Cumhuriyet davasını izleyen Doç. Dr. Ceren Sözeri’ye göre “Bu dava bir gazetenin bağımsızlık mücadelesi” ifadesini kullandı. Sözeri, “Cumhuriyet’in bağımsızlığını kaybetmesi, ülkede gazeteciliğin tümden yitirilmesinin önünü açacak. Cumhuriyet kolay lokma değil, o yüzden bu kadar çetrefilli bir yol seçildi” dedi. Sözeri, mahkemede yaşananlara ilişkin olarak ise, "Özellikle savcının sık sık savunmaya geçtiğine şahit olduk. Gazetecilerin haberlerinin arkasında nasıl dik durduğuna, bir saniye bile şüpheye düşmeden sorumluluğunu üstlendiklerine gördük" ifadesini kullandı.
Cumhuriyet'ten Kemal Göktaş'a konuşan Sözeri'nin açıklamaları şöyle:
Cumhuriyet gazetesi davası, sadece bir basın özgürlüğü davası değil. Çünkü basın özgürlüğü sadece gazetecilerin dilediklerini yazma özgürlüğü değil. Basın özgürlüğü, bir ülkenin özgürlük seviyesinin belirlendiği bir barometre. Cumhuriyet’in yazar ve yöneticileri, mahkeme önünde kendilerini suçlayan iddianameyi yargılarken, sadece kendilerinin özgürlüğünü gasp eden bağımlı yargıyı değil, ülkeyi cehenneme çeviren iktidarın bütün uygulamalarını teşhir ve mahkûm ettiler. Arkadaşlarımızın duruşma salonundaki sözlerinin tüm toplumda dalga dalga yayılan bir umuda evrilmesi de bunun göstergesi oldu. Bu yüzdendir ki, Cumhuriyet davası şimdiden bir “pideci-parkeci” davası olarak tarihin çöp sepetine gitti. Tam da bu nedenle 7 arkadaşımızın özgürlüğe kavuşmasının sevincini yaşarken, 4 arkadaşımızın tahliye edilmemesinin, zulmün devamı olduğunu söyledik. Cumhuriyet davasını, duruşmayı baştan sona izleyen Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ceren Sözeri ile konuştuk.
- Cumhuriyet neden iktidarın hedefi oldu?
İlk anda aklımıza gelen MİT Tır’larına ilişkin haberler ve sonrasında Erdoğan’ın Can Dündar’ı doğrudan hedef alması oluyor ancak ben rahatsızlığın çok daha önceden başladığını düşünüyorum. Hatırlarsanız 2013’te TMSF eliyle Çukurova Grubu’na el konulduğunda Akşam gazetesi ve SkyTürk360 televizyonunu satın alan Ethem Sancak, Çukurova’nın elinde bulunan Cumhuriyet hisselerinin kendisine geçtiğini söyleyip Cumhuriyet yönetimine girmeye heves etmişti. Cumhuriyet ise yayın ilkelerini belirleme ve denetleme yetkisine sahip tek kurumun Cumhuriyet Vakfı olduğunu, Sancak’ın yüzde 4.8’lik hisse ile yayın politikasına müdahale hakkının bulunmadığını söylemişti. Aynı dönemde Radikal gazetesi de patronuna yapılan baskı ile basılı yayın hayatına son vermişti. Cumhuriyet’in sahiplik yapısı, yani patronun olmaması, başka alanlarda yatırımların engellenmesi yoluyla kontrol edilememesi, iktidarın rahatsızlığını artırdı. Ayrıca 2013, Gezi süreciyle birlikte iktidarın medyaya yönelik politikaların da kırılma noktalarından biridir. Tapeler gösterdi ki iktidarın haber merkezlerini arayarak kontrol etmesi rutine dönüşmüş. Hoşa gitmeyen isimler mitinglerde doğrudan hedef gösterildi, işlerinden edildi. “Üzdük mü seni patron” diye ağlayan medya patronları oldu, ana akım medya toplumun gözünde ciddi biçimde prestij kaybetti. İktidara yakın medya ise yalan üreten propaganda araçlarına dönüştü. Cumhuriyet bu dönemde doğru habere, farklı görüşlere olan ihtiyacı karşılayan ana akım çizgisinde tek bağımsız gazete olarak öne çıktı. Öyle ki, “bir olay Cumhuriyet’te haber olursa gündem olur” kanaati yerleşti.
OHAL olanaklarıyla
- İktidar bu rahatsızlığını çok açık biçimde gösterdi. Haberlerimizden rahatsızdılar ve haberlerimizden dava açtılar.
