Gündem

Cumhurbaşkanı: Terör örgütleri ve mensupları dışında OHAL'den kimse zarar görmedi!

"Yasalar Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin üzerindedir"

01 Ekim 2017 17:30

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, TBMM'de yeni yasama yılı açılışında konuşuyor. OHAL konusunda konuşan Erdoğan, "Terör örgütleri ve mensupları dışında OHAL'den kimse zarar görmedi" dedi.

Erdoğan 15 Temmuz darbe girişimine de değinerek, "15 Temmuz artık Malazgirt gibi Çanakkale gibi ortak değerimizdir" dedi. 

"Anayasa nasıl yasaların üzerindeyse yasalar da Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin üzerindedir" diyen Erdoğan, "Yani, herhangi bir konuda yasa ile kararname çeliştiğinde, geçerli olan yasa olacaktır. Daha da önemlisi, kararnameyle düzenlenen herhangi bir konuda Meclis yasa çıkardığında, yasa esas alınacaktır" dedi. 

Erdoğan'ın konuşması şöyle:

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 26’ncı Dönem, 3’üncü Yasama Yılı’nın açılışında, sizleri en kalbi duygularımla selamlıyorum.

Bugüne kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında görev yapmış tüm milletvekillerimizi saygıyla yâd ediyorum.

Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden ahirete irtihal etmiş bulunanları rahmetle anıyorum.

Kurtuluş Savaşı’nı sevk ve idare eden, 15 Temmuz’da da en ağır şekilde saldırıya maruz kalarak çifte Gazilik unvanını kazanan Yüce Meclisimize yeni yasama yılında başarılar diliyorum.

Aziz milletimiz, 15 Temmuz gecesi, tek yürek ve tek bilek olarak bağımsızlığının, geleceğinin ve iradesinin temsilcisi olan tüm müesseselere sahip çıkmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin etrafında adeta etten bir duvar ören milletimiz, istiklalinin ve istikbalinin sembolü olarak gördüğü bu kurumları korumak için canını vermekten dahi çekinmemiştir.

Nitekim, Türkiye Büyük Millet Meclisimizin ve hemen karşımızdaki Genelkurmay Başkanlığı binasının çevresinde 34 vatandaşımız, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi etrafında da 29 vatandaşımız şehit olmuştur.

15 Temmuz darbe girişiminin birinci yıldönümünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hemen önünde gece saat 3’te, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde de sabah saat 6’da bir araya gelen onbinlerce vatandaşımız, milletimizin bu konudaki kararlılığını bir kez daha göstermiştir.

Bu vesileyle, İstanbul’da 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nde, Ankara’da Meclis’te ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yapılan törenler ile ülkemizin dört bir yanında gece yarısına kadar süren demokrasi nöbetlerine coşkuyla iştirak eden tüm vatandaşlarımıza bir kez daha şükranlarımı sunuyorum.

15 Temmuz gibi felaketler, ülkelerin ve milletlerin birliklerinin, beraberliklerinin, dayanışmalarının, maziden atiye uzanan ortak değerlerinin adeta test edildiği imtihanlardır.

Hamdolsun biz devlet ve millet olarak bu imtihanı alnımızın akıyla verdik.

Artık ülkemiz üzerinde karanlık emeller besleyenlerin, bunun için kanlı senaryolar yazanların, kendilerine ihanet ortakları devşirenlerin işi çok daha zordur.

Milletimiz de, devletimiz de, Meclisimiz de oynanan oyunu görmüş ve tepkisini tek bir yumruk gibi terör örgütlerinin, ihanet çetelerinin tepesine inerek ortaya koymuştur.

"15 Temmuz Malazgirt gibi Çanakkale gibi ortak değerimizdir"

15 Temmuz artık bizim, tıpkı Malazgirt gibi, tıpkı İstanbul’un Fethi gibi, tıpkı Çanakkale gibi, tıpkı Dumlupınar gibi, tıpkı ecdadımızın nice emaneti gibi hepimizin ortak bir değeridir.

