana, sefaletin her tür tasvirle alay edecek ve her tür anlatıyı aşacak boyutlarda olduğunu söylüyor. Bunun yanısıra ülkede, katliamları almanların istediği şayiası yayılıyor.

Ben çok sert konuştum. Protestoların bir faydası yok ve türklerin, güya başka deportasyon yapılmayacağı sözlerinin hiçbir değeri yok.

Güvenilir kaynaktan, buradaki polis müdürünün verdiği bilgiye göre, bunun gizli tutulmasını rica ediyorum, kısa süre önce İstanbul’dan 4000 kadar ermeninin Anadolu’ya götürüldüğünü ve henüz İstanbul’da yaşayan 80.000 ermeninin giderek boşaltılacağını öğrendim, kaldı ki zaten yazın 30.000 kadarı İstanbul’dan sürülmüştü ve 30.000 kadarı kaçmıştı. Durdurmak gerekiyorsa, o zaman daha sert araçlar gerekli. Bunun için ben, „Norddeutsche Allgemeine Zeitung“da, bana bir direktifle Kayzerlik Hükümeti’nin talimatı ile yapıldığı belirtilecek şu açıklamanın yayınlanmasını öneriyorum:

„Türkiye’de şimdiye kadarki oturum yerlerinden başka yörelere tehcir edilen ermeni ahalinin acıklı yazgısı üzerine kısmen yabancı basında çıkan haberlerin  Almanya’ya erişmesi üzerine, alman halkının geniş çevrelerini, giderek artan bir huzursuzluk sardı. Her devletin, hele savaş zamanlarında, halkı arasındaki kışkırtıcı öğelere karşı, savaş hukuğunun bütün sertliğiyle yürüme hakkı varsa da, devletin güvenliği için gerekli önlemlerin uygulanmasında, tek tek bireylerin işledikleri suçlar yüzünden, bütün bir halk grubunun, yaşlıları, kadın ve çocuklarıyla birlikte cefa çekmesinden sakınılması gerekir.

Kayzerlik Hükümeti, Türkiye ve Almanya arasındaki bağlaşıklıktan doğan sıkı dostluk ilişkisini gözönünde tutarak, ermeni ahalinin tehciri sırasındaki derin esef verici olaylardan, ki bunlar en başta alt kademedeki makamların kötü tavırlarından kaynaklanıyor görünümü taşıyorlardı, haberdar olur olmaz, türk hükümetinin dikkatini İstanbul’daki Kayzerlik Büyükelçiliği yoluyla, saldırılar ve aşırılıklara çekmeyi ve tekrar tekrar, yazılı ve sözlü olarak bunların durdurulmasını istemeyi görevi saydı. Kayzerlik Hükümeti ciddi olarak, hem Türkiye’nin, hem de ermeni halkının yararına olarak, bu itirazlara uyulmasını umut eder.“

Basınımızda da, ermeni-takibatı üzerine hoşnutsuzluk dile getirtilmelidir ve türklere şakşakçılık son bulmalıdır. Onlar ne başarıyorlarsa, o bizim eserimizdir, bizim subaylarımız, bizim toplarımız, bizim paramızdır. Bizim yardımımız olmasa, şişinen kurbağa misali kendi içlerine göçüverirler. Türklerle ilişkide o kadar korkak olmamıza gerek yok. Öyle kolay kolay karşı tarafa geçip barış yapamazlar. Şimdiki erk sahipleriyle, ingiliz hükümeti kolayca ittifak kuramaz, şayet Cemal, Enver’i itip yerine geçecek olursa ki, bu olanakdışı değil, onunla bu daha olasıdır. İngiliz Hükümeti yıllardır Enver’i düşürmeye çalışıyor. Onun şimdiki erk sahipleriyle ayrı barış anlaşması yapmaya çalışması çok ihtimal dışıdır. Onun Enver Paşa’yı genel barış sondajları için kullanması ise daha da ihtimal dışıdır. Onun önünde, bu iş için yüzlerce başka kanal açıktır.

Ermeni meselesinde başarı kazanmak için, türk hükümetinde, bunun sonuçlarına karşı korku uyandırmalıyız. Askeri nedenlerle daha sıkı bir çıkışa cesaret etmezsek, o zaman müttefiğimizin katliama nasıl devam ettiğine seyirci kalmaktan ve faydadan çok kızdırmaya yarayan, başka başarısız itirazlardan başka birşey geriye kalmaz.

