Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, "Siyasal İslamcılık bitti mi bitmedi mi; tartışılır. Peki İslamcı gazetecilik? Havuz medyasına bakarak net bir hüküm verebilirsiniz: İslâmcı gazetecilik bitti. Belki de hiç var olmamıştı. Hep bir taklidin, özentinin içinde debelenmişti" dedi.
Dumanlı sözlerini, "İslamcılar, karşı çıktıkları devlete secde edecek hale geldi" şeklinde sürdürdü.
Ekrem Dumanlı’nın “'İslamcı gazetecilik' bitti!” başlığıyla yayımlanan (29 Haziran 2015) yazısı şöyle:
Yakın bir tarihte “Siyasal İslamcılık bitti mi?” tartışması yapıldı. Zihin açıcıydı. Çok sayıda düşünür o tartışmaya katıldı. Öyle ki çeşitli gazetelerde neşrolan yazıları toplayıp kitap haline getirdiler. İyi de oldu; kalıcı tesadüm-ü efkar bırakıldı geriye… Görünen o ki onca ciddi yazıya rağmen siyasal İslam'ın yaşayıp yaşamadığına dair daha çok yazı yazılması gerekiyor. Özellikle AK Parti'nin demokratik söylemlerle başlayıp feci bir otoriterliğe ve statükoya savrulmasından sonra…
Siyasal İslamcılık bitti mi bitmedi mi; tartışılır. Peki İslamcı gazetecilik? Havuz medyasına bakarak net bir hüküm verebilirsiniz: İslâmcı gazetecilik bitti. Belki de hiç var olmamıştı. Hep bir taklidin, özentinin içinde debelenmişti. İslamcı medyanın yöneticileri büyük çoğunluğu itibariyle gazetecilik mesleğinin felsefî arka planını, geçirdiği tarihî değişimi bilmiyordu zaten. Merak da etmiyordu. Bu nedenle çıkardıkları gazete “merkez medya” diye allanıp pullanmasına rağmen uluslararası gazetecilik standartlarından hayli uzaktı. Problem, bir ideoloji sahibi olmaları değil; bir türlü terkip yapamıyor olmalarıydı.
Gazeteciliğin arka planı ve felsefesi üzerine teorik tartışmaları ve somut gelişmeleri bilmedikleri uzun zaman hissedilmedi. Çünkü “siyasal İslam” çevrede konuşlanıp “merkez”i eleştiri bombardımanına tutuyor ve statükoyu -belli bir oranda- sarsıyordu. İslamcı medya da tam orada mevzilendi. Yani muhalif görünmesi, yeni fikirler üretmesine, sistem sorgulamasına, bireyin demokratik haklarını savunmasına yol açmıştı. Bu haliyle “ezilenler”in yanında duruyor, “müstekbirîn”e meydana okuyorlardı. Bu duruşu oluştururken kendilerine mahsus bir dil, üslup, tarz oluşturamadılar. Ne var ki her biri popüler gazetelerin kopyası gibi sırıtan mevkutelerin kendi ruh köklerinden uzak bir yerde konuşlanması pek de dikkat çekmedi. Türkiye'ye mahsus acayip ve garaip piyasa gazetelerinin benzerini yapıyorlar; evrensel gazetecilik tecrübelerini görmezden geliyor ve vaziyeti idare ediyorlardı. Sansasyonel başlıklar, iri kıyım puntolar, zemin atılan rengarenk patlaklıklar, çatlaklıklar, tek taraflı bilgilendirmeler, çapraz kontrolden geçirilmemiş, editör eli değmemiş; dolayısıyla rafine haline getirilmemiş haberler… Millet de “herhalde gazetecilik bu olsa gerek” deyip sesini çıkarmadı.
Ne var ki editör seviyesindeki kişiler büyük vebal alarak gazetecilik mesleğinin tarihî süreçlerine, medya modellerinden ve ortaya çıkan sentezlere kafa yormadı…
Ve beklenen felaket bir gün “İslamcı medya”nın kapısını çaldı. “Çevre”den “merkez”e doğru akın eden siyasal İslamcılar kısa süre içinde mal mülk edinmeye, servet içinde kibir gütmeye, halka “ırgat” gözüyle bakmaya başladı. Aslında İslamcıların tarihî serüveni tepetaklak olmuştu. İslamcılar vaktiyle devlete tağut diyor, birçok Müslümanı da “devletçi” olmakla suçluyorlardı. Oysa İslamcılara göre devlet cahiliye döneminde putperestlerin kendi elleriyle yaptığı putları acıkınca yemesi gibi bir şeydi. Devlet kavramına neredeyse “anarşist” düzeyde karşı çıkan siyasal İslamcılar, iktidara yürüyüp Ankara'nın sisli sokaklarında fenersiz yakalanınca “devlet”e secde edecek hale geldi.
