Anayasa Mahkemesi'nin Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında verdiği 'hak ihlali' kararına uymadığını ve saygı duymadığını söyleyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, köşe yazarlarının da gündemindeydi. Erdoğan'ın "Anayasa Mahkemesi'nin kararına saygı duymuyorum" sözlerine ilişkin kim ne yazdı?
Tarhan Erdem - Radikal
AYM kararına saygı duymayan Cumhurbaşkanı
Sayın Erdoğan istediği rejimin adını söylemeden, yasama ve yürütme erkinin kendisine bağlı olduğunu açıklamıştır.
Daha önce duymadığım için utandım: Sevan Nişanyan’a verilen hücre cezasını Ayşe Hür’ün dünkü yazısından öğrendim.
“25 Şubat 2016 günü, gazeteci, yazar, dilbilimci, düşünür, turizmci, eylemci Sevan Nişanyan, şimdilik 11 yıl 8 aylık (her an artabilir) kesinleşmiş cezasını Söke Açık Cezaevi’nde çekerken, kütüphanede internet bağlantısı sağladığı iddia edilen bir aparat yakalandığı için aldığı disiplin cezası mahkemece” onanmış.
Okuyucularıma, Nişanyan kararını ve Nazım Hikmet’in tutuklanması hakkında ibret verici olayları da anlatan bu yazıyı dünkü Radikal’den okumaları tavsiye ederim.
Bu konu hakkında yazmaya başladığımda, Cumhurbaşkanının, Afrika’nın gezisine çıkarken havaalanında gazetecilere söylediklerini izledim.
Sayın Erdoğan’ın söylediklerini duyunca, son zamanlarda kopamadığım memleketin haline daldım; bazen duygularımla kapıldım, ayağa kalktım, söylendim, sonra tekrar düşünmeye döndüm….
Bilgisayara dönünceye kadar düşündüklerimi yazmaya karar verdim; çünkü hiçbir şey bunlardan öncelikli değildi!
Ne dedi Sayın Erdoğan:
Cumhurbaşkanı bir gazetecinin sorusu üzerine, belki kendini tutamadı veya soruyu bekliyordu, duraksamadan şunları söyledi:
"Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum. Niye? Çünkü ortada bir gerçek var. Bakın bu bir beraat kararı değildir. Bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi.
“İfade ve düşünce özgürlüğü maskesi altında, evet, bu ülkeye saldırı hakkının da kimseye tanınmasına taraftar değilim. Çünkü bu bir casusluktur.
"Dünyanın hiçbir yerinde de medyaya sınırsız özgürlük yoktur. Bu haberlerde, bu ülkenin Başbakanına, Cumhurbaşkanına bugünkü göreviyle, her türlü saldırı vardır… Böyle bir şey söz konusu olamaz”.
Anayasa ‘da yazılan:
Bir de Anayasa’nın, “Anayasa Mahkemesi'nin kararları” başlıklı, 153’üncü maddesinin son fıkrasını okuyalım:
“Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını , gerçek ve tüzel kişileri bağlar”
Bundan önce de belliydi de bu kadar açık değildi; Anayasa’nın “her organ ve kişiyi bağlar dediği” bir yargı kararını “kabul etmek durumunda olmadığını, karara uymadığını, saygı da duymadığını kendi deyişiyle “çok açık net” söyleyebilen bir cumhurbaşkanımız vardır artık.
Sade bir yurttaşın, Anayasa Mahkemesi kararlarından birinin Anayasa'ya, genel hukuka uymadığını söyleme hakkı vardır, ancak bu karar, kişilerin davranışları, huyları, alışkanlıkları, işleriyle ilgili ise, hepsi de hayatlarını bu karara göre değiştirmek zorundadır; karara, “saygı duymuyorum” deyip, eskisi gibi yaşamaya hakkı var mıdır?
Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymayan bir devlet yöneticisinin kendini bağlı hissettiği bir kural bulabilir misiniz? Bir siyaset adamı Anayasa Mahkemesi katarına bağlı olmaz ama şu yasaya, şu kurala, şu örf ve adete uyar diyebilir misiniz?
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Murat Yetkin - Radikal
Erdoğan neden bu kadar kızgın?
Erdoğan kızgın, kızgınlığını gizlemiyor da, ama acaba kızgınlığı sadece iki gazeteci meslektaşımızın tahliyesinin yolunu açan Anayasa Mahkemesi'ne ve onları 92 gün tuttuktan sonra bırakan 14'üncü Ağır Ceza'ya mı?