Bu değere sahip çıkan, bu değere saygı duyan herkes milletimizin gönlünde yükselir, yücelir, itibar sahibi olur.

Bu değeri örselemeye, önemsizleştirmeye, çarpıtmaya kalkan herkes de milletimizden hak ettiği cevabı alır, hak ettiği muameleye maruz kalır.

Darbenin doğrudan hedefi olan Türkiye Büyük Millet Meclisimizdeki partilerimizden bu konuda çok daha fazla hassasiyet beklediğimi özellikle belirtmek istiyorum.

Değerli milletvekilleri…

Geçtiğimiz yasama döneminde Meclisimizin gerçekleştirdiği en önemli çalışmalardan biri de, hiç şüphesiz, 16 Nisan’da milletimiz tarafından tasdik edilen Anayasa değişikliği sürecini yürütmüş olmasıdır.

Ülkemizin yönetim sisteminde köklü bir değişiklik anlamına gelen bu Anayasa değişikliğinin, tüm partilerin ortak eseri olmasını gönülden arzu ederdik.

"Anayasa değişikliği AK Parti ve MHP tarafından yönetilmiştir"

Ancak, Meclis’te grubu bulunan partilerimizden bazıları farklı bir politika izledikleri için, Anayasa değişikliği süreci, AK Parti ve MHP tarafından yönetilmiştir.

Esasen, bu sürecin temelleri 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan kriz esnasında atılmıştır.

Cumhurbaşkanını doğrudan milletin seçmesine imkân veren değişiklik, daha sonraki gelişmelerin habercisi olmuştur.

Doğrudan halkın oylarıyla göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı olma şerefine nail olmamızın ardından her fırsatta, her zeminde başlanan işin tamamlanması gerektiğini ifade ettik.

Anayasa değişikliği gerektiren bu düzenlemenin gerçekleştirilebilmesi ancak, diğer partilerimizden destek alınabilmesiyle mümkündü.

MHP’nin bu yönde gösterdiği irade, 16 Nisan’a giden yolu açmıştır.

Meclis’in üzerine düşeni yapmasının ardından, milletimiz de nihai kararını hür iradesiyle sandıkta vermiştir.

Kabul edilen Anayasa değişikliğine göre Türkiye, 2019 yılında yapılacak seçimlerin ardından Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçecektir.

Yeni sistemin en önemli özelliklerinden biri yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkileri netleştirmiş olmasıdır.

Ülkemizdeki mevcut sistemin en önemli zaafı, bu ilişkilerin birbirine karışıyor olmasıydı.

Yasamanın yürütme organının, yani Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran iktidar partisinin veya koalisyon partilerinin tahakkümü altında bulunduğu eleştirisi, böylece ortadan kalkmaktadır.

Bilindiği gibi yeni sistemde, yürütme erkini temsil eden Cumhurbaşkanı’nın bütçe kanunu dışında Meclis’e kanun teklifi veya tasarısı sunma imkanı bulunmuyor.

Yasama yetkisi, tamamen milletvekillerimizin uhdesine bırakılıyor.

Nasıl anayasa yasaların üzerindeyse, yasalar da Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin üzerindedir.

Yani, herhangi bir konuda yasa ile kararname çeliştiğinde, geçerli olan yasa olacaktır.

Daha da önemlisi, kararnameyle düzenlenen herhangi bir konuda Meclis yasa çıkardığında, yasa esas alınacaktır.

"Birbirne endeklendi"

Meclis ile Cumhurbaşkanı’nın görev sürelerinin birbirlerine endekslenmiş olması, bu iki organın karşılıklı denge ve anlayış içinde çalışmasını elzem kılmaktadır.

Bu ahengi bozan taraf, seçimde millete hesap vermek zorundadır.

Üstelik bunun için illa 5 yıl beklenmesine de gerek yoktur.