Cumhuriyet, boşluğu görerek özel haberlere yönelen, manşetleriyle gündem oluşturan yeni bir yapılanmaya gitti. İşlerini kaybeden iyi gazetecileri kadrosuna kattı, köşe yazarlarını çeşitlendirdi. Gazetenin okuyucu kitlesi genişledi. Kürt sorununa daha fazla yer verilmeye başlandı. 2015 24 Nisan’ında Ermenice bir başlıkla çıktı. İktidarın Cemaat’le ortaklığının bozulması, 7 Haziran seçimleri ve çözüm sürecinin sona ermesi, iktidarın milliyetçi oylara duyduğu ihtiyaç nedeniyle o güne dek özellikle Kürt sorununa yönelik atılan tüm demokratik adımların bir bir geri alınmasıyla sonuçlandı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iktidarın güvenebileceği tek ortağı Aydınlık’çı çizgideki ulusalcılar oldu. Bu ortaklık Cumhuriyet üzerinden alınmak istenen intikamın da zeminini oluşturdu. İktidar Cumhuriyet’e müdahaleyi tek başına başaramamıştı. Can Dündar ve Erdem Gül, MİT tır’ları haberleri nedeniyle tutuklandılar ancak Anayasa Mahkemesi kararıyla serbest kaldılar. 15 Temmuz hem iktidar hem de Aydınlıkçı’lar açısından Cumhuriyet’i ele geçirmek için de bir lütuf oldu. Vakıf seçimlerine ilişkin, geçmiş bilirkişi raporları da ortada olduğundan, usulsüzlük iddiası tek başına yeterli değildi, yanına yapılan haberler, söyleşiler de kanıtmış gibi gösterilerek OHAL olanaklarıyla bunu bir “teröre yardım” davasına çevirdiler.
Terörizm sopası
- Gazetecilik faaliyetlerinin terörizmle suçlanması ile siyaset yapıcıların muhalefetlerinin terörizmle suçlanması arasında nasıl bir ilişki var?
Gazetecilik olan biteni, farklı görüşleri nesnel, şeffaf ve bağımsız şekilde aktardıkça güvenilirliğini artırır. Bu nedenle iktidarın da muhalefetin de bağımsız davranabilen medyaya ihtiyacı vardır. Propaganda aracına dönüşen medyayla ancak size oy verenleri coşturabilirsiniz. Cumhuriyet’e geçen yıl cemaat medyasına yaptığı gibi doğrudan müdahale etmek, el koymak, kayyım atamak, onu iktidar medyasına çevirmek iktidarın işine yaramaz. Başka bir gerekçe ve yöntem bulmak zorunda. OHAL koşulları ve “terörle mücadele” bu açıdan çok kullanışlı araçlar. İşin acıklı olan tarafı muhalefetin bunun yeterince farkında olmaması. Gazetecilik faaliyetlerinin “terörizm”le ilişkilendirilmesi muhalefetin de aynı gerekçeyle hedef alınması anlamına gelir ki aslında geldi bile. MİT Tır’ları haberi nedeniyle CHP’li Enis Berberoğlu tutuklandı. Aynı haber Aydınlık’ta yayımlandığı halde soruşturmaya konu olmadı. Olması gerektiğini söylemiyorum ama bu ilişkiye dikkat çekmeye çalışıyorum. Kemal Kılıçdaroğlu, Berberoğlu’nun tutuklanmasından sonra Ankara’dan İstanbul’a kadar adalet talebiyle yürüdü ancak basına yönelik baskıların takipçisi birkaç CHP milletvekili dışında CHP, Cumhuriyet davasında neredeyse yoktu. Kılıçdaroğlu karardan sonra “Adalet bekleyen diğer gazetecilerin de bir an önce özgür kalmasını diliyorum” mesajını paylaştı. Dilemekten daha fazlasını yapması gerekiyor çünkü yarın “terörizm” sopası kendisine değdiğinde bunu haber yapacak medya da kalmayacak.
- Cumhuriyet duruşmasını genel olarak nasıl değerlendirirsiniz? En etkileyici bulduğunuz ne oldu? Suçlamaların içeriği ile ilgili neler söylersiniz?
