Bu ülkenin güneydoğu ve doğusu hep başka bir dünyanın, farklı bir zamanın ritminde yaşadı. Tarihi; cinayetler, katliamlar, isyanlarla da yazılan bölgede, en son hayatımızdan çalınan isim, kan gölünde hak arayan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi oldu.
Elçi’nin suikast sonucu mu, iki ateş arasında kalarak mı öldürüldüğü tartışılırken hükümet, cinayetin sorumluluğunu PKK ile paylaşırcasına ikinci seçenek üzerinde duruyor. Ancak bu ihtimal de, en az suikast kadar, devrilen barış masalarını, tünelin ucunda görünen ışığın bir kez daha kaybolmasını işaret ediyor.
Bugün bölgede yine silahlar konuşuyor; çocuk ve yaşlı sivillerin de aralarında olduğu insanlar ölüyor, hendekler kazılıyor, mahalli "özyönetim" ilanlarını gözaltı/tutuklama dalgaları izliyor, sokağa çıkma yasakları olağanüstü hal döneminin görüntüleri eşliğinde bir kez daha yürürlüğe giriyor.
Bölgede neler olduğunu, özyönetim ilanlarına eşlik eden ve krizin odağı haline gelen hendekleri, özyönetim rotasından dönülme ihtimalini, Kürt siyasetinin içindeki dinamikleri ve lisanını da sormak üzere Diyarbakır’da Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) kapısını çalıyoruz. Zira özyönetim ilan eden tüm belediyeler, Batı’nın Kürt siyasetinin temsili olarak gördüğü HDP’ye değil, DBP’ye bağlı.
DBP’nin başındaki iki eş başkandan biri olan Emine Ayna, bugüne kadar üslubuyla tartışma yaratan, bu arada kadın kimliğini de hedef alan saldırılara muhatap olan bir siyasetçi. Kızıldere katliamında Mahir Çayan’la birlikte öldürülen dokuz kişiden Ömer Ayna’nın yeğeni olmasıyla da bilinen Emine Ayna, daha sonra mahkeme kararıyla kapatılacak Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) başkanlığını Ahmet Türk’le birlikte yürütmüştü. O dönemde Kürt siyaseti için öne çıkarılan güvercin-şahin ayrışmasında, hanesine ‘şahin’ notu düşüldü. “DTP dışındaki partilerden aday olanlar Kürt değil”, “Taban bizim dağa çıkmamızı istiyor” sözleri de aynı kapsamda tartışılan Ayna ise, bu durumu “Devlet beni şahin olarak pazarlıyor” diyerek açıklıyor.
Üslubuyla birlikte kendisine yönelik hakarete varabilen paylaşımları da konuştuğumuz Emine Ayna’ya hendeklerin arkasındaki YDG-H’li (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) gençlerle ilişkilerini sorduğumuzda “Bize kızıyorlar” yanıtını veriyor. Ayna’nın aktardığına göre, adları giderek daha sık duyulan YDG-H’liler “Kürt siyasetçilerinin de sokakta kendileriyle birlikte çatışmasını istiyor çünkü siyasetten umutları yok.”
Emine Ayna ile söyleşi, Tahir Elçi’nin öldürüldüğü 28 Kasım Cumartesi gününden önceye rast geldi. Taziye evinden çıkışta telefonla da konuştuğumuz Ayna’nın Tahir Elçi cinayetiyle ilgili sözlerini başa alarak soru ve yanıtlara geçelim:
“Biz barış umudu taşırken savaş kararı verilmiş”
Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor; Tahir Elçi, “PKK terör örgütü değildir” diyerek bu işin tam merkezine dokundu. Türk hassasiyeti denilir ya, bu konu da Kürdün hassasiyetidir. Yüzleşmeyle yeniden bir sayfa açılacaksa, terör-terörist kavramlarını bir yana bırakmak, bu noktadan başlamak gerekiyor. Karşılıklı silahları susturulup çözüm adımlarının atılacağı nokta tam da bunun beyan edileceği noktadır. Tahir Elçi’ye saldırı bu yüzden yapıldı. Bir savaş konsepti var, Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı ve açık bir şekilde dedi ki: “Ne barışı, barış değil, biz savaşıyoruz!” Elçi’nin çözüm adına, “Barışı istiyorsak buradan başlamamız gerekiyor” dediği yer Erdoğan’ın o söylemini boşa çıkaran bir noktadır. Bu yüzden katlettiler.
Biz son dört yıldır barışın umudunu taşıdık, ama şunu unuttuk: Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı hükümet 6 yıl önce bir yasa geçirildi, paralı askerlik yasası. İş ilanlarıyla aldıkları kişilere sözleşmeler imzalatıldı. Öldürüldüğünde kimsenin sahip çıkmayacağı, evli olmayan, çocukları, ailesi olmayanlar arasından seçilen bir tim oluşturuldu. Basın bunu deşifre etti ama arkasından barış süreci başlayınca bunu unuttuk. Biz demek ki barışın umudunu taşırken, devlet aslında o günden savaş, katliam kararını vermiş. Esedullah Timi, bilmem ne timi diye bugünün hazırlığını yapmış. Biz barışla oyalanırken Tahir Elçi’yle bu somutlaştı.
- Sizce Tahir Elçi’yi Esedullah veya benzeri bir tim mi öldürdü?
Görüntüler ortada.
“Tahir Elçi uyarısı başta orta ve üst sınıf Kürtlere”
- “Ortada” deseniz de görüntüler bir time işaret etmiyor.
Kastım, planlanmış olması. Önceden organize edilmiş, senaryosu yazılmış, planlanmış, oyuncuları belirlenmiş. Esedullah Timi’nden kastım bu. Görüntüler net, polisler birbirlerine “Sen gelme, sen kaç” diyor. Polise niye bunu diyor? Polisin nereye ateş ettiği o kadar belli ki. Bununla, özellikle orta ve üst sınıf olan Kürtlere şunu söylüyorlar: “Bu bir uyarıdır, sen bunu söyleyemezsin! Söylediğin takdirde katledilirsin.”
- Hükümet cinayet için PKK’yı işaret ederken Başbakan Davutoğlu “Tahir Elçi’yi öldüren polis kurşunu” diyen Demirtaş’a belge sordu.
Ankara’daki katliamı da, Suruç’u da PKK yaptı, diyorlar. Ama aklı başında biri de “Bu adam ‘PKK terör örgütü değildir’ dedi, PKK neden öldürsün” demiyor mu?
- Bu argümanı savunanların hatırlattığı Elçi’nin hendeklere karşı çıkması.