Yasama veya yürütme organından herhangi biri, kendi çalışmasının karşı tarafça engellendiğini düşünüyorsa, istediği zaman millete müracaat yoluna gidebilir.

Milletin vereceği hükme yasama da yürütme de uymak zorundadır.

Yasamanın yürütme üzerindeki denetim yolları da açıktır.

Yazılı sorudan Yüce Divan’da yargılanma talebine kadar uzanan geniş bir yelpazede sağlanan imkânlarla yasama organı, yürütmeyi denetleme hakkına sahiptir.

Aynı şekilde, kararlarını “Türk Milleti” adına veren yargının da gücünü milli iradeden aldığı bir sistem kurulmuştur.

"HSK üyelerinin 4'ünü Cumhurbaşkanı belirleyecek"

Yargının en önemli idare mekanizması olan Hâkimler Savcılar Kurulunun 13 üyesinden 7’si Meclis, 4’ü de Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek.

Ayrıca Adalet Bakanı ile Müsteşarı da bu kurulda yer alacak.

Dikkat ederseniz yeni sistem, güçler arasındaki ayrımı netleştirirken, asıl kararları hep millete bırakıyor.

Türkiye, milli iradenin bu derece güçlendirildiği, halkın tercihlerinin bu derece ön plana çıkartıldığı bir sisteme kavuşmuştur.

Bu vesileyle ülkemizde ilk defa Meclisimizin eliyle, milletimizin özgür iradesiyle, demokratik usullerle böyle köklü bir yönetim reformunu hayata geçirebilmemize katkı sağlayan herkese bir kez daha teşekkür ediyorum.

Önümüzde, hem Meclisimize, hem hükümetimize düşen önemli bir görev daha vardır.

Uyum yasaları başta olmak üzere, yeni sistemin en sağlıklı şekilde hayata geçmesini sağlayacak düzenlemeler üzerinde derhal çalışılmaya başlanması gerekiyor.

2019 yılından önce tüm bu hazırlıkları bitirmiş olmalıyız.

Bu çalışmaların sadece anayasa ve yasalardaki ifadelerin ayıklanmasından ibaret kalmamasını ümit ediyorum.

Elimizdeki bu imkânı, kapsamlı bir yönetim reformu haline dönüştürme fırsatını çok iyi değerlendirmeliyiz.

26’ncı dönem Meclisi bugüne kadar çok büyük işler başardı, inşallah yeni yasama yılında çok daha önemli çalışmalara imza atacaktır.

Her anlamda tarihi bir süreçten geçiyoruz.

Dünyada ve bölgemizde yaşanan gelişmeler, ister istemez bizi de etkiliyor.

Ülkemizin son yıllarda yaşadığı sosyal, siyasi, ekonomik, diplomatik gelişmelerin hiçbiri de, bu genel fotoğraftan bağımsız değildir.

Elbette bu karmaşık dönemde herkesin bir hesabı, bir yol haritası, bir hedefi vardır.

Bize düşen, bir yandan ülkemizin hedeflerimiz doğrultusunda ilerlemesini temin ederken, diğer taraftan da Türkiye’yi hedef alan saldırıların boşa çıkmasını sağlamaktır.

Zor olsa da bu ikisini birlikte başarmak mecburiyetindeyiz.

Ülkemizi her alanda dünyanın en büyük 10 devletinden biri haline getirme hedefimizden en küçük bir taviz vermedik, vermeyeceğiz.

2023 hedeflerimiz doğrultusunda attığımız her adımda, büyük ve güçlü Türkiye idealine biraz daha yaklaşıyoruz.

Dört bir yanımızın istikrarsızlık ve çatışmayla çevrili olduğu bir dönemde, hem kendimizi koruyabilmemiz, hem de planlarımızı, programlarımızı, yatırımlarımızı hayata geçirebilmemiz önemli bir başarıdır.

Türkiye, çevresinde yaşadığı istikrarsızlıklar sebebiyle tek bir projesinden vazgeçmemiştir, tek bir yatırımını ertelememiştir.

