- Hazal Özvarış
Bu haftaki söyleşi konuğumuz, resmi adıyla Emrullah Uslu, Taraf gazetesinden aşina olduğumuz ismi ile Emre Uslu.
Türkiye’nin çok tartışılan köşe yazarlarından biri olan Uslu, isminin başına “emniyet kökenli” notu düşülerek “kâhin yazar daha önce yazmıştı” başlıklarıyla internet sitelerinde zaman zaman başlıklara konu oluyor. Ancak, son dönemde manşetlere girme sebebi farklı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a köşesinden yazdığı açık mektupta Uslu, yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Başbakan’a çok yakın bir medya organının başının, ‘Emre Uslu Amerika’dan gelemiyor. Çünkü gelirse başına çok kötü bir iş geleceğini bizzat Başbakan’dan kulaklarımla duydum’ diye bir fitne dedikodusu dolaştırıldığı bilgisine sahibim.”
“Bu bilgiler ile bir korsan internet sitesinden hakkımda bir karalama kampanyası başlatıldı.”
“Korsan internet sitesi benim Askerlik Durum Belgemi yayınladı, (…) O belgede annem ve babamın oturduğu yeri yayınlanıp onlar doğrudan PKK’nın hedefi haline getirildi.”
Birkaç gün sonra Uslu, bahsini geçirdiği medya yöneticisinin Akif Beki olduğunu ileri sürdü. Beki ise iddiaları, Uslu’ya dava açacağını vurgulayarak kesin bir dille reddetti.
Neler olduğunu öğrenmek için, ABD’de bulunan Uslu’ya internet üzerinden sorduk:
Emre Uslu kimdir? Neden Amerika’da? Niçin Türkiye’ye dönmüyor? Emniyet ile hâlâ bir bağlantısı var mı? Yazılarının kaynakları ne? Kim tarafından koruma altında? Neden tehdit edildiğini düşünüyor? Evine girenin MİT olduğundan nasıl bu kadar emin? Gülen cemaati ile ilişkisi ne?
İşte Emre Uslu’nun www.t24.com.tr sorularına verdiği yanıtlar:
‘Başından beri kafamda polislik diye bir şey yoktu’
- 2009'dan beri Taraf'ta kendi köşeniz var. Üç sene gibi kısa bir süreye rağmen her sabah okunması gereken köşe yazarları arasındasınız, ama kim olduğunuz bilinmiyor. Siz kimsiniz?
Taraf’ta ilk kurulduğu 2007’den bu yana yazıyorum. Aslında ben önemli değilim. Normal bir Anadolu çocuğuyum. Bana göre bir yazarın kim olduğu tartışması saçma bir tartışma. Yazarlar kendilerini anlatmak için değil, düşüncelerini anlatmak için çıkarlar meydana.
- Neden Amerika'dasınız? Niçin dönmüyorsunuz?
2010 yılından beri Florida'da yaz dersleri açıyorum. Bu sene geldiğimde, “Kalıp dersleri devam ettirebilir misin" dediler. Ben de kendim ve ailem açısından kalmamın daha iyi olacağını düşündüm ve öğretim görevlisi olduğum Yeditepe Üniversitesi’nden ücretsiz izin alıp, değişim programıyla bir sene Florida’da kalmayı kabul ettim.
- Ne dersleri veriyorsunuz?
Doktoramı Orta Doğu siyaseti ve Kürt kimliğinin İslamcılaşması üzerine Utah Üniversitesi'nde yazdım. Burada da Orta Doğu siyaseti, terörizm dersi ile her siyaset bilimcinin yaptığı gibi "Karşılaştırmalı Siyaset Bilimine Giriş" dersi veriyorum.
‘İstediğim bilgiyi istediğim yerden alırım ama …’
- Polislikten neden istifa ettiniz?
Başından beri kafamda polislik diye bir şey yoktu. Doktorayı bitirince istifa etmeyi zaten kafama koymuştum. Polis Akademisi’nden mezun olur olmaz, ilk yaptığım iş yüksek lisans sınavlarına girmek oldu. 1997 yılının Ağustos ayında YÖK'ün yurtdışı yüksek lisans sınavını kazandım, ancak o zamanki iktidar, Polis Akademisi mezunuyum diye beni göndermedi.
- Emniyetle bugün herhangi bir ilişkiniz var mı?
İstifamı verdiğim 2009 yılından beri emniyetle hiçbir formal ilişkim yok. Ama dört yıl, Gölbaşı'nda izole edilmiş bir alanda 4 bin kişi ile birlikte okudum. Bu 4 bin kişi, şu anda emniyetin orta ve orta üst kademelerinde amir. Yani, istediğim bilgiyi istediğim yerden alırım. Böyle bir yerden geliyorum ve bunu saklamıyorum. Ama arkadaşlarımı zor duruma düşürmemek için çok sık onlara başvurmuyorum.