Tahir Elçi ilk kez eleştirilerini dile getirmiyor ki. Tahir Elçi, tarafsızlığın içinde haktan hukuktan yana olmayı bilen bir insandı. Siyasetçi değil, bir insan hakları savunucusuydu, toplumsal psikolojik değerlendirmeler yapabilen biriydi. Onu da, bunu da söylüyordu. Şu net görülmeli, hendeklere karşı olduğu için değil, “Terör örgütü değildir” dediği için hükümet tarafından hakkında linç kampanyası başlatıldı.
“AB Özerklik Şartı özyönetimi karşılamıyor”
- Hendekleri de kapsamına alan özyönetim ilanları, Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin de köşesinde belirttiği gibi, AKP Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu şerhleri kaldırırsa durur mu?
Özyönetim ilanlarını, Yerel Yönetimler Şartnamesi’yle aynı kefeye koymak çok doğru değil. Çünkü bu şartnameyle belediyelerin yetki alanları genişletiliyor. Özyönetimin temeli olan, halkın kendisiyle ilgili kararları kendisinin vermesi söz konusu değil. Örneğin, İstanbul için alınacak kararı belediye kime göre alacak; AKP’ye. Bu özyönetim değil.
- Kürt siyaseti şimdiye kadar özerklik/özyönetimi “yerel yönetimleri güçlendirme” ile savundu. Bu sözlerinizi duyanlar “Al işte bu da lafmış” dese?
Özerkliğin Yerel Yönetim Özerklik Şartnamesi’yle aynı olduğunu hiçbir zaman söylemedik. Bu şartnameye konan çekincelerin kaldırılması gerektiğini, böylece belediyelerin inisiyatif sahibi olacağını ifade ettik. Dünyada birçok ülkede hem özerklik var, hem bu şartname uygulanıyor. Kürtler için özerklik en çok statü anlamında önemli.
- Nedir statüden kastınız?
Kürt kimlikleriyle, kendileri hakkında karar verme mekanizmasının sağlanması. Özyönetimle şunu diyor Kürtler: “Ben bağımsız bir Kürdistan devleti kurmadan, Türkiye’nin coğrafik üniter yapısını bozmadan, kendi kimliğimle ulusal statü nasıl kazanabilirim?”
“Devlet saldırırken ihtiyaç varsa hendeği kazmaları gerekir”
- 2011’de Kürt siyasetinin yaptığı özerklik ilanı ile bugün yapılanlar arasındaki ana farklardan biri hendekler. Vurguladığınız arayış için hendekler sizce olmazsa olmaz mıydı?
Saldırıya uğranılan yerde insanların kendilerini savunma mekanizması geliştirmelerini doğru ve mantıklı buluyorum. Devlet tankıyla topuyla, özel harekâtıyla saldırıyorsa karşısındakiler de hendeğe ihtiyaç duyuyorsa kazmaları gerekir.
- Söyledikleriniz kronolojiyle çok uyuşmuyor; Ağustos’un başından itibaren önce özyönetim ilan ediliyor, hendekler kazılıyor, ardından sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor ve ölümler yaşanıyor.
Hayır, öyle olmadı. İlk Silopi’de oldu saldırılar; özerk mahalle meclisleri özyönetim açıklamalarını yaptılar, o açıklamalara dönük müdahale gelişti, o müdahalelerle birlikte hendekler kazıldı. Silopi’den sonra diğer mahalle meclisleri açıklama yaptıklarında hendeklerini kazdılar. Benim anlaşılmaz bulduğum, devlet güçleri hendekleri kapatmakla uğraşmıyorlar. 35 günlük bebek, 70 yaşındaki kadın evinin içinde ölüyor, hendekte değil. Evin içindeki insanları neden katlediyorsun? Devlet bunu bilinçli olarak hendek meselesi olarak ortaya atıyor. Mesele hendek değil.
“’Hendekleri’ doğru anlatabildiğimizi düşünmüyorum”
- İşi hendeğe indirgemek ne kadar sadece devletin eksisi; sizce Kürt siyaseti bunu ne kadar anlatabiliyor?
Doğru anlatabildiğimizi tahmin etmiyorum. Yanlış anlatmıyoruz, ama anlatabileceğimiz kanalları kullanmada yetersizlik yaşıyoruz. Hendekler olmasaydı devlet saldırmayacak mıydı? Mahalle meclisleri “Devlet kuracağız” demeden, “Devlet denilen aygıta muhtaç olmayacağız, mahalledeki sorunumu kendim tartışacağım” diyerek özyönetim ilan ettiğinde devlet “Öyle mi, hadi kurun” mu diyecekti, saldırmayacak mıydı, insanları gözaltına almayacak mıydı?
“Özyönetim ilanlarını televizyondan öğrendik”
- “Bunu bilmemize rağmen özyönetim ilan ettik” mi diyorsunuz?
Bu çok manipülatif bir soru. Biz özerkliği ilan etmedik ama tüzüğümüzde özerklik ciddi bir talep olarak var. Bu halk, belediye başkan adaylarımızı partimizin bu talepleri yüzünden seçti. Yoksa gider diğer siyasi partilere yönelirlerdi. Bu ilanları desteklememiz bunu bizim ilan ettiğimiz anlamına gelmiyor. Kimse mahalle meclislerine gidip ilan edin dediğimizi ispatlayamaz. Biz de sizin gibi televizyonlardan öğrendik, öncesinde bilgimiz yoktu. Ama “Devlet saldıracak, ben yapmayayım” mantığını doğru bulmuyoruz. “Özerklik”, “Öcalan’a özgürlük” veya “Bu sorun Öcalan’la çözülür” dediğimizde bazı insanlar “Doğru ama zamanı değil, devlet buna hazır değil” diyor. Kendimizle kararları verebilmek için devletin hazır olmasını mı bekleyeceğiz? Devlet hazır olmaz ki!
- Bir örnek: Hatip Dicle mealen “Dolmabahçe mutabakatında geçen ‘yerel demokrasi’ özerklikti. Öcalan, özerklik uç algılanacağı için bu tabiri kullanmıştı” demişti. “Devletin hazır olmasını bekleyemeyiz” diyerek Öcalan’ın gösterdiği hassasiyeti, nüansları kaçırmış olmuyor musunuz?