Aslında bunu ilk defa yapmıyor Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan.
Ne zaman bir kaç gün ülke dışına gidecek olsa, gündemin ortasında el bombasının pimini çekip atar gibi öyle bir konu bırakıyor ki, o dönene kadar ne hükümet, ne muhalefet başka bir şey tartışamıyor.
Gittiği yerden de küçük müdahalelerle kendisi dönene kadar o ateşin hep sıcak kalmasını sağlıyor doğrusu.
***
Dünkü çıkış yargı kararlarınaydı.
Anayasa Mahkemesi’nin 25 Şubat’ta gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluklarını hak ihlali ilan eden kararına ne saygı duyuyordu, ne de ona uyacaktı.
Gerçi Cumhurbaşkanı o karara uymazsa neyin değişeceği konusunda somut bir örnek de yoktu ama, önemli olan Erdoğan’ın tepkisinin şiddetini göstermek istemesiydi.
Sadece Anayasa Mahkemesi’ne değil, daha önce onları tutuklayan Silivri’ye kapatan İstanbul 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi'ne de kızgınlığını saklamadı.
Mahkeme pekala kendi tutuklama kararında direnip AYM’yi “boşa çıkarabilirdi”, tahliyeler yanlış olmuştu.
Çünkü, AYM’nin kararının aksi yönde olmasına karşın, Cumhurbaşkanı'na göre “bunun ifade özgürlüğü ile alakası yoktu”; “Bu casusluktur” diye ekledi.
Üstelik bunu davanın hala görülmekte olduğunu söylemesine rağmen yaptı.
Zaten bu iddiayla suç duyurusunda bulunan da –bazı AK Partililerin “Bize fatura etmeyin demesine karşın- avukatı Muammer Celaloğlu aracılığıyla Erdoğan’ın kendisi olmamış mıydı?
Neyse ki tahliye beraat sayılmazdı, dava devam ediyordu.
Belli ki Cumhurbaşkanı, 14’üncü Ağır Ceza'nın hiç değilse karar aşamasında kendisi gibi düşünüp gazetecileri askeri casusluk suçundan mahkum etmesini, içeri atmasını bekliyordu.
Bu sözlerin Ankara siyasetinde yargı üzerinde baskı tartışması başlatması şaşırtıcı olmaz.
Erdoğan kızgın, kızgınlığını gizlemiyor da, ama acaba kızgınlığı sadece iki gazeteci meslektaşımızın tahliyesinin yolunu açan Anayasa Mahkemesi’ne ve onları 92 gün tuttuktan sonra bırakan 14’üncü Ağır Ceza'ya mı?
***
Son iki haftadır Ankara’da olup bitene şöyle bir bakarsak, aslında Erdoğan’ı kızdıracak başka nedenlerin varlığını da görebiliriz.
Haydi şu anda kurucu kadro vefasından çok uzak akraba muamelesi gösterilen Bülent Arınç ve diğer eski ağır topların iki hafta önceki çıkışını saymayalım.
Ne de olsa kurucu üçlünün diğer üyesi Onbirinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ankara’ya gelip Erdoğan’ı arayıp, yemek yemesinden sonra bir de Arınç ve diğerleriyle yemek yemesiyle o ateş daha alevlenmeden söndürüldü.
En azından görüntü böyle. Ama tek başağrısı o değil gibi.
Mesela Erdoğan’ın 1 Kasım seçimlerinden bu yana ilk defa başkanlık ettiği 22 Şubat toplantısında ciddi bir dış politika tartışması yaşandığı bilgileri var. Hürriyet’ten Nuray Babacan’ın haberine göre, hem Suriye politikası masaya yatırılmış, hem de İsrail ve –sıkı durun– Mısır ile ilişkilerin geliştirilmesi gereği.
Oysa son bir kaç yıldır, özellikle de Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı'nı üstlendiği 2009’dan itibaren dış politikadan Erdoğan-Davutoğlu sorumlu, başkası değil.
Bu toplantıdan bir gün sonra Davutoğlu’nun El Cezire’ye verdiği mülakatın 23 Şubat’ta yayınlanması da dış politika konusunda AK Parti bünyesinde, en üst katlarda yaşanan sancıyı ortaya koyacak türden.
***
Malum, Erdoğan 19 Şubat’ta ABD Başkanı Barack Obama ile konuştuktan ve PYD konusunda görüş ayrılıklarının devam ettiğini saptadıktan sonra 20 Şubat’ta İstanbul’da dünyaya Türkiye’nin Suriye’de de operasyon yapabileceğini duyurmuş ve ABD ile NATO ile, yani Batıyla ittifak ilişkilerini sorgulamıştı.