Kırmızı Kitap ve MGK'nın arkasına sığınınca...
Öyle trajik hadiseler yaşandı ki! Kırmızı Kitap'a sarılmalar, MGK kararıyla İslamî toplulukları recmetmeye yeltenmeler, İç Güvenlik Yasası ile toplumun tamamına “makul şüpheli” nazarıyla bakmalar, İstiklal Mahkemeleri'ne öykünerek Sulh Ceza Hakimlikleri ihdas etmeler…
Çarpıcı bir misal: Siyasal İslamcıların en nefret ettiği ve en çok eleştiri oklarını savurduğu; hatta tekfir edecek seviyede öfke duyduğu Diyanet, bir anda operasyonel bir güce; dolayısıyla da kutsanmayı hak eden bir kuruma dönüştü. YÖK de, MGK da vs. öyle olmadı mı?
Nereden nereye… Mesela MİT! 10 yıl önce bir İslamcıya “MİT ajanı” dense adam bunalıma girer, kahrından öleyazardı. Şimdiki siyasal İslamcılığın türettiği yazarlar sırtını MİT'e dayıyor, onun “elemanı” olmayı medar-ı iftihar bir imtiyaz olarak görüyor ve siyasi öncülerin MİT sevdasına alkış tutuyor. Ömür boyu devletin bireyi ezmesi ihtimali karşısında özgürlükler safında mevzilenen siyasal İslamcı avukatların İç Güvenlik Yasası ve MİT Kanunu'na sıcak bakarken mazeret uydurması siyasal İslam'ın nasıl pasifize edildiğinin, güdükleştirildiğinin trajik misalidir. Kendi kendine sivil toplum deyip devlet buyruğuna giren yapıların düştüğü feci durum ortada…
İslamcı medya iktidarın güç zehirlenmesi karşısında yerle bir oldu. Zaten köklü bir medya teorisi bilmiyor, pratikteki doğru-yanlış cetvelini çözümleyemiyorlardı. Muhalif olmanın mumdan kanatları da eriyince devletin yakıcı gücünü daha da derinden hissettiler. Ve statükonun bekçisi haline gelip eridiler. Açıkçası yararlandıkları iktidar nimetinin çarkları arasında canhıraş bir dönüşüm yaşadılar. “Türkiye'nin birikimi” gibi afilli lafları sadece değişik alanlarda temayüz etmiş köşe yazarlığı sananlar, zamanla o köşeleri de edilgen hale getirdi. Haberciliği de, yorumculuğu da statükonun emrine âmâde kılıp güdümlü yaşamayı, gücün emrine girip herkese karşı gaddar bir üslup takınmayı tercih ettiler…
İslamî hassasiyetler kaybolduğunda
Konu sadece statükonun esaretine girmek, mala mülke tamah etmek, köklerini unutarak bu zulmün aracı haline gelmekten ibaret değil İslamcı medya için. En temel dinî hassasiyetlerini kaybettiler. Yıkılası bir ihtiras uğruna insanları kamplaştırma, toplumu bölme, ötekileştirme, nefret duyguları uyandırma ve bunların hepsini yaparken devletin hoyrat gücünü insanların üzerine sürme metodunu tercih ettiler.
Şimdi hemen her haram “siyasal İslamcı medya” için mubah; hatta makbul/matlup bir vazife haline geldi. “Siyaseten yapılabilir” kalıbı içine onca haramı sıkıştırmak için sadece aklını değil vicdanını da kaybetmeleri gerekiyordu ve maalesef genel itibarıyla kaybettiler.