Öcalan’ın gösterdiği hassasiyeti biz baştan beri gösterdik. Mutabakata destek verilmesi gerektiğini ilk açıklayan DBP’dir. Ama aradan çok geçmeden Cumhurbaşkanı “Ben bunu içime sindiremiyorum” dedi. Yerel demokrasi kavramını bile içine sindiremeyen bir cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız. Bunları göz ardı ederek özyönetim ilanlarını anlayamazsınız. Devlet de yerel demokrasiden ne kast edildiğini bilirken mahalle meclisleri çıkıp “Yerel demokrasi ilan ediyoruz” mu diyecekti? Ama o ilanları yaparken bile insanlar ısrarla “Öcalan’la görüşmeler derhal başlamalı, mutabakattaki 10 maddeye dönülmeli” diyorlar. Çünkü şu an bulunduğumuz nokta savaş hali, Erdoğan daha Haziran seçimlerinden önce siyasi, askeri operasyonlara başladı.
“Haziran’dan önce 300 gerilla öldü”
- KCK 11 Temmuz’da “Ateşkes bitti” dedi, Suruç katliamının da olduğu 20 Temmuz’da Adıyaman’da PKK ile asker arasında çatışma çıktı ve 22’sinde Ceylanpınar’da iki polis öldürüldü. Siz “Operasyonlar çok daha önce başladı” diyerek Ağrı’ya mı gönderme yapıyorsunuz?
Ağrı bunlardan biridir. Asker ölmedi mi diyeceğiz ama Haziran’dan önceki operasyonlarda 300 gerilla öldü. Mesela Türkmenler katledildi. Hangi nedenler, bizi bu sonuca götürdü? Türkiye Cumhuriyeti’nin Rojava politikası, IŞİD’e verdiği destek buna neden olmadı mı? Sayın Öcalan’ın söylediği Eşme ruhu, Şah Süleyman anıtının taşınmasında Türk askeriyle YPG güçlerinin birlikte çalışması imkânsız değildir. Ama bugün gelinen nokta, hendek meselesi, Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımının sonucudur.
“Hendekler olmasaydı daha fazla insan ölürdü”
- Hendek ve hendeğe halk desteğine ilişkin soru işaretleri sadece AKP tarafından değil, HDP’li Altan Tan’dan da geliyor.
Kaygılarının iyi niyetli olduğunu bildiğimizden isim vermedik ama buna ilişkin bir açıklama yaptık; “Neden sonuç ilişkisini kurarak eleştirin” dedik. Hendekler olmasaydı acaba kaç insan ölürdü?
- Sizce daha fazla insan mı ölürdü?
Tabii ki.
- Silopi’den sonraki özyönetim ilanlarında hendeklerin saldırılardan önce kazıldığını söyleyen de sizsiniz.
Doğru çünkü insanlar “Onlar gelmeden kazayım” dediler. Bu bir savunma psikolojisi.
- Sokağa çıkma yasağından sonra Silvan’a gittiniz mi?
Evet.
- Silvan Belediyesi’ne vekaleten bakanlarla konuştuğumuzda sizin gelmediğiniz söylendi.
Gitmiştim.
“İnsanların Silvan’ı terk etmesi özyönetim istemedikleri anlamına gelmez”
- Silvan Belediyesi’nden Zuhal Tekiner, insanların yüzde 90’ının süreçte yerinden olduğunu söyledi. Diyarbakır’da da seslendirilen “Halk desteği varsa insanlar neden evlerini terk ediyor” sorusuna yanıtınız ne?
Kobanê’den insanlar buraya geçtiler, bu oradaki PYD-YPG’yi desteklemedikleri anlamına gelmiyor. Burası bombalanırken çocuklarımı alıp bombalanmayan bir yere gitme isteğim çok insani. Daha önce de göçenler olduğunda “PKK olmasaydı devlet bizi katletmezdi” demediler.
- Bu PKK’yı eleştirmedikleri anlamına mı gelir?
Gelmiyor, o zaman da, bugün de eleştiriyorlar.
- Bugün halkın PKK’ya yönelik eleştirileri ne?
Bunu onlara sorun, onlar adına konuşamam. Söylemeye çalıştığım, “Yer değiştiriyorlar çünkü özyönetim istemiyorlar” çıkarımı doğru değil.
“1 Kasım da, 7 Haziran seçim sonuçları da güvenilir değildi”
- Halk desteği varsa Altan Tan’ın altını çizdiği gibi özyönetim ilan edilen yerlerde HDP’nin oyları neden düştü? Kürtler içinde bu yöntemleri eleştirenlerin varlığını teyit etmiyor mu bu düşüş?
Altan Tan’dan bağımsız konuşacağım. Antidemokratik ülkelerde sandık sonuçlarının güvenilirliği tartışma konusudur. 7 Haziran’da da güvenilir değildi. Bana göre uluslararası güçler, AKP’ye, Erdoğan’a burun sürttürme politikası izledi.
“Türkiye’de hiçbir hükümet, halkın iradesiyle gelmedi”
- Tayin edici etkisi olduğuna dair kanıtlar olmamakla beraber seçim sürecine ilişkin sorunlar vardı, ancak bundan hareketle sonuçların tamamen güvenilmez olduğunu iddia etmenin komplo teorisinden ne farkı var?
Doğruyu söylüyorum ben. Türkiye kurulduğundan beri hiçbir gelen hükümetin, halkın iradesiyle geldiğini düşünmüyorum. Uluslararası güçlerin, Türkiye’deki seçimlere müdahale ettiği ve partileri şekillendirmek üzere hareket ettiğine inanıyorum.
- Siz oy hilesinden bahsediyorsunuz ve bu iddianızı kanıtlamak için başvurabileceğiniz bir YSK var.
Yapıyoruz, kabul edilmiyor. Örneğin, Diyarbakır’da bağımsız adayken bizim sandıktan gelen sonuçlarımızla seçim kurulunun açıkladığı sonuçlar arasında çok büyük fark vardı. Hatip Dicle’nin adaylığında da öyleydi. HADEP döneminde de olurdu ama o zaman geçersiz görünen oylarımız o seçimde AKP’de görünüyordu. İtirazlarımızı yaptık ama hukuk ve seçim sistemi ortada.
“Özyönetim ilan edilen yerlerde oy düşmedi, arttı”
- Hendek ve özyönetimlerin olduğu bölgelerde sizce oy düşmedi, aksine arttı mı?
Kesinlikle. HDP yüzde 10’un altına da bırakılabilirdi ama HDP’ye de şu mesaj verildi: “Biz istersek seni 13 de yapıyoruz, şimdi sınırda tutuyoruz, liberalleş, devlet mantığına yaklaş, halkın taleplerinden uzaklaş.” Bunları inanarak söylüyorum. 7 Haziran’dan sonra zaten ne oldu, erken seçim bile değil, tekrar seçim dendi. Sandıktan çıkan Kürdistan resminin Meclis’e taşınmasını istemeyen bir devlet zihniyeti var.