‘Emniyetçiler ‘Kim bu Ahmet Şık’ diye şaşırdı’
- Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu/000 Kitap” isimli kitabına, internette yayımlanmadan önce emniyetteki tanıdıklarınız aracılığıyla mı ulaştınız?
O kitap Taraf da dâhil birçok gazetecide vardı. Emniyetten edindiğim bilgilerde içerikte yeni bir şey olmadığını öğrendim. Dahası emniyetçiler, Ahmet Şık’ın kim olduğunu da bilmiyordu. Tartışma başlayınca onlar da şaşkındı, “Kim bu Ahmet Şık ki bu kadar tartışma çıkardı” diye. Emniyette bana kitabın kendisini göstermediler. O süreçte bir gazeteci ile yaptığımız incelemede de gördüm ki hakikaten kitabın içeriğinde yeni hiç bir şey yoktu. Bunu da kamuoyuna ilk açıklayan ben oldum. Sonradan kitap çıktı yeni bir tartışma olmadığı açığa çıktı.
- Taraf'ta nasıl yazmaya başladınız?
Taraf'tan önce The New Anatolian’da yazıyordum. Ankara'daki diplomatik çevreler yazılarıma dikkat etmeye başlamıştı. The New Anatolian editörleri de benden daha fazla analiz yapmamı istiyorlardı. 2007'de Taraf kurulurken bize ulaştılar ve “Yazar mısınız” dediler ve Önder Aytaç ile birlikte bir köşe yazmaya başladık.
‘Erdoğan, açık mektuptan sonra beni aramadı’
- Köşenizde, bir internet sitesinde bazı bilgilerinizin yayımlanmasından sonra Başbakan’a açık mektup yazarak ailenizin hayatı için endişelendiğinizi söylediniz. Erdoğan, açık mektubunuz ardından sizi aradı mı?
Hayır.
- Süreçte konuştuğunuz AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik iletişime geçti mi?
"Araştırıyoruz" dediler.
- Umudu kestiniz mi?
Arkasında neyin olduğunu bildiğim için, neyi bekleyebileceğimi de üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorum. Başbakanlığın şikâyet alma mekanizması BİMER'e başvurdum. Askerlik dosyalarım, nüfus bilgilerimin ve muhtemelen banka hesaplarıma hangi bilgisayardan girildiğini isterlerse iki dakika içerisinde bulurlar.
‘Dosyama ilişkin umudum yok’
- Tutuklanmak veya öldürülmekten mi korkuyorsunuz?
Benim yaptığım bir şey yok ki tutuklanayım! PKK peşime adam gönderdi, bu kişi de emniyet tarafından yakalandı. Ancak KCK operasyonlarından sonra ortaya çıkan “kimin eli kimin cebinde” durumu da ortada. Bu bağlamda ben daha önce ”Beni hangi PKK tehdit ediyor” şeklinde bir yazı yazmıştım.
Özel bilgilerimin sızdırılması operasyonuna dair Başbakanlık'ta bir süreç ilerleyecektir. Ancak bana "şunu bulduk" diye döneceklerini düşünmüyorum. O kadar saf değilim. Uludere'de 34 insanın öldüğü yerde bir ilerleme olmuyorsa, benim dosyamın çok da önemi yok. “Umutsuz musunuz” dediniz ve evet bu anlamda umudum yok.
‘Suriye konusunda İran, Türkiye'nin belini kırdı’
- “Arkasında neyin olduğunu biliyorum” dediniz. Sizce, yaşananların arkasında ne var?
Türkiye'de siyaset üç konunun kavşağında fitne savaşı yürütülüyor. 1- 2014 kavgası: Bunun diğer adı kadro savaşı. AKP içerisinde Erdoğan'dan sonra kim Başbakan olacak savaşı var. 2- KCK-MİT-Polis kavgası: Bu kavganın alt başlığında “PKK'yı bitirelim” görüşü ile “PKK'yı kullanalım” görüşü arasındaki çatışma var. ”PKK’yı bitirelim” diyen emniyet-asker kanadına karşı ”PKK’yı kullanalım” diyen MİT kanadı var. MİT’in görüşünü kendi çıkarları gereği PKK içinde de destekleyenler var. 3- İran-İsrail Suriye PKK kavgası: Burada da Suriye alt başlığında özellikle Arap Baharı'ndan çok etkilenip Erdoğan'a erken çıkış yaptırıp, Erdoğan “Esad gitsin” dedikten sonra Esad'ın 15 ay sonra hâlâ gidememiş olmasından dolayı bir patinaj söz konusu. Bunun yarattığı bir panik var. Hesaplanmamış bu erken çıkış ve uluslararası konjonktürün buna hazır olmaması ve özellikle 14 Nisan'da İstanbul'daki P5+1 toplantısında, İran'ın nazikçe çalımıyla Annan Planı'nı ortaya sürmesi Türkiye'yi açığa düşürdü.
