Oral Çalışlar
(Radikal, 25 Nisan 2012)
Sol, darbelerin ateşinde kavruldu. Yandı, tutuştu; yanına yaklaşanı da kavurdu. Bu yangın artık söndürüldü. Sol geride kalan kül yığınının tam ortasında duruyor. Artık Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmanın vakti.”
Eski ülkücülerden akademisyen Mümtaz’er Türköne’nin Zaman gazetesindeki değerlendirmesi böyle. ‘Sağ kesim’de, son dönemde ‘darbecilik=solculuk’ denkleminin büyük oranda kabul gördüğü bir gerçek...
Solun önemli bir kesiminin 27 Mayıs 1960 darbesini olumlu karşılaması ve son dönemde darbecilerle bazı sol grup ve partilerin kader ortaklığı yapmasını bu kanıyı güçlendiren faktörler arasında sayabiliriz... Solun hâlâ geniş sayılabilecek bir kesiminin darbeciliğe karşı bir ‘akrabalık duygusu’ beslediğini görebiliyoruz... Türkiye’deki solun kimyasını bu psikolojiden bağımsız olarak okumak pek mümkün görünmüyor.
Türkiye’nin modernleşme süreci, ‘yukarıdan aşağı’, Jakoben bir yöntemle gelişti. Bu yöntem, karşısına asıl düşman olarak dindarlığı (veya onu benimseyenlerin ifadesiyle söylersek ‘yobazlığı’ ve ‘şeriatçılığı’) koydu. Böyle olunca da ‘ilericilik’ (ve onun türevi olarak ‘solculuk’) modernleşmeci despotizmi kendisine dost olarak gördü. Bu zaaf, ‘Milli Mücadele’nin ardından TKP ile başladı, sonrasında da birçok sosyalist örgüt ve eğilimi etkiledi.
Tabii, Cumhuriyet dönemindeki eğitim zihniyetinin etkilerini de unutmamak gerekiyor. “Atatürk bizi şeriattan ve ortaçağ zihniyetinden kurtardı” ana fikrine odaklı eğitim anlayışına göre Osmanlı, gerici bir şeriat devletinden ibaretti. Eğitim sisteminin de etkisiyle, ilericilik/solculuk algısı, ‘dışarıdan müdahale’yi haklı olarak algılayan bir temele oturdu.
Solun darbecilikle hesaplaşabilmek için 200 yıllık modernleşme sürecini daha halkçı bir gözle tamamen baştan değerlendirme cesaretini göstermesi gerekiyor. Ben, 27 Mayıs 1960 darbesini destekleyen bir CHP’li ailenin çocuğuydum ve o günlerde 3 siyasetçinin idam edilmesini yeterli görmeyen bir anlayışa sahiptim. Bunun özeleştirisini yaptım ama hâlâ aşağı yukarı bu şekilde düşünen çok sayıda solcunun var olduğu bir gerçek.
Peki, ‘sağ’ın temiz bir geçmişe sahip olduğu söylenebilir mi? 12 Mart 1971 askeri darbesinde sağcılar neler yazıp neler söylemişti, isterseniz bir arşivleri karıştırın... Deniz Gezmişler cuntacılar tarafından idam edilirken sağcılar kimin tarafındaydı? Denizler’in idamı için oy kullanan milletvekillerinin listesini kolayca bulabilirsiniz. Tamamı sağcıydı.
Evet, 12 Mart 1971 darbesi öncesi sol içinden bazı gruplar ‘sol cunta’ peşindeydiler. Partiyi kaybettiler. Hesabını verdiler. Peki, daha sonra kurulan cuntaya kim destek verdi?
Veya örneğin 12 Eylül 1980’e giden yolda, sağın bazı önde gelen militanlarının MİT ve Özel Harp Dairesi elemanı çıkmasını nasıl değerlendireceğiz? Abdi İpekçi cinayetinden Doğan Öz cinayetine kadar darbe ortamını hazırlayan kritik suikastların militanları hangi cephenin elemanlarıydı?
Kahramanmaraş katliamı 12 Eylül darbesinin temel provalarından birisiydi. Orada kitle katliamı yapanlar hangi siyasi akımın mensuplarıydılar? Sivas, Elazığ, Çorum katliamlarını da ekleyebiliriz. Hepsi ‘Özel Harp işi’ydi ama bir de elemanlar vardı. Onlar kimdi?
12 Eylül yargılamaları sırasında “Fikrimiz iktidarda, biz içerdeyiz” diyen, Alparslan Türkeş ve arkadaşları değil miydi?
Bunların hiçbirini solun günahlarını affettirmek için hatırlatmıyorum. Amacım, gerçeğin bir bütün olarak görülebilmesine ve Türkiye’deki sağcıların/muhafazakârların da kendi tarihlerini daha gerçekçi bir şekilde okumalarına biraz olsun katkıda bulunmak...
Hâlâ ‘demokratikleşme sancıları’ çekmeye devam eden Türkiye’de ‘değişim misyonu’nu sağ kökenli bir parti üstlenmiş durumda... AK Parti’nin demokratikleşme yolculuğunda tıkandığı noktaların daha doğru değerlendirilebilmesi için geçmişe ilişkin daha sağlıklı bir okumaya ve zaaflarla daha ciddi bir hesaplaşmaya ihtiyaç var.
Darbeciliğin ve despotizmin günahlarını tamamen solun sırtına yıkan yaklaşımlar, belki ‘sağ kesim’e yüzeysel bir rahatlama veya özgüven artışı sağlayabilir... Ancak Türkiye toplumunun daha sağlıklı bir özgürlük ortamını sağcısıyla solcusuyla neden bir türlü yaratmayı başaramadığını anlaşılır kılmaz...
Darbecilik ve despotluk, bu toprakların bir hastalığıdır, milli bir meseledir... Bu hastalığın, belli bir siyasi tercihe indirgenemeyecek kadar derin kökleri vardır...