- Size göre de 7 Haziran geçerli değil.
Hayır, o zaman bu seçim de geçerli değil.
“PKK’nın HDP’nin emeğini yok sayan o eleştirisi doğru değil”
- Sizin bakış açınıza göre öyle.
Öyle baksaydım, “7 Haziran’a da, Kasım seçimine de girmeyelim, hile var” derdim. Ama “Hileye rağmen girelim” diyoruz. O kadar düz bir mantıkla yaklaşmıyorum. Sonuçları reddetmiyoruz, seçimi de mücadele alanlarından biri olarak görüyoruz.
- 7 Haziran’dan sonra PKK’dan yapılan “HDP ne yaptı ki seçim sonucu için başarı diyorlar” veya 1 Kasım’dan sonra sarf edilen “Bizim çalışma tarzımızda ısrarlı olunca yüzde 20’ye ulaşılabilirdi” sözleri sizce ne kadar hakkaniyetli?
Ben bir bütün olarak HDP’nin emeğini yok saymayı doğru bulmuyorum. Canlarını dişlerine takıp çalıştılar.
- “PKK, HDP’nin alanını silaha dönerek kısıtlıyor” yorumuna katılır mısınız?
Yürüyen savaşın, HDP’lilere, HDP binalarına saldırıların rahat çalışma ortamını ortadan kaldırdığı, oyları etkilediği doğrudur ama ateşkesi bitiren PKK değil ki. PKK kendisi savaş kararı alsaydı eleştiri doğru olurdu, ama devlettir savaş kararı alan. PKK, devlet bomba yağdırırken ne yapsaydı?
“Özerklikte siyasi tartışmaların önü açılabilirdi”
- Devleti de eleştiren, Kürt siyasetine sempatiyle bakan Ömer Laçiner gibi isimler de hendek/özyönetim girişimlerini eleştiriyor. DBP’nin açıklamasında Altan Tan’ın yanı sıra yaklaşımlarını doğru bulmadıklarınız arasına “demokrat geçinen aydın, yazar çevreleri” de koyarken onların sözleri muhasebe yapmanıza neden olmuyor mu?
Benim de eleştirilerim olmuştu bu yönteme ilişkin. Silahların kullanılmasını tasvip etmediğimi söylemiştim. Eleştirmek başka bir şey, ama devletin yanlışını görmeden bu eleştirileri yapmak başka. Bence bu yöntemi izleyenler, devletin özerkliği terörize edebileceğini öngörebilir, siyasi tartışmaların önünü açacak, özerklik ilanıyla beraber öz savunma çemberine sıkışmasına izin vermeden toplumsal yaşamda özerkliğin hayata geçmesini geliştirebilirlerdi. Ama bunu yaptıkları anda da “Sen nasıl paralel devlet kuruyorsun” deyip yine o evleri basacaktı.
- 2011’deki ilanda böyle bir girişim olmamıştı.
Henüz devletin savaş kararı yokmuş demek ki. O masa devrilmese, saldırılar olmasa insanlar özyönetim ilan eder miydi?
“Umarım PKK, YDG-H’a hakimdir”
- Sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerlerde devlet güçleriyle çatıştığı söylenen YDG-H üyeleri üzerinde PKK’nın ne kadar hakimiyeti var?
Yine onların yerine konuşmuş olacağım. Bilmiyorum, YDG-H onlara bağlı mı, değil mi, bağlıysa hakimiyeti var mı, bağlıysa ne kadar söz geçirebiliyor?.. Ama şundan kaygılıyım; bu kesim oldukça genç. Genç olma durumu komplike siyasi olayları bütünlüklü düşünüp ne yapıyorlarsa bu yaptıklarını halkın kazanımına dönüştürme konusunda, yaşın verdiği şeyle, daha agresif, düşünmeden hareket eden bir yapı şeklinde yansıması kaygı veriyor. Dağda gerilla hem askeri, hem siyasi eğitim görüyor, ama kentte yaşamış olanların savaş halini burada yaşıyor olmaları, bir arkadaşını yanında kaybetmiş olması, dağdaki gerillada yaratacağı psikolojik, sosyolojik duygudan daha farklı. Umarım hakimdir.
“YDG-H’lı gençler bize kızıyor; onlarla çatışmamızı istiyorlar”
- YDG-H’lı gençler, siyasetçi sizleri görünce...
Bize kızıyorlar.
- Sizlerin arasında nasıl bir ilişki var, onların gözünde “rahatı yerinde kitle” misiniz?
Çok keskin değil ama bizim de gidip onlarla birlikte orada aynı yöntemi... “Siz rahatsınız” gibi değil ama bu siyasetten beklentileri yok. “Niye oradasın” diyorlar, “Siyasi partide kazanım elde edilmez, Ankara’ymış, bunlar çözüm değil” diyorlar.
- “Taban dağa çıkmamızı istiyor” sözleriniz, “Taban sokakta çatışmamızı istiyor”a mı evrildi?
Tabii, zaten buradan çözüm beklentisi olsa niye gitsin onu yapsın... Ama bunu yaratan devletin yaklaşımı.
- Size bunu diyen birine ne yanıt veriyorsunuz?
Silahı bırakmanın koşullarını devlet yaratmalıdır.
- Peki o çocuğa ne diyorsunuz?
Ona söyleyeceğim hiçbir şey yok. Dersem diyecek ki “Devlet bana şunu yapıyor” diyor.
“Biz ikna olamazsak gençleri nasıl ikna edeceğiz?”
- Dolayısıyla “Haklısın” veya “Haksızsın” demiyorsunuz?
Diyemem. “Haklısın” dediğim anda orada onunla birlikte dönmem lazım. “Haksızsın” da diyemiyorum çünkü bunu dememi güçlendirecek veriler yok elimde. Ben neden orada değil, buradayım? Onun silah kullanmasına hayır diyebileceğim verileri burada yaratmak istiyorum. Ama nereye kadar onu bilmiyorum.
- “Nereye kadar bilmiyorum” dediğiniz için Emine Ayna bir gün siyaseti bırakıp eline silah alabilir mi?