İran, futbol tabiriyle Türkiye'nin belini kırdı. Twitter’da “Amaç Esad'ın iktidarda kalmasını sağlamak, bunu göreceksiniz", "Türkiye de Suudi Arabistan'ın uluslararası etkinliğini kullanarak kendine yeni alan açmaya çalışacak” dedim.
Erdoğan, önce Suudi Arabistan'a, sonra da Katar'a gitti. Türkiye, kavganın kartlarını yeniden dağıtma peşinde. İran da bu süreci, 23 Mayıs'ta Bağdat'ta yapılacak toplantıya kadar erteledi. Tüm bu kavgaların ortasında bir ortak yöntem var: Fısıltı, fitne ve kaval kemiğine çalışmak.
‘Başıma gelenlerin Uğur Dündar’ın başına gelenlerden ne farkı var?’
- Tüm bu yüksek siyasette sizin nasıl bir yeriniz var?
KCK-MİT-Polis kavgasında "PKK'yı kullanalım" ve "PKK'yı bitirelim" taraflarında “PKK'yı bitirelim" görüşünü destekleyip ”Kürt haklarını PKK ile mücadele ve müzakerenin rehinesi yapmayın” diye yazdığım için bana karşı yürütülen bir operasyon var. 2009 yılında KCK operasyonları başladığında, KCK yöneticilerinin MİT elemanı olduklarını yazmaya başlamıştım. Ama bu sadece bana yönelik değil. Diğer Taraf gazetesi yazarları da sahte isimlerle dinlenmiş, Mehmet Baransu'nun peşine fiziki takip için adamlar takılmış. Ortada bu işleri araştıran, “ne oluyoruz” diyen kim varsa bugün kuşatma altına alınıyor. Ben sadece bağırdığım için gündeme geldim.
Süreci 1 aydır biliyordum. Gelen bilgilere göre, “Başbakan'ın çevresinden duyduk” diyerek fitne yayılıyordu. Özellikle AKP ve muhafazakâr çevrede böyle bir çalışma zaten vardı. Bunu taraflara da bildirdim. Sonra bunu unuttum. Ama sonra, bir korsan siteden bana ait çok özel belgeler yayımlandı. Askerlik dosyalarım, askerlik şubesi, MİT veya Emniyet dışında bir yerden çekilemez. Herhangi bir ünlü gazetecinin askerlik dosyası çekilip internete konsa ne olurdu? Uğur Dündar’ın eşinin yurtdışına çıkışları gazeteye çıktı diye ülke ayağa kalktı. Ne farkı var?
Dündar'ın başına gelen olayda sisteme kimin girdiği bulundu ve cezalandırıldı. Ben de hukuki başvurularımı yaptım. Size analizimi söyleyeyim: Bunu bulmayacaklar, bulamayacaklar. Çünkü bu bilgiler herhangi bir askerlik şubesi veya nüfus dairesinden çıkmadı. Bunlar ancak, emniyet istihbaratı ve MİT'ten çıkabilir.
- Emniyet'ten gelen cevap ne oldu?
Emniyet bilgisayarında askerlik dosyaları yoktur. Bilgileriniz sorgulandığında askerlik dosyalarını göremiyorsunuz.
- O yüzden mi “MİT” diyorsunuz?
Evet, tabii ki.
- “Evime de giren MİT'ti” diyorsunuz. Nasıl bu kadar eminsiniz?
Çünkü bu olaylar, Uludere'den sonra başladı. Uludere'de katledilen köylülerin, katledildiği gece Kürt gazetecilerin Twitter'a yazdıklarını gördüm ve doğrusu inanmadım. Gecenin 2'si de olduğundan o bölgede çalışan tanıdıklarımı rahatsız etmek de istemedim. Fakat Twitter'daki dalga büyüyünce, ben de gecenin 4'ünde güvenlik biriminde çalışan tanıdıklar da uyumamışlardır, dedim ve aradım. İlk defa kaç köylünün kaçağa gittiğini ve kaçının öldürüldüğünü ben yazdım. “Devlet öğlene kadar özür dilemeli ve tazminat ödemeli” diye yazdım.