Medya alanında çalışan bir akademisyen olarak tarihe geçecek böyle korkunç bir yargılamanın tanığı olmak istedim. Gazeteciler ve Vakıf yöneticileri, yargılanan değil yargılayan oldular. Tüm savunmalar çok güçlüydü, iddianamede kanıt olarak sunulan her şey birer çöpe dönüştü. Mahkeme heyeti gazeteciliği ve gazetecilik etiğini Türkiye’nin en iyi gazetecileriyle tartışma hatasına düştü. Yargının, basının işleyişinden ve basın özgürlüğünden ne anladığını görme fırsatı bulduk. Haberlerin emir-komuta zincirinde yapıldığını zanneden hâkimler ve savcılar var bu ülkede. Bu, Erdoğan’ın Die Zeit’taki söyleşisinde bağımsız medya olamayacağına dair inancıyla paralellik gösteriyor elbette, toplumun bir kısmının da böyle düşündüğünü sanıyorum.
Güçlü savunmalar
- Savcının, hâkimlerin ve savunmanın ayrı ayrı söyleminde dikkatinizi neler çekti?
Mahkeme heyeti ve savcı medyanın işleyişi konusunda bilgisizdi. Bilirkişiler de maalesef onlara pek yardımcı olmamış. Zaten bilirkişinin Erdoğan’a hayranlığını belirttiği tweet’leri dile getirildi. Mahkeme heyeti okur şikâyetlerini dahi suçlama konusu haline getirmiş. Ancak bu konuda kafaları biraz da olsa karıştı, 7 tahliyeyi biraz buna yoruyorum. İddianamenin bu kadar korkunç biçimde hazırlanmış olması onları da çok zor durumda bıraktı çünkü suçun aslında ne olduğunu dahi bilmiyorlardı. Ellerinde yalnızca haber başlıkları ve bazı metinler vardı, içinden suç teşkil ettiği düşünülen cümleler dahi ayıklanmamıştı ve konularına son derece hâkim gazetecilere bu soruları sormak durumunda kaldılar. Özellikle savcının sık sık savunmaya geçtiğine şahit olduk. En sakıncalısı ise suçlamalara dair kanıt gösteremeyen savcı ve mahkeme heyetinin sıkışıp “FETÖ, PKK, DHKP-C, IŞİD’i terör örgütü olarak görüyor musunuz?” gibi niyet okumaya yönelik soru girişimleriydi. Bu sorular hem anayasa ve uluslararası sözleşmelerle korunan düşünce özgürlüğünün ihlaliydi hem de asıl mahkemenin niyetini açık etti. Savunmalar çok güçlüydü, parkecinin, pidecinin ByLock kullanması, turizm şirketinin soruşturma geçiriyor oluşu gibi skandallar zaten ilk elden kolayca savuşturuldu. Asıl önemlisi Türkiye’de gazeteciliğin uzun zamandır ilk kez böyle güçlü biçimde savunulduğuna, gazetecilerin haberlerinin arkasında nasıl dik durduğuna, bir saniye bile şüpheye düşmeden sorumluluğunu üstlendiklerine şahit olduk.
Cumhuriyet hiç kolay lokma deği
- Cumhuriyet susturulunca ne olacak? Medyanın geri kalanının halipür mealini de düşünürsek?
Cumhuriyet davası bir gazetenin bağımsızlık mücadelesidir, iki taraf arasında yönetimi ele geçirme kavgası değil, “terör” davası hiç değil. Dolayısıyla tarihte çok önemli bir yeri olacak bu davaya yönelik muhalefetin, siyasetçilerin, gazetecilerin tutumları, tanıklıkları unutulmayacak. Cumhuriyet’in bağımsızlığını kaybetmesi demek ülkede gazetecilik olanaklarının tamamen yitirilmesinin önünü açacak. Cumhuriyet kolay lokma değil o yüzden bu kadar çetrefilli bir yol seçildi ancak elden giderse diğerleri tek hamlede ortadan kaldırılabilir. Bu yüzden Cumhuriyet’in arkasında meslektaş dayanışmasının ötesinde güçlü bir duruş var ancak yeterli değil, siyasetçisinden gazetecisine, okuruna herkesin bu tehlikenin farkında olması gerekiyor.
Sabuncu’nun cesareti
- Yayın politikası değişikliği suçlamasının amacı ne olabilir?