“Nereye kadar bilemiyorum” dememin sebebi şu: Türkiye’de bu sorun yeni değil, sürekli yaşanıyor. Biz de silahın araç olarak kullanılmadığı bir mücadele yöntemi geliştirmek için çaba harcıyoruz. Ama devletin, şiddeti önceleyen yaklaşımına devam ettikçe, duvar yazılarında polis “Türk değilsen itaat et” dedikçe ikna etme olasılığımız ortadan kalkıyor.
- Biraz da öfke ve heyecanla silaha sarılan ve sonuçta kendileri de zarar gören gençleri etkileyemeyen bir siyaset; devleti, rekabet ettiği diğer siyasetleri nasıl etkileyecek, dönüştürecek?
Bizim gençleri etkileyebilmemiz için devletin yaklaşımını bırakması lazım. Birileri “tek dil, tek millet” dedikçe, “üstüne beton dökene kadar” dedikçe biz gençleri ikna edemeyiz. Biz ikna olamazsak gençleri nasıl ikna edeceğiz? Bu haliyle gençleri ikna etmemizi kimse beklemesin. Ben ancak devleti ikna edebilirsem gençleri ikna edebilirim.
“İş adamı Raif Türk’ün dozerlerinin yakılması doğru değildi”
- Kürt siyasi hareketinin Kürt sermayedarlarla nasıl bir ilişkisi var?
Bir kısmı gidiyor Kürt halkının haklarını yiyen AKP’nin içinde yer alıyor. Bir kısmı yine orta veya üst sınıf, bunu kendine yakıştırmıyor ve ulusal mücadelenin içinde yer alıyor. Ama sınıfsal kaygısı da var. Devletle de ilişkisini bozmamaya çalışıyor, ulus mücadelesini de yürütmeye çalışıyor.
- DTK’nın özerklik taslağında “kapitalizmin minimize edilmesi” varken ve DBP kendini sosyalist bir parti olarak ilan etmişken aranızda bir gerilim yok mu?
O bizim ideolojik mücadelemiz, ama ulusal mücadele yürütüyoruz. DBP olarak söylüyorum, kendisini demokratik sosyalist parti olarak tanımladığı için oluşturduğu yapılar da öyle. Kapitalist düzen yanlısı biri kalkıp buraya yönetici olmaz. Ama diyalogda olduğumuz ortak payda demokrasi ve hak mücadelesi.
- Ancak Raif Türk’ün 2010 referandumunda evet dediği için dozerleri PKK tarafından yakıldı. İş adamlarına ne kadar nefes alanı bırakılıyor?
Yine PKK yerine konuşmayacağım, ama ulusal mücadele adına şöyle bir karar alınıyor: Referandumla Kürtlere yaptırılmak istenen Lozan’da yapılandır. Kürt parlamenterler Lozan’a giderken 1921 Anayasası'nda yer alan otonomi nedeniyle “Biz zaten özerk Kürdistan’dayız” diyerek gittiler. Lozan’da Kürtlerin de azınlık hakları gündeme geldi, Türkiye grubu orada “Kürtler azınlık değil, asli unsur; otonomileri var, azınlık kabul edilemez” dedi. Lozan’dan döndüler anayasa değişti. 2010’da yapılan da aynısıydı; “Bunu kabul edin, biz onu daha değiştireceğiz,” dendi.
- Anayasa değişikliği talebi doğru veya yanlış olsun, yolu Özgür Gündem’den de geçmiş bir iş adamı, kararı nedeniyle malına zarar verilerek tehdit ediliyor.
Şimdi oturup o yöntemi doğru bulacak değilim. Evet ya da hayır demesinin ötesinde, sonuçta bir insanın eşyasını yakmak tasvip ettiğimiz bir yöntem değil.
“Ulusal mücadele olmasa, yoksunların isyanı üst sınıfa yönelebilirdi”
- Bölgede sınıfsal gerilimi de tespit edebilmek adına soruyoruz. Yoksunluk ve işsizliğin de var ettiği söylenen YDG-H ile AKP’li veya HDP’li iş insanları arasında nasıl bir gerilim var, kıvılcım saçan nitelikte mi? Sosyalist bir parti olarak siz bu noktada nasıl bir pozisyon alıyorsunuz?
Karşı karşıya gelmiyorlar. Bir yere ait olmama, devlet baskısı, ailesinde yaşanan ölümler, geri kalanların cezaevinde olması, üstüne sosyal ve ekonomik yoksunluklar içerisinde gelişmesi onu bir isyan hareketine dönüştürüyor. Bu ulusal hak mücadelesi nedeniyle bu isyan, üst sınıfa değil, devlete yöneliyor. Devletin yönelimleri olmasa, bu yoksunluklar belki de üst sınıfa yönelirdi.
“Mutabakata dönülürse ‘hendek’ ortadan kalkar”
- Sizin yakın gelecek öngörüleriniz arasında neler var? Silvan gibi tahribatların ardından sizce hendek kazılmaları durur mu, devam mı eder?
Biliyor da bilmiyormuş gibi davranmıyorum, tahminim, en başa değil ama 10 maddelik deklarasyona devlet döndüğü zaman, bu tartışmaların, hendeğin ortadan kalkacağını düşünüyorum. 7 Haziran’dan sonra PKK’nin şu iradesini kimse yok saymasın, “Seçimden çıkan iradeyi tanıyacağım” dedi. AKP’nin 40’ı, HDP’nin 13’üyle bence sandıktan güzel bir sonuç çıktı. Koalisyon demeyeceğim ama Meclis’te güç birliğiyle anayasanın demokratikleşmesi, halkın kendisinin irade olacağı bir anayasanın yapılması beklentisi vardı.
“AKP’yle koalisyon kapısını kapamak için acele etmeyebilirdik”
- 7 Haziran’dan sonra HDP’nin AKP ile koalisyona kapılarını kapasını eleştiren Murat Karayılan gibi mi düşünüyorsunuz?
O kadar acele etmeyebilirdik; ne diyeceklerini dinleyip, askeri operasyonların durup durmayacağını, barış sürecine girip girmeyeceklerini izleyebilirdik. Ama AKP’nin kimseyle koalisyon ya da birlikte çalışma yaklaşımı yoktu.
“Leyla Zana gibi düşünmüyorum”
- Erdoğan’ın sonlandırdığı Dolmabahçe mutabakatına geri dönüş çağrınız, Leyla Zana’nın “Bu işi çözerse Erdoğan çözer” sözüne katıldığınız anlamına geliyor mu?
Mesele birey olarak Erdoğan değil, burada konuşulan Cumhurbaşkanı. O koltukta Kemal Kılıçdaroğlu otursaydı, onunla bir araya gelip çözmeyi ifade edecektik.