Adam bin defa yalan yazıyor, bin defa yalanı yüzüne çarpılıyor ve yüzü bir kerecik kızarmıyor. Bu utanmaz kişilerin gazetecilikle bir alakası olmadığı kesin. Ya İslam'la! Yalanı, gıybeti, suizannı, iftirayı kesinkes haram ilan ediyor İslam. İslamcı medyanın umurunda mı? Ramazan ayının nûraniyatı ve füyûzatı bile onları durduramıyor. Gözlerini iktidar hırsı bürümüş, her türlü hakareti yapmakta beis görmüyorlar. O kadar ki en küçük bir muhalefet görürse 40 yıllık ahbaplarına, arkadaşlarına, partidaşlarına bile en ağır ithamlarda bulunup medyatik linçin en aşağılık yollarını deniyorlar. Dava çilesi, tefekkür sancısı, terkip iştiyakı, tevhid sevdası çoktan rafa kalkmış durumda “İslamcı medya” için. Nezaket ve nezahetten koptukça yobazlaşıyor: Yobazlaştıkça kendine zararın ötesinde İslâm'a zarar veriyor. “İslamcı medya”nın reklam tamahkârlığına onca mukaddes değeri feda etmesi vahametin bir başka boyutu.
Aslında “İslamcı medya” işlediği günahın farkında. Hırçınlığının bir sebebi de bu! Dünya nimetlerine karşı verdikleri sınavdan sınıfta kaldıklarını onlar da biliyor. Vicdanlarını “ama, lâkin” gibi laflarla bastırmaya çalışıyorlar. Ne var ki lüks purolarından yükselen dairevi helezonların gezindiği rehavet kokulu atmosfer içerisinde “Onca yokluk çektik geçmişte şimdiki durumu hak ettik canım” diyerek yüreklerini serinletmeye, vicdan azabından kurtulmaya gayret ediyorlar. Nafile!
Vebalden kurtulabilirler mi? Asla! Açtıkları gıybet ve iftira kapısı onların bu dünyada da ahirette de başlarına bela olacak. Bir mümin nasıl olur da bile bile yalan konuşur, yalan yazar? Ahiret inancı taşıyan bir kişi hangi cüretle mümine en ağır iftirada bulunabilir? Ajan, sülük, virüs, haşhaşi, kıblesi şaşmış adamlar, hainler gibi en denî lafları masum insanlara art arda sıralayan ve bunları medyası vasıtasıyla çoğaltıp milyonlarca insanın kafasını yalan dolanla bulandıran insanların işlediği büyük günah hesapsız kalır mı hiç!
Otoriter ve totaliter medya modelini benimserseniz...
“İslamcı medya”nın birilerine şiddetle karşı olmasını ve bu konuda yayın yapmasını anlayışla karşılayabilirim. Hatta bu kişiler, İslamî duyarlılığı olan zümrelere karşı bu muhalefeti yapıyor da olabilir. Ancak hiçbir şey, yalan haberi, iftira kampanyasını, çamur atma politikasını, tekfir etme cinnetini mubah kılmaz. Muhalefet yapmanın bir âdâbı, üslubu, dili, mahiyeti ve kriteri vardır. İslam dışı bir metotla yalan makinesine dönüşüp hâlâ “İslamcı”olduğunu savunmak zavallı bir ihtirasın, söndürülemez bir egoizmin yansıması değil de nedir?
Dünya basın tarihi karşımıza (genel hatlarıyla özetlersek) üç türlü medya modeli çıkarıyor: Otoriteryan medya, liberal medya, sosyal sorumluluk taşıyan medya modeli. Bu modellerin kurucuları, yaratıcıları, uygulayıcıları var. Her biri önemli tecrübeye sahip ve biri bitip diğeri başlamıyor. Yani, kökleri yüzlerce kitaba, tartışmaya, eleştiriye dayalı bu modellerin günümüzde devam eden pratikleri var. İslamcı medya bu modellerden en ilkini ve ilkelini seçti: Otoriter ve totaliter medya teoremi. Niccolo Machiavelli, Thomas Hobbes gibi düşünürlerden esinlenen ve devleti kutsayarak her türlü gücü ve yetkiyi devletin en tepesindeki kişiye veren medya modelini tercih eden “İslamcılar” bu yanlış seçimle hem kendi mazilerini inkâr ettiler hem kendi hayat felsefelerini. Dünya 16. ve 17. yüzyıldaki monarşist egemenliği çoktan geride bıraktı. Vakıa, yakın komşularımızın pek çoğunda otoriter totaliter devlet düzeni sürdürülse ve onun gölgesinde bir medya düzeni kurulsa bile bu despot sistemin Türkiye'de tutmasına ve toplumu nefes alınamayacak bir atmosfere taşımasına imkân yok. İslâmcı medya kendi kendini imha etti. Yalana doymadı, iftiradan çekinmedi, nefret suçu işlemeyi alışkanlık haline getirdi. Keşke sadece kendine zarar verse; İslâm'ın ahlakî umrelerine de hiç gölge düşürmeseydiler...