Daha sonra KCK-MİT arasındaki ilişkiyi açıkladıktan sonra takılan kancalar arttı. Bu bilgileri kim veriyor, diye kuşatma altına alındım. Ondan sonra gelen süreçte telefonlarım dinlenmeye başlandı. Telefonlarımın dinlendiğine ilişkin bilgiler var. Şöyle tehdit ediliyorum: “Emre Uslu, hiçbir yerde yayımlanmamış fotoğrafların burada yayımlanacak.” Kurucusu, yazarı belli olmayan bir site, özel dosyalarıma, fotoğraflarıma nasıl sahip olabilir? Bu fotoğrafların bulunduğu tek yer var, o da evim. Başka hiçbir yerde yok.
‘Beni koruyan devlet Türkiye değil’
- Diğer taraftan devlet koruması altında olduğunuzu da söylüyorsunuz. Burada bir tuhaflık yok mu?
Şüphelenmem için çok neden var. Söylediklerim, bildiklerimin onda biri. Ortada Uludere olayında MİT'in rolünü yazdıktan sonra Mehmet Baransu'ya yapılanlar var. Uludere'de ölenlerin isimlerini, sayısını verip “Devlet özür dilemeli” dedikten sonra bunlar başımıza geliyor. Bence, kolay anlaşılabilir bir arka planı var.
- Amerika'da nasıl korunuyorsunuz? Konsolosluk aracılığıyla mı?
Hayır, konsolosluk değil. PKK tehdidi altında yaşadığımı Amerikalılara da bildirdim.
- Sizi, Amerika mı koruyor?
Hayır, ben sadece durumdan haberdar olduklarını ve ilgilendiklerini söylüyorum.
‘MİT beni ciddiye almadığı için mi telefonumu dinliyor?’
- Suçlamalarınıza Akif Beki'den şu yanıt geldi: "Anılan siteyi tanımam, etmem. Emre Uslu'dan da herhangi bir mail almadım."
Radikal gazetesindeki posta adresine yazdım. Radikal'i de arayıp mail sistemlerinin çalışıp çalışmadığını sordum. Mail kutuları dolu olmadığı sürece çalışıyormuş. Zaten e-mail gönderdiğinizde gitmeyince, uyarı maili geliyor. Bu maili gazeteye de yazdım, yarın çıkacak. Burada önemli olan şey, etkili AKP çevrelerinde “Başbakan'dan duyduk, Emre Uslu gelince tutuklanacak" fitnesinin doğru olup olmadığı. Akif Beki'nin o yazısı da dâhil olmak üzere, buna hiç kimse “yalandır, yoktur” demedi.
- Beki şöyle devam ediyor: "'Başbakan'dan duydum, Emre Uslu tutuklanacak' gibi gülünç bir cümle de benim ağzımdan hiçbir ortamda, hiçbir surette çıkmadı." Muhatabınız net bir şekilde yok diyor, hüküm düşmez mi?
Benim muhatabım, Başbakan. Başbakan olması da şart değil. AKP'den birisi veya MİT de bunu söyleyebilirdi. MİT, “böyle bir şey vardır” da, “yoktur” da demiyor. “İstediğimiz zaman açıklama yaparız” diyor.
- MİT "Ciddiye aldığımız iddiaları yazılı yanıtlarız" dedi ve sizin cümlelerinizle olmasa da iddiaları yalanladı.
MİT, OdaTV’nin hakkımda yaydığı saçma sapan iddiaları yanıtlamıştı. O halde MİT, OdaTV’yi ciddiye alıyor demektir. Neden acaba? Ayrıca, beni ciddiye almadıkları için mi telefonlarımı dinliyorlar?
- Sizi değil de suçlamayı ciddiye almamaktan kaynaklanıyor olabilir mi?
Eğer MİT benim yazdıklarımı ciddiye almıyorsa, Emniyet Genel Müdürlüğü'nde ilgililere baskı yapıp, “Bu adamın ilişkilerini ortaya çıkarın, bu adam bu bilgileri nereden alıyor” diye neden baskı yapıyorlar?
‘Size anlatayım da MİT de görsün, peşime takılan devlet de!’
- Hakikaten, bilgileri nereden alıyorsunuz?
Yazdıklarımın yüzde 90'ı analiz, yüzde 10'u kaynak. Bu ikisinin birleşmesi, ayrıca benim devleti içeriden tanımam yazdıklarımı güçlü kılıyor. Yine yaptığım bir akademisyenlik var ve Kürt sorununu çalışıyorum. Her gün PKK'nın sitelerini okuyorum. Benden ne bekliyorsunuz? Tabii ki bu konuları yazacağım ve yazdıklarım doğru çıkacak.
Bakın, ben size devletin nasıl çalıştığını anlatayım da bu bilgileri nereden aldığımı MİT de görsün, benim peşime takılan devlet de!