- Leyla Zana, makamda kimin oturduğundan ziyade, bunu yapabilecek güce Erdoğan’ın sahip olduğuna işaret ediyordu.
Zana, Erdoğan’ın çözmek istediğini düşünüyor, ben böyle düşünmüyorum. Evet, bir yandan bu iş Erdoğan’la olur çünkü cumhurbaşkanı o, bir taraftan da bu iş Erdoğan’la olmaz çünkü “tek dil, tek millet” demekten vazgeçmiyor. Ama sıkıştığı noktada başka yol düşünebilen de bir siyasetçi.
“Cumhurbaşkanlığından da hep zulüm gördük”
- Yeni anayasada başkanlığın yanı sıra özerklik olursa Emine Ayna, “Böyle bir anayasaya evet denmeli” der mi?
Tartışma başkanlık mı, cumhurbaşkanlığı mı ekseninden çıkarılmalı. Bugüne kadar cumhurbaşkanlığından da hep zulüm ve şiddet gördük. Tüm demokratların tartışması gereken, rejim değişikliği, sistem değil. Parlamentarizm ve başkanlık sistem değişikliği, ama rejim demokrasi mi, otokrasi mi olacak? Parlamenter sistem de otokrasiydi, bugün Erdoğan’ın önerdiği başkanlık da otokrasi. İhtiyacımız demokratik rejim. Sistem ademi merkeziyetçi mi olacak, merkeziyetçi mi?
- İmralı Zabıtları’ndan Öcalan’ın ifadesi: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.”
Çok açık söylüyorum, o bunu söyleme hakkına sahip, ben değilim.
“Erdoğan’ın başkanlığına karşıyım veya değilim diyemiyorum”
- Ama siz de bir siyasetçisiniz.
Ben başkanlığa da, parlamenter sisteme de karşı değilim. Ama ifade edilen başkanlığı da, bugüne kadar yürütülen parlamenter sistemi de asla desteklemiyorum. Ben şunu tartışıyorum; sistem merkeziyetçi mi, ademi merkeziyetçi mi olacak? Özerklik, eyalet, federasyon; yerelin yönetim şekli o sistem içerisinde ifade bulacak mı?
Yarının siyaseti ne getirecek belli değil, yarın belki masaya dönülecek ama ben bugün “Erdoğan’ın başkanlığını kabul etmeyiz” demiş olacağım. Savaş ortamında “Erdoğan’ın başkanlığına karşı değilim” dersem de başka bir şey çıkar. Yarın ne getirecek bilmediğimden keskin cümleler kuramıyorum.
“Dündar ve Gül’ü tutuklayanlar Kürt sorununu çözemez”
- Sizce gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklandığı bir ülkede Kürt sorunu çözülebilir mi?
Tutuklandığı bir ülkede çözülebilir, ama tutuklayanlar çözemez. Çünkü onları tutuklayanlar zaten otokrasi yanlılarıdır; onlar çözemez.
“Diğer partilerdeki siyasetçiler Kürt değil”
- Bugün başkanlık konusunda “Keskin konuşmam” deseniz de siz keskin cümleleriyle de bilinen birisiniz. Yönetim sistemi tartışılırken “Mesele farklılıklar nasıl yer alacak” diyen siz, “DTP dışında başka partilerden aday olanlar Kürt değildir” de demiştiniz.
Bunu hâlâ söylüyorum.
- Eleştirilerinizi icra mı ediyorsunuz?
Hayır. Ben Kürt bir siyasetçiyim, “tek dil, tek millet” diyen bir siyasi partiye gidip çalışmam ki. Kürt halkının kimliğini, statüsünü savunan biri olarak orada çalışmam.
- Siz yapmazsınız ama AKP’de çalışmayı tercih edenlere bunu söyleme hakkınız var mı?
Var. “Tek dil Türkçe, tek millet de Türktür” dediğinde o partiye gidiyorsam Kürtlüğümü inkâr ediyorum demektir. Ben orada nasıl Kürdüm derim?
- Erdoğan “Benim Kürt kardeşlerim, Laz kardeşlerim” de diyor.
Demek ki yalan atıyor, bir yandan da “tek millet” diyorsa.
- AKP’ye oy veren Kürtler için de mi aynı şeyi düşünüyorsunuz?
Hayır. İnsanlar sadece ulusal kimlikleri değil, günlük ihtiyaçları üzerinden de oy veriyorlar. Bugün AKP’ye yarın başka bir yere oy verebilirler.
- Size göre örneğin, Dengir Mir Mehmet Fırat AKP’deyken Kürt değil, HDP’ye geçince mi Kürt oldu?
Böyle dümdüz bakmıyorum; sadece AKP açısından değil, MHP, CHP açısından da söylüyorum. 30’un üstündeki siyasi partiler içinde “tek millet, tek dil” diyen hangi parti olursa olsun, burada yöneticilik yapanlar da “tek dil, tek millet” bunu demek zorunda. Bunu diyorsa Kürt değildir.
Bu mesele Dengir Mir meselesi değil, AKP “tek dil, tek millet” dediğinde oradaysa o da bunu diyordu, bugün “tek dil, tek millet” demeyen bir siyasi hareket içindeyse farklı milletlerin varlığını kabul ediyor demektir. Ben o kişileri teşhir ediyorum, “Sen Kürt değilsin” demiyorum, “Sen kendi milletini inkâr ediyorsun” diyorum.
- Şu noktayı anlamaya çalışıyoruz: "Tek dil, tek millet" diyen Erdoğan, "Kürtlerin bir devleti mi var ki ana dilleri, ana dilde eğitimleri olsun" dediğinde Dengir Mir Mehmet Fırat "Kürtlerin bir devleti var; Türkiye Cumhuriyeti" cevabını verdiğini söylemişti T24’e. “Diğer partilerdekiler Kürt değildir” dediğinizde diğer partiler içindeki bu tartışma/mücadele alanlarını yok saymıyor musunuz?
Dengir Mir Mehmet Fırat Erdoğan’la tartışarak AKP’nin zihniyetini değiştirebileceği düşündü demek ki, bunu sizin söyleminizden hareketle söylüyorum, gördü ki olmuyor ayrıldı. Benim burada tartıştığım Dengir Mir Mehmet Fırat değil, polemiğe dönüşsün istemiyorum.
- Örnekleri çoğaltmak adına: Durduğunuz yerden bakılınca, örneğin eski Diyarbakır Barosu Başkanı ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ne kadar Kürt?
Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı varken halkla beraber olması, şiddete karşı ifadeler kullanması elbette değerli ama partisi, “tek dil, tek millet, o da Türkçedir ve Türktür” diyorsa... Ben “Sezgin Tanrıkulu Türktür” demiyorum, bunu söyleyen kendileridir.
“Genel Başkan’ın tek dil derken Diyarbakır’a gelip Kürtçe konuşma”
- Siz, Kürtlüğe HDP vizesi koyduğunuzu, size dayatılan karşısında yine dayatan bir zihniyet kullandığınızı düşünmüyor musunuz?
Asla. Ben mevcut veriler üzerinden konuşuyorum. Bir Kürt milleti varken “tek dil, tek millet” diyen partide çalışmak bunu kabul etmektir.
- Bir varsayım: Yöneticilerinden birinin Emine Ayna olduğu bir özerk yönetim kuruldu, AKP’ye oy veren Kürtler, temsilcileri, örneğin Galip Ensarioğlu rahat nefes alabilecek mi?
Bugün de rahat nefes almıyorlar, yapmayın. Hem özerklik gelişirse AKP “tek dil, tek millet” demez ki. O zaman ben onlarla siyasi anlamda mücadele yürütürüm, onlar liberal-muhafazakâr çizgi izleyecekler, benimki ise özgürlükçü ve demokratik sosyalist.
- Siz “Şunlar Kürt değil” derken nasıl özgürlükçü oluyorsunuz?
Ya ben anlatamıyorum, ya siz anlamak istemiyorsunuz. Ben onun Türk kimliği üzerinde bir inkâr politikası yürütmüyorum. Diyorum ki, o Türk kimliğini kabul ediyor. Senin genel başkanın “tek dil, tek millet” diyor. Sen bana gelip Kürtlükten bahsetme, Diyarbakır’a gelip Kürtçe konuşma. Genel başkanına “Neden bunu diyorsun” de. Yoksa bana “Kürdüm” demeye hakkı yok.
- Diyarbakır’da konuştuğumuz HDP’ye yakın bazı isimler, üslubunuzun Kürt siyasetine de zarar verdiğinizi düşünüyor.
Olabilir, bunu söyleyenler benimle aynı çizgide değil. Ama konuşmaya devam edeceğiz, ya onlar beni, ya ben onları ikna edeceğim, ya da ikna edemeyip farklı çizgilerde mücadele edeceğiz.
- Ezgi Başaran’a 2011’de “Türk hassasiyeti yok, devlet hassasiyeti var” demiştiniz. Ancak parçalanmış bir devletten kalan, zaman içinde daha da derinleşen korkulara sahip Türklerin hassasiyetini, örneğin “Taban bize dağa çıkın, diyor” derken ne kadar gözetiyorsunuz, bu Kürt siyasetine de zarar veren bir dil değil mi?
Benim ilk alıntıda söylemeye çalıştığım şu, örneğin Mahmut Esat Bozkurt’un “Yegâne efendi Türktür, geri kalanların tek hakkı hizmetkârlıktır” ifadesini tüm Türklere mal edemem ki, bu onun devlet bakış açısıdır. Bugün bile gelişen linç olaylarını örgütleyen mekanizma gücünü devletten alıyor. İkinci ifadeyi söylediğim dönem, DTP’nin kapatıldığı, cenazelerin çok yoğun olduğu bir dönemdir. Buna rağmen Ankara’da siyaset yapmaya devam ederken bölgedeki insanlar “Ne yapıyorsunuz siz orada” diyorlardı. Ben insanların söylediklerini taşıdım Ankara’ya.
- Kürt siyasi hareketinin bölgedeki ile Ankara’daki siyasetçileri arasında nasıl bir fark var?
HDP’yle sınırlamadan konuşacağım, biz DTP’deyken de farklı oluyordu çünkü Ankara’da olduğunda daha bürokratik bir şey içerisine giriyorsun. Ama bölgede en basitinden sabah akşam jetleri duyuyorsun. Bunlar günlük siyaseti değerlendirmede fark yaratıyor.
“Ankara’da olsam nüanslarım olabilirdi”
- Bugün Demirtaş’ın üslup yumuşaklığını Ankara’da siyaset yapmasına da verir misiniz?
Selahattin Bey yerine değerlendirme yapmam.
- 1) Üslubuyla batıdakilerin de kendisine kulak kesilmesini sağlayan Demirtaş hadisesini siz nasıl açıklıyorsunuz? 2) Demirtaş’ın ifadesiyle, “parti içinde ve çevresinde kendisinden küçük de olsa bir kesmin rahatsız olması”nın sebebi ne?
Kimse kimseyi topyekûn sever, sevmez diye bir şey yok; Türkler içinde de, Kürtler içinde de, partilerde de... DTP içinde de şahinler-güvercinler diyerek oyun oynamak istediler. İçte olan bir şey değil, dışardan yaratılmak istenen şeyler bunlar. Ama şimdiye kadar kurulan partilerden farklı olarak HDP, tüm demokratların toplandığı bir çatı ve sadece Kürtlere değil, Türklere hitap edebilmek istiyor. Onlar da statü, özerklik istiyor, bunun için Türkiye’ye hitap eden bir dil oluşturmaya çalışıyorlar.
- Dolayısıyla Emine Ayna HDP’de olsa farklı bir dil mi kullanacaktı?
Nüanslar olabilirdi, demin dediğim gibi Ankara’da olmanın getirdiği şeyler var ama çok farklı olacağını sanmıyorum. İnsanlar bir cümleyi nasıl algılamak istiyorsa öyle anlıyor.
“O fotoğrafı gördüğümde utanıyorum”
- Yine Ezgi Başaran’a verdiğiniz söyleşide, “Siyaset yapan erkekler daha rahat. Akşam olur basınla yemeğe gider. Kadın evine. Bu bireysel ilişkiler, kadının giremediği sosyal ağlar erkeğe vurmayı zorlaştırır” demiştiniz. Dolaşıma sokulan çok rahatsız edici...
Benim olmayan resimleri kullanıyor. Aslında siyahi bir kadının resmi.
- Siz o fotoğrafı gördüğünüzde ne hissettiniz?
Utanıyorum, ama kendi adıma değil, o kadın adına. İnsanların her yerde başına bir şey gelebilir. O kadına yapılan ayıp.
“Ruşen Çakır Meclis’te beni duvara sıkıştırdı”
- Kürt siyasetinde söylemleri keskin başka isimler de oldu ancak böyle bir muameleye maruz kalmadılar. Yerinizde bir erkek, örneğin Hatip Dicle olsa, bunlar yapılır mıydı?