Ermeni takibatlarının ruhu Talât Bey. O, ancak hafta sonu Anadolu’dan geri dönecek. Ancak o zaman, onun iş arkadaşları ve Cemal’le konuşmalarımın hangi etkisi olduğunu öğreneceğim. Norddeutsche Allgemeine Zeitung’daki yayın için, benden gelecek ikinci bir telgrafa dek beklenilmesini öneriyorum.

Zimmermann’ın notu, 16.12.

Bunu her halükârda yapmak zorunda kalacağız. Ama yazının kanımca, yayınlanmadan önce yumuşatılması gerekecek. Bu şekliyle itilaf devletlerinin çok işine gelecektir.

Jagow’un notu

Özel olarak son bölüm türk hükümeti için daha dostça tutulmalı.

Bethmann Hollweg’in elyazısı ile notu, 17.12.

Bir müttefikten, süren savaş sırasında, önerildiği gibi kamu önünde hesap sorulması, şimdiye dek tarihte hiç rastlanmamış bir önlemdir. Bizim tek hedefimiz, Türkiye’yi savaşın sonuna dek kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada ermeniler mahvolur veya olmaz, fark etmez. Daha uzun sürecek savaşta bizim türklere daha, çok ihtiyacımız olacak. Hem de Cemal’in Enver’in yerine geçmesini olanakdışı bulmamasına rağmen, Metternich’in bu öneriyi nasıl yapabildiğini anlamıyorum.”

 

Konsolos Rössler’den Bethmann Hollweg’e,  (Halep, 20 Aralık 1915):

„Ermeni sorununda, 12 Ekim tarihli Frankfurter Zeitung’da (haftalık yayın) çıkan ve ekte kopyaları itaatkârca sunulan iki yazı, benim şu açıklamaları yapmama neden oldu:

Almanya’daki kamuoyu, anlaşılan, ermeni sorununun ne durumda olduğundan habersiz, yoksa gazete, olaylar üzerine henüz kanıtlanmış haberler olmadığını yazamazdı. Gazete diyor ki: „Yalnızca hareketin serserice taşkınlıkları önlenmeli.“ „Öfkeli halk yığınlarının her tür linç hukuğundan, her halde sakınılmalıdır.“ O, böylece asıl konuyu gözden kaçırıyor ve yan görüntülerle uğraşıyor; yani yanlış anlamalara götürüyor. Gerçekte söz konusu olan, bambaşka bir şeydir. Dahiliye Nezareti’nden gönderilen Tehcir Komiseri, burada açıkça söyledi: „Bir ermenilersiz bir Ermenistan istiyoruz.“ Hükümetin uyduğu ve hala uymakta olduğu temel ilke budur ki, bunun uygulanmasında ermeni halkın belki 4/5’i, kadın ve çocuklar dahil, Küçükasya’daki evlerinden çıkarılmış ve – çoğunlukla yaya  olarak – Mezopotamya ve Suriye’ye yola çıkarılmıştır. Burada bilindiği kadarıyla, şimdiye dek öz olarak sadece üç şehir bunun dışında bırakılmıştır: yani İstanbul, İzmir ve Halep. Bu haftalarca ve aylarca süren yürüyüşlerde bakım, tabii, yapılmak istenen ve bunun için emir verilmiş olan yerlerde bile en büyük zorluklarla karşılaştı ve göçenlerin büyük bir bölümü açlık, bitkinlik ve hastalıklardan ölmek zorunda kaldı ve hala gün be gün kalıyor, hükümet organlarınca ve onların çağrı yaptığı ve cesaretlendirdiği ahalice uygulanan kasıtlı imhadan hiç söz etmeyelim. Sürülenlerin geldikleri yörelere göre insanların can kaybı daha fazla veya az oldu. Küçükasya’nın doğusunda, batısına göre çok daha fazla. Doğuda, müslüman haremlerine kaçırılan kadın ve kızlar veya daha şanslı durumlarda müslüman bir ailenin yanında sığınak bulanlar hariç, çok sayıdaki kafilenin % 75’i ölmüş olmalı. Mezopotamya’ya ( örn. Ras ul Ain ve Tell Abiad) varan geri kalanlar öylesine bitkinlerdi ki, onların da büyük bölümü sonunda öldü.