Devlette terör örgütlerinin yayın organları vardır. Devlet de bir büro ya da bir kişi bu yayın organlarını takip eder. Bu kişilerin kim olduğunu biliyor musunuz? En işe yaramaz, en haylaz, en tembel kim varsa görevi ona verirler. Bu işi angarya olarak görürler. Çünkü operasyon yapacaklardır, birine kulağını kabartıp birinin ortamını, diğerinin telefonunu dinleyeceklerdir. Öbürünü de fiziki takip altına alacaklardır. Zannederler ki fiziki takip, telefon dinlemesi gibi şeyler operasyonel işlerdir ve çok daha önemlidir.
‘Yazdıklarımdan en çok cemaat rahatsız oluyordur’
Oysa PKK'yı takip etmek istiyorsanız bilginin yüzde 90'ı PKK’nın gazetelerinde ve dergilerinde var. Murat Karayılan veya KCK operasyonları sırasında Silvan saldırısından hemen önce PKK'nın devrimci halk savaşı başlatacağını bangır bangır yazıyordu. Buna rağmen, MİT bütün umutlarıyla Öcalan'la görüşmeler yapıyordu. Ben de "Bu sonuç getirmez, çünkü PKK'nın silah bırakmak gibi bir niyeti yok” dedim. Muhatap alınarak süreci erteleyebilir miyiz, Arap Baharı'ndan sonra Kürt Baharı yaratabilir miyiz, sorusunun zeminini hazırlıyorlardı. Bunu bilmem için emniyetten, askerden veya MİT'ten kimseyle konuşmama gerek yok. Hepsini geçtim, diyelim ki tembelsiniz, Duran Kalkan'ın, Mustafa Karasu'nun analizlerini, okuyun. Devletin tüm istihbarat birimlerinin edindiği bilgilerin yüzde 90'ı sizde olur zaten.
- Ancak siz, "KCK'lılar serbest bırakılacak"la birlikte "Cemaat üyeleri tasfiye edilecek" de yazıyorsunuz. Bu bilgi de PKK'nın yayın organından mı?
Buna dair bilgiler de vardı. Bunları Ankara'daki bir gazeteci ile konuştuğumda taşları yerine oturtabiliyorum. Belki dışardan bir gazeteci bunu sadece bir kulis bilgisi olarak okur, ama ben operasyonun ipucu olarak okuyorum. Yazdıklarımın birer birer çıkmış olması da yazılanların boş olmadığını da gösteriyor.
- Emre Bey, Gülen hareketi ile aranız nasıl?
Benim aklımda cemaat veya AKP veya kim olursa, ne düşünür diye bir soru olmaz. Yazarken, bu bilgi doğru mudur, karşılığı nedir, bunun sonucu ne olur diye düşünerek yazarım. Kim rahatsız oluyor diye bakmam. Muhtemelen yazdıklarımdan da en çok cemaat rahatsız oluyordur. Bunu Ekrem Dumanlı da zaten açıkça yazdı.
- Gülen cemaati mensubu musunuz?
Değilim.
‘Fethullah Gülen'in hükmü ne ki sözünün üstüne yazılar yazayım?’
- Yazılarınızda neden cemaate dair bir şey yok? Eleştirilecek bir şey mi görmüyorsunuz?
Ben masonları da eleştirmedim. Başka herhangi bir cemaati, örneğin İsmailağa cemaatini de eleştirmedim. Masonlar hakkında yazı yazmamış olmam da ne masonları yok saymamı, ne de beni mason kılar. Ben güvenlik analistiyim ve güvenlik siyasetine ilişkin yazıyorum. Bildiğim şeyi yazıyorum, bilmediklerimi yazmıyorum. Eğitimden lokantalara, yemeklere kadar her konu hakkında yazan tipik bir köşe yazarı değilim. Biraz dış politika, Ortadoğu politikası bilirim ama Latin Amerika, Çin politikasından hiç anlamam. Anlamadığım konulardan birisi de sanatçılar, magazin dünyası... Bilmediğim şeyi yazmam. Yazmamak suç mu?
- Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Cemal Uşak "Kürtlerin ıstırabını yeterince hissetmedik" diyor, Fethullah Gülen KCK operasyonlarını savunuyor. Bu açıklamalar, sizin alanınıza değmiyor mu?
Tamam, ancak Fethullah Gülen'in hükmü ne ki sözünün üstüne yazılar yazayım? Türkiye'de KCK üzerine yazı yazacaksanız, hüküm sahibi olan Erdoğan'dır. Yoksa Gülen gibi başka bir sivil toplum örgütü de açıklama yapıyor. Ben olgusal bilgileri yazıyorum. KCK-MİT arasındaki ilişkiyi yazıyorum ve diyorum ki "Bu adamlardan Kürtlere hayır gelmez, bu adamlar sizi manipüle ediyor. Bunun farkında olun” diyorum. Ben tek bir alanda yazıyorum ve belki de insanların ilgi göstermesinin sebebi bu. Somut şeyler yazıyorum, yazdığım da çıkıyor. Ben bilmediğim, anlamadığım konularda yazmam.