Mahkeme heyeti ve savcı vakıf işleyişi ve Vakıf Senedi üzerinde durdu sık sık, gazetecilere yönelik “Sizi kim işe aldı, bu haberi kim telkin etti” gibi sorularla bir örgüt şeması çıkarmaya girişti. Kanıtlamaya çalıştıkları, gazetenin bir örgüt tarafından ele geçirilip direktifler yoluyla yayın politikasının değiştirildiğiydi, fakat başarılı olamadılar. Ne vakıf yöneticileri yayın politikasına karışmışlardı ne de gazeteciler böyle bir emir, telkin aldıklarını söylediler. Aksine imzasını attıkları her haberin sorumluluğunu üstlendi. Murat Sabuncu, kendisinden önceki dönemin dahi sorumluluğunu üstlenme cesaretini gösterdi. Vakıf Senedi, vakfın amaçlarının yazılı olduğu bir metin. Eline bunu alıp haberleri kontrol ederek buradan bir suç üretmenin imkânı yok. Hele de ifade özgürlüğü kapsamına giren bir faaliyet için. Kaldı ki yayın politikasını değiştirmek gibi bir suç da yok. Basın İş Kanunu, ‘yayın politikasında gazetecinin şeref ya da şöhretini ihlal edecek bir değişimin olması halinde gazetecinin tazminat hakları saklı kalarak istifa edebileceğini’ belirtir. Vicdan hükmü olarak adlandırdığımız bu madde gazeteciyi ve editöryal bağımsızlığı korur. Cumhuriyet’in, eğer öyleyse, yayın politikası değişikliğinden olumsuz olarak etkilenen gazeteciler varsa bu madde kapsamında istifa edebilir, tazminatlarını alabilirlerdi. Yayın politikasının değişiminden hoşnut olmayan okur varsa gazeteyi okumayı bırakır ancak bu sebeple yeni okur da kazanılmış olabilir. Yargı burada hangi okurdan yana tavır alacak? Yayın politikasının değişimi yargı konusu yapılamaz. Bu nedenle haberleri, manşetleri “terörle” ilişkilendirmeye çalıştılar.
Mesaj: Boyun eğin
- Tahliyelerin sınırlı tutulması ile amaçlanan nedir?
İkinci duruşmada yayın politikası ile vakıf yönetimi arasında ilişki kurulmaya gayret edileceğinden şüphe yok. Akın Atalay ve Murat Sabuncu’nun tutukluluğunun devamını buna yoruyorum. Kadri Gürsel’in yıllardır hiç değişmeyen muhalif duruşu, konusuna hâkimiyeti ve Ahmet Şık’ın gözü kara cesaretinin bedelinin ödetildi. Cumhuriyet davası üzerinden aslında tüm medyaya verilmek istenen bir mesaj, bir boyun eğdirme girişimi var. Vakıf yönetimi konusu bağımsızlığı ortadan kaldırmak için kullanılıyor, herkes işleyişe çok hâkim değil ancak gazetecilere verilmek istenen mesaj Kadri Gürsel ve Ahmet Şık üzerinden gayet net okunuyor
Şık, savunmasıyla cesaret verdi
- Ahmet Şık’ın savunmasının toplumda büyük bir yankı bulmasının nedeni ne?
Ahmet Şık’ın savunması davayı takip edenler tarafından en merak edilen savunmaydı, bu kuşkusuz hem Şık’ın cesaret veren tarzından hem de geçmişte Cemaat mağduru olup bu yapı üzerine korkmadan gittiği için konuya hâkimiyetinden kaynaklanıyordu. Şık savunma yapmadı, hem iktidarı hem de mahkemeyi suçladı. Suçlarken de çok iyi bir gazetecilik örneği sergiledi, o savunmadan pek çok haber çıktı. Savunma yaparken mahkeme başkanının sık sık sözünü kesip savunmayı suçlamalarla sınırlı tutması için uyardığına şahit olduk “burada köşe yazısı yazmıyorsunuz” dedi hatta. Oysa yargılanan haberler ve köşe yazılarıydı. Böyle bir savunmanın “cezasız” kalmayacağını biliyordu, hukuk taleplerinin yargıya zaten ulaşmadığı gerekçesiyle herhangi bir şey de talep etmedi. Bana göre savunmanın en güçlü kısmı soru cevaplar sırasında gazetecinin habere ve kaynağına yaklaşımına dair sarf ettiği sözlerdi. Örneğin basın özgürlüğünün sınırının hakikatle ilişki ve kamu yararı olduğunu söyledi. Her daim barıştan yana olduğunu, şiddeti çağrıştıran hiçbir habere imza atmadığını söyledi, suçlama konusu yapılan Cemil Bayık söyleşisi ve Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı öldürenlerle yaptığı görüşmenin arkasında durdu, mahkeme suçun ne olduğunu dahi gösteremedi. En önemlisi de bu savunmayla toplumun önemli bir kısmına cesaret verdi. Sözlerini tamamladığında salonda pek çok meslektaşı ağlıyordu. Biz iletişim fakültelerinde öğrencilerimizi gazeteci olmaya ikna edemiyoruz artık kolay kolay, bu savunmaları okuyanların inancının, cesaretinin arttığını düşünüyorum.