Başbakan Davutoğlu Arap dünyasına hitap eden El Cezire mülakatında Türkiye’yi Suriye’de kara harekatına teşvik eden Arap ülkelerine ne kadar güvenilebileceğini net şekilde sorguluyor, Türkiye’nin tek başına (ki bunu NATO olmadan diye okuyun lütfen) Suriye’de bir harekata girmeyeceğini söylüyordu.
Dışişleri son haftalarda harıl harıl ağırlığın yeniden Avrupa Birliği’ne verilmesine vesile olması umuduyla 7 Mart’ta Suriyeli göçmenler üzerine yapılacak toplantıya hazırlanıyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar da 27 Şubat’ta “17 Şubat şehitleri anma toplantısında” yaptığı konuşmada "Üzgünüz, sinirliyiz, kızgınız” diye kararlılık sözü veriyor, ancak “Asabiyetimiz aklımızın önüne geçmeyecek” diyerek adeta “vurarız, kırarız” söylemlerine fren koyuyordu.
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Aydın Engin - Cumhuriyet
O hakaret edebilir, siz O’na edemezsiniz
Saray’daki zat Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğundan bu yana “Cumhurbaşkanına hakaret” savcıları en çok meşgul eden suç oldu. Hatta kimi savcılar için bu adeta bir “meslek hobisi”ne dönüştü.
Yalnız savcılar mı? Pek çok sulh ceza hâkimliğinde görevli yargıç da aynı hobiye kapılmış gibiler. Twitter’da, Facebook’ta, cep telefonunda silinmesi unutulmuş kısa mesajlarda, WhatsApp üstünden yürüyen geyik muhabbetlerinde bir cümle, hatta bazan bir kelime 13 yaşından 83 yaşına kadar bütün yurttaşların “Vay senCumhurbaşkanı’na hakaret ettin” suçlamasıyla önce polis merkezine alınıp ardından kodese tıkılması için yeterli sebep gibi.
Danışmanlardan, avukatlardan, savcılardan bir koca ordu “Cumhurbaşkanı’nahakaret” avcılığından başka iş yapmaya vakit bulamaz durumda. Keza pek çok sulh ceza ya da asliye ceza mahkemesi “Cumhurbaşkanı’na hakaret” davalarına bakmaktan elindeki öteki dosyalara vakit ayıramaz halde...
Cumhurbaşkanı’na hakaretten onlarca tutuklu var; aynı suçu işlediği iddiasıyla çalışkan savcıların hakkında soruşturma açtığı yüzlerce kişi var; binlerce de suç duyurusu...
Kendi adıma, çocukluktan çıktıktan sonra yedi cumhurbaşkanı tanıdım. Hiçbiri hakkında bu kadar çok hakaret suçlaması yapılmadı; dava açılmadı.
Peki, bu Cumhurbaşkanı’nda nasıl bir özellik var ki kendisi hakkında bu kadar hakaret davası açılıyor?
Bu sorunun cevabını öncelikle o Zat’ın vermesi gerekir gibi geliyor bana? Kendi kendine “Yav acaba bende nasıl bir özellik ya da kusur ya da eksiklik ya da fazlalık var ki bu kadar kişi bana hakaret ediyor ya da ben söylediklerini hakaret sayıyorum” diye sorması gerekmez mi?
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Nuray Mert - Cumhuriyet
‘Toparlanın gitmiyoruz’
Can ve Erdem’in tahliyesine sevincimiz kursağımızda kaldı, hemen ardından, onların haberini vermekte olduğu bir sırada, İMC TV’yi susturdular. Peki, nereye kadar? Bana sorarsanız sonuna kadar, yoldaki işaretler öyle gösteriyor, artık o son ne ise...
Cumhurbaşkanı, pazar sabahı, Nijerya’ya seyahati öncesi basın toplantısında, yoldaki işaretlere bir yenisini ekledi; Can ve Dündar’ın davasının gazetecilik değil,“casusluk” meselesi olduğunu tekrarladı. Ardından da, Anayasa Mahkemesi’nin kararına “uymayacağını ve saygı duymadığını” söyledi. Yaptığı açıklamanın siyasi krizi derinleştirme mahiyeti taşımasından hiç de rahatsız görünmüyordu, zira, ardından alaycı bir gülümseme ile yola çıkarken şimdi “ortalık çalkalanacak” demeyi ihmal etmedi.