‘Türkiye'de bürokrat, yalaka ve korkaktır. En korkakları da emniyettedir’
- Emniyet teşkilatı içerisindeki cemaat mensupları tartışılırken Gülen'in KCK operasyonları üzerine söylediklerinin hiçbir hükmü yok mu?
Fethullah Gülen’in söylediklerine dayanarak siyaset analizi yapmak olguları çarpıtmak anlamına gelir. Gülen yorum yapıyorsa, bu kendisini bağlayacak. Gülen'i takip edenler veya eleştirenler bu sözlere değer verebilir. Ancak benim yazdıklarım açısından Fethullah Gülen'in söylediklerinin olgusal bir değeri yok. Olgusal değeri olan ifadeler Başbakan ve siyasetçilerin ifadeleridir.
Zannederler ki, Emniyet teşkilatında emniyet müdürleri Başbakan'ın talimatları dışına çıkabilirler. Türkiye'de en zayıf koalisyon döneminde bile, emniyetteki bürokratların siyasetçiler karşısında dizleri titrer. Türkiye'de bürokrat, yalaka ve korkaktır. En korkakları da emniyettedir.
Çünkü emniyette bir şube müdürü bir milletvekilinin bir telefonu ile anında görevden alınabilir. Dolayısıyla emniyet kendini siyasete göre ayarlar. Kendi gözlerimle gördüm: 28 Şubat'ta İçişleri Bakanı’na yaranmak için akşam polisevinde içen birçok bürokrat AKP iktidara gelince Başbakanlığın altındaki mescide gitmeye başladı. Bürokrasi budur. İster Fethullahçı, ister AKP'ci, isterse sosyal demokrat olsun, kimse siyasetin dışına çıkamaz. MİT krizinde Başbakan sadece iki saat içerisinde emniyetteki bütün şube müdürlerini değiştirdi. Bir telefonda işinden olabildiğinden bürokratın önceliği vatanı korumak değil, koltuğu korumaktır. Bu nedenle MİT krizinden sonra ortaya atılan “asker vesayeti bitti, emniyet vesayeti” başladı tartışması saçma sapan bir şeydi. Emniyetçinin siyasetçiden destek bulmadan hukuk dışına çıkma olasılığı yoktur. Bu iyi bir şeydir de. Keşke diğer kurumlar da siyasetten bu kadar korksa.
‘Özel hayata ilişkin bilgilerin yansıtılmasına hep karşı çıktım’
- Aslı Aydıntaşbaş, size şu soruyu yöneltiyor: Deniz Baykal'a yapılanlar, Uğur Dündar vakası, İlker Başbuğ'un kızına dair görüntüler, iddianamelerde çarsaf çarşaf serilen telefon kayıtları basına servis edilirken siz neredeydiniz?
Ben hiçbir zaman kimsenin özel hayatına ilişkin bilgileri veya ses kayıtlarını yazılarımda kullanmadım. Bunları kabul de etmedim. Ayrıca benim bilgilerim iddianamede sergilenmedi. Onu da eleştirelim, ama kıyaslama saçma sapan bir şey. Benim bilgilerim devlet bilgisayarından çalınıp korsan sitelerde yayımlanıyor. Elma ile armut karşılaştırması gibi bir şey bu.
- Ancak soru şu: Başka insanların özel hayat bilgileri basına yansırken, siz neden karşı çıkmadınız?
Özel hayata ilişkin bilgilerin yansıtılmasına hep karşı çıktım. Örneğin MHP'nin kasetleri ile ilgili bunların ahlaksızlık olduğunu yazdım. Bunları görmek istemeyen görmez. MHP kasetlerinin arkasında Ergenekoncuların olabileceğini, bu tip yöntemlerin uzun zamandır kullanıldığını ve Ergenekon yöntemlerine benzer olduğunu yazdım. Hepsine elbette ki isyan edelim, ama buradaki durum farklı. Benim olayımda yapanlar tespit edilebilir. Çekilen bilgiler ile benim durumum arasında herhangi bir paralellik kurulacaksa Uğur Dündar ile bir paralellik kurulmalı.
‘Kesinlikle ‘Ahmet Şık ve Nedim Şener’i itibarsızlıştırdım’ demem’
- Özel hayat bilgileri kadar, itibarsızlaştırma meselesini de önemsiyorsunuz. Ancak, Nedim Şener ve Ahmet Şık tutuklandıktan sonra "Emniyetçilerin yazdığı kitaplara gazetecilerin adları konarak, hedeflere saldırı başladı", "Şener'in karanlık odaklarla irtibatta olabileceği konusunda başından beri kanaate sahibim" diyebildiniz. Daha iddianame yazılmadan, iki gazeteciyi köşenizde mahkûm ettiniz. "Ben de itibarsızlaştırdım" demez misiniz?