Bu koşullarda, ingiliz tarafınca açıklanan 800.000 öldürülmüş ermeni sayısına karşı  baştan mücadele açmak, rizikolu görünüyor. Frankfurter Zeitung şöyle yazıyor:

„Türkiye’deki durumları tanıyan kimse bu sayıya inanmayacaktır. Bu sayıyla, Türkiye’de yaşayan bütün ermenilerin % 30’unun, kadın ve çocuklar dahil, öldürülmüş olması gerekir. Bu tamamen imkânsızdır.“

Ne yazık ki bu imkânsız değil. İmhayı getiren veya ona eşlik eden en dehşet verici olaylar ve durumlar üzerine, son aylarda tekrar tekrar rapor verdim. Böylesi olaylardan sonra, ölenlerin sayısının olağanüstü yüksek olması gerektiği sonucunu çıkarmak yanlış olmaz. Bu sayı, burada, ülkenin bütün yörelerinden buraya varanlarla sürekli ilişki içindeki, en ayrıntılı bilgiye sahip ermenilerce, tamamen yuvarlak olarak şöyle tahmin ediliyor: Türkiye’deki ermenilerin toplam sayısı 2 ½ milyon; bunlardan 6 doğu vilayeti Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput, Sivas’takiler 1.200.000. Bütün Küçükasya’da yuvarlak ½ milyon sürgünden muaf kaldı (örneğin Maraş bölgesinde 50.000’den 9000 geride kaldı), Suriye ve Mezopotamya’ya yuvarlak yarım milyon vardı. Belki 150.000 ilâ 200.000 ermeni yaşayan Van, savaş alanı ve özel koşullara sahip olduğu için burada sayılmıyor. Suriye ve Mezopotamya’ya varanlar arasında ölüm oranı olağanüstü yüksek ve daha uzun süre, henüz sona ermemiş olan tehcirin doğrudan sonucu olarak yüksek kalacak. Bu koşullarda, başkalarına göre daha iyi bilgi sahibi olan, ciddiye alınabilir çevrelerce 800.000 ölü sayısı muhtemel sayılıyor, hatta bu sayının daha da yüksek olması mümkün. Şöyle bir fark var, en azından doğu bölgelerinden erkeklerin büyük bölümü zorbaca öldürüldü, buna karşın kadın ve çocukların ölümü ise daha yavaş yöntemler sonucu geldi, böylece türkler „Onlar kendiliklerinden ölüyorlar“ diyebildiler.  Şayet başka kaynaklarla, Türkiye’deki ermenilerin sayısı yalnızca 1 ½ milyon olarak tahmin edilirse, o zaman bütün sayıları daha aşağı indirmek gerekir. Ölenlerin oranı ama aynı kalırdı.

Tehcirin sonuçlarının hükümetçe biliniyor olması gerekirdi. Henüz Haziran ayında buna işaret edilmişti; o, ama durmadan yenilerini tehcire çıkardı. Giderek o, sefalete atılan yığınları beslemeyi, örgütsel açıdan, sivil idare makamlarıyla, kendisi isteseydi bile, başaramayacak hale düştü, idareyi elinden kaçırdı. Ama şimdi bile, hala binlercesi daha ustaca bir müdahale ile kurtarılabilirdi.

Hasımlarımızın resmi savaş haberlerine alman basınında nasıl muamele edileceği konusunda, yüksek sansür idaresi, Almanya’da yayınlanan bir yazıyı askeri sansür makamlarına yolladı, o şu cümle ile son buluyor:

„Düşman tarafından yayılan resmi haberlerin bu arada huzursuzluk yaratabileceği korkusuna karşı, gerçek olguların hiç bir zaman uzun süre saklanamayacağı ve yalanların sonunda yalan olduklarının anlaşılacağı mülahazası konmalıdır.“

Ekselanslarınızın yüksek muhakemesine itaatkârca sunmak isterim ki, acaba alman tarafından suskunlukla veya güzelleştirici anlatıyla üstlenilen sorumluluk, hem alman halkına, hem de dünyaya karşı çok büyük değil midir ve daha sonra (belki bize hiç de uymayan bir zamanda) günyüzüne çıkan gerçeğin vereceği politik zarar, bizim şimdi kamuoyumuzu aydınlatmamızdan doğabilecek dezavantajdan daha büyük olmayacak mıdır ?”