Yani Cumhurbaşkanımız, birkaç günlüğüne geride bıraktığı ülkesinde“ortalığın çalkalanması”nı mahsurlu bulmuyor, tam tersine gündeme bomba gibi düşecek açıklamalarından dolayı memnun görünüyordu. İşte böyle bir ülkede yaşıyoruz.
Giderek büyüyen dalga
Aynı basın toplantısında, “İstihbarat örgütlerinin adeta sınırsız yetkileri vardır”açıklaması da yoldaki başka bir ürkütücü işaret oldu. Zaten devlet gücünü eline geçirenin sınır tanımadığını görüyor, yaşıyoruz. Bu sadece, Cumhurbaşkanı’nın değil, ‘Yeni Türkiye’nin siyasi anlayışı, iktidar partisinde siyaset yapanlar da, seçmeni de, böylesi bir anlayışı sorunlu bulmuyor. Dahası “bütün güçler tek parti ve tek lider’e” rejimini demokrasiye, güçler ayrımına, şeffaflığa, hesap verebilirliğe tercih eden bir dalga giderek büyüyor, böyle giderse de önüne çıkan her şeyi ezip geçecek. Artık her şey bu kadar açık ve net.
Bu ülkede yaşayan herkesten, iktidar ve Başbakan’ın deyimi ile onun “efsaneviliderine” koşulsuz sadakat, olmadı korkak bir sessizlik bekleniyor, olmadı ya zindan ya kapı gösteriliyor. Bırakın dış politikayı sorgulamayı, iktidarı eleştirmeyi, Cumhurbaşkanı’na kem gözle baktığı intibası vermeyi, Cerattepe’de maden izni verilen milletin anasına kastedenleri içinize sindiremiyorsanız, casus, “etki casusu”, vatan düşmanı, hain, hepsi sizsiniz. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymayacağını açıkça söylediği yerde tutunacak dal yok, nerede ne hakkı arayacaksınız? Zaten zamanı gelecek, gerekirse Anayasa Mahkemesi diye bir şey de kalmayacak, yerini, artık adı “Yeni Türkiye Yüksek Adalet Divanı” gibi bir şey olan bir yeni kuruma bırakacak. Gidişat bu, yoldaki işaretler bu istikamette.
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Güray Öz - Cumhuriyet
Gazetecinin Özgürlüğü
Arkadaşlarımız Can Dündar, Erdem Gül 92 günlük bir tutukluluğun ardından Anayasa Mahkemesi kararıyla serbest kaldılar. Tutukluluklarının hukukla yasalarla bir ilgisinin olmadığını yazılarından başka “delil” olmadığını herkes biliyordu. Ama günümüzde, yani yasalaşmamış fiili “başkanlık” rejiminde hukuk zorlanabiliyor, yasalar keyfi olarak yorumlanabiliyor. Can ve Erdem’in özgürlüklerini kazanabilmesi, ancak uzun mücadelelerle, iç ve dış kamuoyunun baskısı, AYM hâkimlerinin çoğunluğunun hukuksuzluğu saptamasıyla mümkün oldu. Onlar özgürlüklerine kavuştular, içerideki gazetecilerin de özgür kalması için savaşacaklarını da Silivri kapısında ilan ettiler. Öyle de yapıyorlar.
Klişe çöktü
Gazeteciler özgür olmalı, özgürce yazabilmeli halkın haber alma hakkının önünde hiçbir engel kalmamalıdır. AYM kararından sonra hükümet yetkililerinin sık sık kullandığı “onlar gazetecilik yaptıkları için hapiste değiller” klişesi işe yaramayacaktır. Hukukçular, Türkiye’nin önde gelen hukukçuları da zaten AYM kararının gecikmeden tutuklu bulunan öteki gazeteci arkadaşlarımız için de uygulanması ve onların da serbest bırakılmaları gerektiğini açık net bir şekilde vurguluyorlar. Ama anlaşılan o ki, hukuksuzlukta direnenenler direnmeyi sürdürecekler.
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Ali H. Aslan - Zaman
Yalancı bahar olmasın
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün Anayasa Mahkemesi kararıyla Silivri Cezaevi'nden tahliyesi, yurtta ve dünyada demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğünü önemseyenleri mutlu etti.
Temel özgürlük sorunları hâlâ yerinde duruyor ama kış ortasında tatlı bir bahar esintisi yaşamak güzeldi.