Kesinlikle demem. O yazılarımın bir arka planı var. Hanefi Avcı'nın kitabı çıktığında, bunun operasyonel kitaplar zincirinin ikincisi olduğunu, birincisinin de Nedim Şener’in Hrant Dink cinayetini anlattığı kitabı olduğunu yazmıştım. Bu kitabı emniyetçilerin yazdırdığını daha Nedim Şener hakkında herhangi bir soruşturma yokken yazdım. Şener de bunlara cevap verdi. Daha sonra ortaya çıkan gerçekler, Nedim Şener’in o emniyetçilerle birlikte hareket ettiğini ve Hrant Dink cinayetinde bazı şeylerin üstünü örttüğünü gösterdi. Ahmet Şık için ise ne olduğunu çok anlamış değilim. Ama ben Şık'ın manipüle edildiğini düşünüyorum, Nedim Şener için ise aynı şeyi söyleyemiyorum.
- "Bu insanlar suçsuz olabilir mi" gibi soru işareti yazılarınızda neden yok?
Ben şunu söylüyorum: Nedim Şener emniyetçilerle birlikte kitapları yazdı. Bunu yapabilirsiniz de, altını çizerek söylüyorum: Bu durum gazetecilik etiği açısından tartışılabilir ama suç değildir. Bunlar operasyon kitabı mı? Evet. Ben soruşturma açıldıktan sonra, daha önce zaten yazdığım görüşümü tekrar ettim. Ben buna inanıyorum ve bunu yazıyorum.
- "Nedim Şener'in bilgisayarına bakın" diyerek ihbarda bulundunuz ve "Soruşturma böyle yapılır" dediniz.
Çünkü soruşturma böyle yapılır.
‘Emniyet Müdürü Dink cinayeti soruşturmasını engelledi’
- Polis misiniz, köşe yazarı mısınız?
İlgisi yok. Ben somut olgulardan söz ediyorum. Nedim Şener'in bilgisayarına bakılmış olması, soruşturmanın sağlığı açısından önemli. Eğer soruşturma yapıyorsanız ve Şener’in bilgisayarına bakmıyorsanız, bakmayanı eleştiririm. Aynı durum hepimiz için geçerli çünkü, bilgisayara bakılmayan bir operasyon manipüle edilebilir bir operasyondur. Bu Nedim Şener'i suçlamak değil, çünkü aksine masum olduğunu da gösterebilir.
- Bunu emniyet düşünsün, siz neden düşünüyorsunuz?
Ben güvenlik alanında yazıyorum. Bakın, Nedim Şener'den kahraman çıkmaz.
Ben Nedim Şener'e eleştirel tutumumu devam ettiriyorum. Ben "Sen Hrant Dink cinayeti ile ilgili kitap yazıyorsun ve o dönemin İstanbul İstihbarat Müdürü'nün adı sadece iki paragraf içerisinde geçiyor” dedim. Hâlbuki o müdürün Dink cinayetinde, soruşturma yapmayı engelleyen adam olduğu müfettiş raporlarında da ortaya çıktı. O dönem İran'da olan Ali Fuat Yılmazer hedefe konuluyor, ama İstanbul'da görevini yapmayan adam kitapta üstünkörü geçiyor. Nedim Şener de bana "O zaman müfettiş raporları yoktu. Çıkınca ikinci baskıda koyacağım" dedi. Ama ikinci baskısında da koymadı. Dolayısıyla ben operasyon kitabının ne olduğunu yazmıştım ve soruşturma açılınca da arkasında durmamazlık etmiyorum.
- Soru esasa değil, usule yönelik: "Göreceksiniz ki deliller bir an önce açıklansın diyenler, Nedim Şener ve Ahmet Şık içerde de kalsa olur, bu davanın iddianamesi yazılmasın diyecekler. Zira belgeler açığa çıkınca bütün hayâsız yüzler ortaya çıkacak." Yargılanma süreçleri sona ermemiş iki kişi hakkında bunları söyleme hakkınız var mı?
Benim önemsediğim şey şu: Ben görüşlerimi Nedim Şener hakkında soruşturma olmadan önce yazmış mıyım, yazmışım.
‘Ahmet Şık ile ilgili görüşlerimi daha sonra düzelttim’
- Ahmet Şık?
Daha önce Nedim Şener ile ilişkisi üzerinden bir bağlantı kurmuştum. İddianamede Şener ile ilişkisinin güçlü bir şekilde savunulacağını düşünüyordum ama olmayınca, Şık ile ilgili görüşlerimi daha sonra düzelttim ve Şık'ın bunlarla organik ilişkisinin olamayacağını ve tutuklanmaması gerektiğini defalarca yazdım.