Bu yılın ilk yarısındaki ortalama büyüme oranımızın yüzde 5,1 olarak gerçekleşmesi, izlediğimiz kararlı politikanın eseridir.

Büyümede, kurlarda, enflasyonda, işsizlikte, ihracatta, turizmde yaşanan dalgalanma büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır.

Bu olumlu ivmenin her geçen ay artarak süreceği görülmektedir.

Hükümetten beklentim, kamu mali disiplininden taviz vermeden, vatandaşımızın günlük hayatını kolaylaştıracak, geleceğe daha güvenle bakabilmemizi sağlayacak tedbirler alıp hayata geçirmesidir.

Maruz kaldığımız iç ve dış saldırılar karşısında gösterdiği güçlü duruşa müteşekkir olduğumuz milletimizi huzursuz ve tedirgin edecek, kafasında soru işaretleri oluşturacak gereksiz adımlardan kaçınılması büyük önem arz etmektedir.

Meclisimizin de, yeni yasama döneminde hükümetimizin bu yöndeki çabalarına destek vereceğine inanıyorum.

Geçtiğimiz hafta yapılan olağanüstü toplantıda görüşülen tezkere konusunda, bir parti hariç, Meclisimizde sergilenen birlik ve beraberliği takdirle karşıladığımı özellikle belirtmek istiyorum.

Milletimizin özlediği Meclis görüntüsü işte budur.

Önümüzdeki dönemde milli konularda bu dayanışmanın çok daha sık, çok daha güçlü bir şekilde sergileneceğini ümit ediyorum.

"1984'ten beri mücadele ediyoruz"

Türkiye, 1984 yılından beri kesintisiz bir şekilde bölücü terörle mücadele ediyor.

PKK ve uzantıları yanında, ideolojik ve dini söylemlerle kurulan terör örgütleri de ülkemize önemli zararlar vermişlerdir.

FETÖ’nün devleti ele geçirmek için emniyetten yargıya, mülkiyeden orduya kadar tüm kurumlarımız üzerinden yaptığı saldırıları, milletimizle birlikte boşa çıkardık.

Terör örgütlerine karşı verilen mücadele, birlik ve beraberliğimizi en çok sergilememiz gereken alanların başında geliyor.

Hiçbir siyasi ve kişisel çıkar, terör örgütlerine destek anlamına gelecek bir söylemi, duruşu, politikayı mazur gösteremez.

Yargının, terör örgütü olarak tanımladığı yapıları doğrudan veya dolaylı olarak desteklemeyi hiç kimseye yakıştıramam.

Bu uğurda yüksek yargı kurumlarımızdan kürsü hakimlerimize, savcılarımıza kadar tüm yargı sisteminin yıpratılması anlamına gelecek beyan ve tutumları da asla doğru bulmuyorum.

Hele hele olağanüstü hal uygulamasına yönelik bir takım nitelemeler var ki, gerçekten kabul edilebilir değildir.

Türkiye’nin, darbe teşebbüsü ve terör örgütlerinin saldırıları gibi gerçekten olağanüstü tehditlerle karşı karşıya bulunduğunu kim inkâr edebilir?

Olağanüstü tehditler olağanüstü tedbirleri gerektirir.

Üstelik, hükümetin Anayasada belirtilen olağanüstü hal yetkilerinden gerçekten pek azını kullandığı, sadece aciliyet arz eden hususlarda bu yola başvurduğu da bir gerçektir.

Bugüne kadar, terör örgütleri ve mensupları dışında, olağanüstü halden zarar gören hiç kimse olmamıştır.

Terörle mücadelede duyulan ihtiyaçlar ortadan kalktığında elbette olağanüstü hal uygulaması da sona erecektir.

Diğer taraftan, savunma sanayinde ve teknoloji alanında elde ettiğimiz neticeler sayesinde, özellikle sınırlarımız içinde terör örgütlerini hareket edemez hale getirdik.