Demek ki Türkiye'nin Avrupa hukuk sisteminden kopmasını istemeyen, global sinyallere duyarlı ve o duyarlılığı eyleme dönüştürme cesareti gösterebilen devlet kurumları da hâlâ var. Bu, gelecek adına bir nebze olsun ümit verici. Tahliyelerde uluslararası toplumdan, özellikle ABD'den gelen baskıların etkisi de yadsınamaz.
Obama yönetimi Ankara'ya basın özgürlüğü konusunda eleştirilerini özellikle 1 Kasım seçim sürecinden bu yana gözle görülür şekilde yoğunlaştırdı. AKP'li fanatiklerin Hürriyet'e saldırısı, gazeteci Ahmet Hakan'a darp, İpek Medya Grubu'na gasp ve gazetecilere yağmur gibi yağan davalar, ABD gözünde seçim güvenliğine gölge düşürdü. Yönetim sözcüleri, Türk-Amerikan ilişkileri yakın tarihinde ilk kez bir seçime ilişkin ‘özgür ve adil' ifadelerini kullanmadı. Türk muhataplarını tebrikten kaçındı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) resmi raporunu bekleyeceklerini ifade ettiler.
Yolsuzluk dosyalarını kapatmak ve başka bazı karanlık icraatları örtbas etmek için 17-25 Aralık 2013'ten bu yana bağımsız medyaya uygulanan sistematik yıldırma ve baskılar, uluslararası camianın dikkatini ve tepkisini çekiyor. Can Dündar ve Erdem Gül'ün kasımda tutuklanmasıyla o hassasiyet zirveye tırmandı. Sürecin başlarındaki nispeten ilgisiz ve düşük profil tavrını değiştiren Washington için de Dündar ve Gül tutuklamaları bir çeşit milat oldu. Tutuklu yargılanan 30'u aşkın gazeteciden hiçbiri için gösterilmeyen oranda sert ve yoğun tepkiler geldi ABD başkentinden. Bu, bir yönüyle sabır taşının çatlaması ve son damlanın bardaktan taşmasıydı. Diğer yönüyle ise Türkiye'de laik çizgisiyle temayüz eden köklü basın kuruluşlarından Cumhuriyet Gazetesi'ne ve özellikle sembol isimlerinden Can Dündar'a gösterilen sempati, saygı ve itibarın ürünüydü.
ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nin olumlu referansları, kırmızı alarm veren uluslararası basın meslek kuruluşlarının güçlü telkinleri ve Washington'daki önde gelen Türkiye uzmanlarının özellikle kapalı toplantılardaki analizleri, Obama yönetiminin üzerinden ölü toprağını biraz atmasına vesile oldu. Başkan Yardımcısı Joe Biden, ocakta Türkiye'ye yaptığı resmi ziyarette Amerikan makamlarından uzun süredir görülmedik derecede yüksek perdeden demokrasi ve basın özgürlüğü sorunlarına işaret eden beyanlara ve temaslara imza attı. Bunlar arasında Can Dündar'ın eşi Dilek Dündar ve oğlunu kabul de vardı.
Uluslararası camia, basın özgürlüğü ve demokrasi konularında telkinlerini çekinmeden sürdürmeli. Basit pragmatik hesaplara kurban etmemeli. Hapisle ve taciz edici davalarla özgürlükleri elinden alınan, patron ve hükümet baskısına maruz kalan, kendini sansürleyen, işten atılan ve mesleki onuru çiğnenen tüm gazetecilere ayrım yapmaksızın aynı derecede duyarlılıkla sahip çıkılmalı. Dünyadaki hassasiyet düzeyi daha da yükselmedikçe Dündar ve Gül'ün tahliyesi yalancı bahardan öteye geçemez. Erdoğan'ın Anayasa Mahkemesi'nin tahliye kararına saygı duymadığı ve uymadığı yönündeki ifadesi, bunun en açık delili.
Gönül isterdi ki Türkiye'nin kendi iç hukuku ve demokratik gelenekleri, basına ve özgürlüklere tasallutlara karşı etkili bir savunma geliştirebilsin. Ve Türkiye halkı, seçtiği idarecilerin özgürlük gasplarına yeterli tepki gösterebilecek eğitim ve duyarlılık seviyesine sahip olabilsin. Bu avantajlardan maalesef büyük ölçüde mahrum olan Türkiye, demokrasisini ayakta tutabilmek için uluslararası camiadan koltuk değneğine muhtaç. Ülkeyi bu hale düşürenler utansın.
Yazının tamamını okumak için tıklayın