- "Hata yaptım" diyor musunuz?
Bunu diyebileceğim kadar keskin bir dönüş yok. Nedim Şener'in Ahmet Şık'ın solculuğunu manipüle ettiğini düşünüyordum. Savcılık bunu kanıtlayamadı, ama ben hâlâ böyle bir alışveriş olduğuna inanıyorum. Savcılar ispat edemiyorsa, bu onların sorumluluğu, ama bu benim inancımı değiştirmez.
- Kullandığınız "şerefsizler, ciyaklayanlar, tırsaklar" gibi sivri kelimeler ve geleceğe dönük analizleriniz birleşince, "üslup sorunum olabilir" der misiniz?
Haksızlığa dayanamıyorum. Kendimin veya aynı yerde durduğumuzu düşündüğüm kişilerin haksızlığa uğradığını görmek beni çıldırtıyor. O tip yazılarımda dikkat ederseniz öncesinde bana yönelik hep bir saldırı var. Bu polemiklerin hiçbirini ben başlatmadım. Ama bazen öyle bir yerden damarınıza basılıyor ki, cevap vermek zorunda kalıyorsunuz. Üslup olarak bir yanlışım olduğunu sanmıyorum. Haksızlığa uğradığımda bu tip cevaplar veriyorum. Yoksa analizler ile ilgili böyle bir şikâyet olacağını sanmıyorum.
‘Mehmet Altan, kadrolaşma savaşının kurbanlarından bir tanesi’
- "28 Şubat dönemini tersinden yaşıyoruz" diyorsunuz. Mehmet Altan gibi köşelerini bırakmak zorunda kalan gazeteciler de listenizde var mı?
Mehmet Altan, kadrolaşma savaşının kurbanlarından bir tanesi. Mehmet Altan, AKP'nin koalisyon kurduğu zamanlarda Star’a girdi. Avrupa Birliği sürecinde AKP'nin ve liberallerin ortak bir aklı olduğu dönemde Mehmet Altan'ın yıldızı parladı ve o dönem, Altan ve liberaller AKP'liler tarafından el üstünde tutuldu.
Haziran 2011'den sonra, kadrolaşma kavgasında AKP içindeki birileri “Bizim devlet dışında bir koalisyona ihtiyacımız yok. Devleti kontrol eden biziz. Dolayısıyla yapacağımız şey, devleti kontrol edecek kadroları bir havuz içinde biriktirip bu havuzun içerisinden seçeceğimiz insanlarla devleti yönetmek" noktasına geldiğinden havuz dışında kalanları ötekileştirdiler. Ben de bunlardan biriyim.
Mehmet Altan veya sessizce susturulmaya çalışılan diğer liberal yazarlar gibi bir olgu var. İnsanlar Kemalistler veya ulusalcı yazarlar atılırken bağırıyorlar ancak liberal yazarlar işinden olunca "AKP'yi desteklediğiniz için bunu hak ettiniz" benzeri bir tutum sergileniyor. Bu tutum etik değil. Eğer bir yazarın işinden olmasına kızacaksanız, sadece buna kızmanız gerekiyor. "Hak ettin, hak etmedin" gibi bir ayrımcılık doğru değil. Yeni medyada şimdiye kadar AKP'yi desteklemiş insanlara yönelik baskılar var. Şimdi eski medya ile anlaşıyorlar çünkü onlarla değişik al-ver yöntemleriyle anlaşabiliyorlar. Eski medya zaten şimdiye kadar devletten başka bir şeyi görmedi. Şimdi de devleti kontrol edenlerle uzlaşmaya çalışıyorlar. Hatta “Onları at, bizi al” türünden Başbakan Erdoğan’a güzellemeler yazıyorlar.
Şimdiye kadar çeşitli sebeplerle AKP'yi desteklemiş insanlar ise AKP’yi değişik ilkeler bazında destekledi. AKP’nin yöneticileri de biliyorlar ki bizimle ilkeler dışında anlaşmak mümkün değil. Bu da zor bir şey. Merkez medya ile anlaşıp ülkeyi istediğin gibi yönetmek varken liberallerle anlaşıp ülkede reform yapma zorunluluğuna olman arasında tercih yapılacaksa, birincisi daha kolay. Sanırım AKP de seçimlerden sonra bunu tercih ediyor. 2 Mayıs'ı bu yüzden iple çekiyorum, Erdoğan "Liberal ve demokratik anayasa yapacağız" desin, ben yine AKP’yi en önde savunurum. Umutsuzum, ama bir turnusol kâğıdı olarak yeni anayasa yapılıp yapılmayacağını merakla bekliyorum. Ben yapılmayacağını düşünüyorum.