Sınır ötesi operasyonlarımızı da, bölgedeki diğer güçlerle sağladığımız işbirliği çerçevesinde adım adım ilerletiyoruz.

Fırat Kalkanı Harekâtı’ndaki başarımız, DEAŞ’a karşı kurulan koalisyonun mücadele stratejisini değiştirmiştir.

Şimdi de, Astana görüşmelerinde sağlanan uzlaşma çerçevesinde, İdlib bölgesinde güvenli bir alan oluşturmanın gayreti içindeyiz.

Buna karşılık bazı müttefiklerimizin, bizim terör örgütü olarak tanımladığımız yapılarla işbirliği konusundaki ısrarlarının, bölgedeki krizin daha derinleşmesine yol açtığını görüyoruz.

Bu konudaki düşüncelerimizi, duruşumuzu, politikalarımızı her platformda dile getiriyor, ikazlarımızı yapıyoruz.

Krizlerin yaşandığı ülkelerin toprak bütünlüğü ve toplumsal mutabakatı gözetmeyen, sahadaki gerçeklerle uyuşmayan hiçbir projenin başarı şansı yoktur.

Bu tür adımların varacağı yer, daha fazla acı, kan ve gözyaşıdır.

Biz Türkiye olarak, sınırlarımız içinde ve dışında, terör örgütleriyle mücadele konusundaki kararlılığımızı sonuna kadar devam ettireceğiz.

Irak, ilk Körfez Savaşı’ndan bu yana istikrara kavuşamamış, sürekli çatışmaların ve krizlerin yaşandığı bir ülkedir.

DEAŞ tehdidinin ilk patlak verdiği yer olan Irak’taki mezhep gerilimi, pek çok sorunun ana kaynağı durumundadır.

Şimdi bir de bu sıkıntıya, Kuzey Irak Yönetiminin attığı yanlış adımlar eklenmiştir.

Hem Irak Anayasasına göre, hem de uluslararası toplumun yaklaşımı itibariyle, Kuzey Irak Yönetiminin yaptığı referandumun herhangi bir karşılığı yoktur.

Buna rağmen, bu teşebbüs dahi başlı başına önemli bir sorundur.

Türkiye, Irak’taki tüm kesimlerin güvenliği, huzuru, refahı için yaptığı çalışmaların, Kuzey Irak Yönetimi nezdinden böyle karşılık bulmasının üzüntüsü içindedir.

Buradaki asıl sıkıntı bu girişimin yol açtığı sonuçların, asıl kimin işine yarayacağıdır.

Bu süreçten ne Kürtlere, ne Araplara, ne Türkmenlere, ne de diğer gruplara hayırlı bir sonuç çıkmayacağı çok açıktır.

Kadim devletlerin dahi varlıklarını korumakta zorlandıkları bir kaotik dönemde, bölgesel bir yapının bağımsızlık iddiası, başka güçlerin oyuncağı olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Sınırlarımızın hemen başında, hem Irak halkı, hem de Türkiye başta olmak üzere çevre ülkeler için daimi tehdit oluşturacak bir fitne kuyusunun kazılmasına göz yumamayız.

Hele hele uluslararası toplumun aidiyeti tartışmalı olarak gördüğü, bizim ise bir Türkmen kenti olduğunu çok iyi bildiğimiz Kerkük üzerinden ülkemizin tehdit edilmesine asla tahammül edemeyiz; bunun hesabını da mutlaka sorarız.

Erbil’deki Kürt’ün hakkını savunmak, Musul’daki Arap’ın, Kerkük’teki Türkmen’in hakkını yok saymak anlamına asla gelemez.

Yanı başındaki Türkiye’yi karşısına alma uğruna uzaklardan destek bekleyen Kuzey Irak Yönetimi, önünde sonunda hüsrana uğramaya mahkûmdur.