Hatip Dicle’nin siyasetin merkezinde olduğu dönemde sosyal medya, algı operasyonları bu kadar yoğun değildi. Ama kadın olmak bizi daha kolay hedef haline getiriyor. Her yerde erkekler egemen, basında da, siyasette de. O egemenlik ilişkisi onları bir yerde buluşturuyor.
İki örnek anlatacağım. Ruşen Çakır’la birlikte İstanbul’da bir panele katıldık. Onun siyaseten AKP ile hangi noktalarda buluştuklarını ifade ettim. Aradan zaman geçti, Meclis’te koridorda yürüyoruz, Ruşen Çakır pat diye karşıma çıktı beni şu şekilde (Emine Ayna ayağa kalkarak yaşadıklarını canlandırıyor, yakasından tutarak) “Sen nasıl o panelde beni bu hale getirirsin” diyerek duvara sıkıştırabildi. Bir erkeğe bunu yapamazdı.
“Yerimde bir erkek vekil olsa...”
- Daha sonra Ruşen Çakır’ın size bir açıklaması oldu mu?
Hayır, o kendini haklı görüyor. Bülent Arınç, Güldal Mumcu’nun odasını basmıştı. Bir erkek vekilin odasını basamazdı. Çünkü Ruşen Çakır bir erkek vekili duvara yaslasa o vekil yumruk atardı, Bülent Arınç bir erkek vekilin odasını bassa korumalarıyla o vekil Arınç’a saldırırdı. Biz kadınlar bunu yapmıyoruz. Bu yüzden bize daha kolay saldırıyorlar. Kurtuluş Tayiz Taraf’tayken katılmadığım bir toplantıya katılmışım gibi ağzımdan diyalog yazdı, aradığımda da “Ben öyle yazmadım, yazı işleri yapmış” dedi. Bunu bir erkeğe yapabilir miydi?
- Kadınların temsili açısından diğer partilerin önünde olsa da Kürt siyaseti içinde kadın-erkek eşitsizliği ne raddede?
Burada sihirli değnek değmiyor erkeklere. İçimizde de yoğun yaşanan bir durum. Ama biz bazı şeyleri tüzükle, programla ilkelere bağladık, bu bir avantaj.
- Tüzüklerin kapsamadığı sosyal ilişkilerde?
Dıştan görüntü, ilkeleri aşamıyor. Mesela şiddet uygulayan eşin, belediyeden işten çıkarılması, çok eşliliğin temsiliyette yer bulmaması gibi... Ama kendi içimizde toplantıda erkeğin, kadının sözünü daha rahat kesmesi, pratik çalışmada erkeğin sürekli kendini öne atması, kadını geri plana itmesi ya da eş başkanlar bir yere gittiğinde toplumsal algıda kadın eş başkana değil, erkeğe yönelimin olması gibi şeyler oluyor. Siyasetin içinde ilkelere bağlasan da sosyal yaşamdaki kadına verilen cinsiyet rollerini oynamak zorunda kalıyor. Eşse ona göre davranmak zorunda kalıyor.
“Bu son savaş olsun, iş masada çözülsün”
- PKK’dan Duran Kalkan’ın “Bu kış final mücadelesine sahne olacak”, “Tıpış tıpış gidecekler İmralı’ya, ama Erdoğan mı, Davutoğlu mu gider belli olmaz, belki yerlerine gelecekler gider” sözleri ne demek?
Bütün sorunlar çözümü masada bulur. Bu sorunun da gideceği yer orası. Belki son savaş diye düşünüyorlardır.
- Sizce söylenmeye çalışılan ‘son müzakere öncesi son savaş’ mı?
Son savaş olsun ve bitsin bu savaş. PKK’nin ‘final’ demesini şöyle yorumluyorum, “Biz bütün gücümüzle bu savaşa yükleneceğiz ve tüm haklarımızı kazanacağız.” Ben de temenni anlamında söylüyorum, bu savaş olsun, final olsun ve iş masada çözülsün.
- “Haklarımız” dediğiniz maddeleri sıralar mısınız?
Özerklik dediğin zaman zaten anadili de, statüyü de, Türkiye vatandaşlığını da barındırıyor.
“Gülen cemaatininki zeytin dalı değil, taktik”
- Söyleşiyi sonlandırmadan: Zaman Genel Yayın Yönetmeni’yken Ekrem Dumanlı’nın Diyarbakır Belediyesi’ne ziyareti ve Kürt siyasetine yönelik söylemde yumuşama sizce Fethullah Gülen cemaatinden uzanan zeytin dalı mı?
Çıkarcı yaklaşıyorlar. Hiçbirimiz Gülen’in konuşmalarında Kürtlere ettiği hakaretleri unutmadık. Bir insanın düşüncesi bir günde değişmez. Zeytin dalı değil, dönemsel taktik.
“Fethullah Gülen görüşme talep etse görüşürüz”
- Sizi inandırmaları için ne yapmaları gerekir?
Çıkıp açık açık AKP’nin Kürt politikasını eleştirmeli, Kürtlerin kendileriyle ilgili söz söyleme dahil haklarını savunmalıdırlar. Ancak o zaman samimiyetlerine inanırız. Bugün Fethullah Gülen gelse görüşme talep etse görüşürüz, düşüncelerimizi de söyleriz ama görüşmemiz onları bağışladığımız anlamına gelmez. Bu AKP için de geçerli, CHP için de.
“Gülen cemaatinin bölgedeki etkinliği azalmadı”
- Dershanelerin kaldırılması, “FETÖ” olarak anılan operasyonlar sonucunda Gülen cemaatinin bölgedeki etkinliği azaldı mı?
Bölgede hâlâ Türkiye’deki kadar etkinlikleri azalmıyor çünkü Türkiye’deki kadar müdahaleye uğramıyorlar. “Bölgedekiler Kürt özgürlük hareketine gideceğine, cemaatlere gitsin” denerek destek opsiyon tanınıyor. Ama şu var, çeşitli üniversitelerdeki kadro atamalarında eskisi kadar önünü açmıyorlar.
- Dicle Üniversitesi gibi mi?
O dahil.
- Yerine güçlendirildiğini düşündüğünüz bir cemaat var mı?
Hayır.
- Bölgedeki en güçlü 3 cemaat hangisi?
Bölgede o kadar çok değiller; Bingöl’de biraz, biraz Erzurum’da ve civarında ama şeyhler üzerinden... Türkiye genelinde olduğu gibi değil burada.