Hiç kimsenin bölgede yaşayan milyonlarca mazlum insanı, ambargoların, tecrit ve yaptırımların baskısı altında perişan etmeye hakkı yoktur.

Güvenliğin ve refahın formülünün birlikte, bütünlükte, dayanışmada arandığı bir dönemde bu tür ayrılıkçı heveslere kapılmak, en başta kendi toplumuna ihanet etmektir.

Kişisel hırslar ve iktidar kaygılarıyla yapılan bu yanlıştan bir an önce dönüleceğini umuyoruz.

Uluslararası toplumdan, dünyanın pek çok yerinde başka sorunların da tetikleyicisi olacak bu adımı cesaretlendirecek herhangi bir destek beyanının şu ana kadar gelmemiş olmasını önemli görüyorum.

Türkiye olarak Irak Merkezi Yönetimi ve İran’la birlikte çeşitli adımlar attık.

Uluslararası toplumun da bu adımlara destek vermiş olmasından memnuniyet duyuyoruz.

Konunun daha tatsız noktalara varmadan, bir an önce suhuletle ve sağduyuyla çözümü en büyük arzumuzdur.

Kuzey Irak Yönetimi, yaptığı yanlıştan dönme erdemini gösterdiğinde, Türkiye, devleti ve milletiyle bu kardeşlerimizin yanında olmaya devam edecektir.

Terör örgütleriyle mücadelemizde bizi en çok hayal kırıklığına uğratanların başında Avrupa Birliği ülkeleri geliyor.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine, öyle gizli saklı da değil, göstere göstere engel olanların, terör örgütlerine karşı sergiledikleri müsamahakâr tutumdan fevkalade rahatsızız.

Biz diyoruz ki, PKK bölücü bir örgüttür, devletimizi yıkmaya çalışmaktadır, bunun için sürekli terör eylemleri düzenlemektedir.

Biz diyoruz ki, FETÖ bir ihanet çetesidir, devleti ele geçirmeye teşebbüs etmiştir, başlattığı darbe girişiminde 250 vatandaşımızı şehit etmiştir.

Aynı şekilde cinayetten soyguna, adam kaçırmadan emniyet güçlerine saldırıya kadar her çeşit suça bulaşmış çeşitli terör örgütü mensuplarının bilgilerini kendilerine veriyoruz.

Peki, Avrupa ülkeleri bunun karşılığında ne yapıyor dersiniz?

Hiçbir şey.

Bugün Avrupa, teröristlerin ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları, Türkiye’nin meşru yönetimine karşı her türlü organizasyonu yapabildikleri bir yer haline gelmiştir.

Bir Avrupa ülkesinin parlamento binasının önünde, şakağıma silah dayanmış posterler açılıyor ve o ülkenin polisleri bunu sadece seyrediyor.

Kıtanın her köşesinde terör örgütlerini, teröristleri, onların işledikleri cinayetleri yücelten broşürler, afişler dağıtılıyor, bunun için stantlar kuruluyor.

Kendi vatandaşları ülkemizde, terör dâhil çeşitli suçlardan yakalandığında hemen kapımıza dayananlar, bizim onlara ilettiğimiz dosyaları işleme dahi koymuyorlar.

Avrupa Birliği kurumlarının, fasıllardan serbest dolaşıma ve yardımlara kadar her konuda ülkemize karşı sergilediği ikiyüzlü tutum öylesine alenileşti ki, artık bu durumu örtecek mazeret dahi bulamıyorlar.

Türkiye’nin, 1959 yılında ilk başvuruyu yaptığı, 1963 yılında Ankara Anlaşmasını imzaladığı tarihten beri gösterdiği sabrı, Avrupa Birliği’nin yanlış anladığını görüyoruz.

Buna rağmen, şunu açıkça ifade ediyorum.

Bu süreci bitiren, havlu atan, vazgeçen taraf biz olmayacağız.

"Avrupa Birliği üyeliğine ihtiyacımız da kalmamıştır"

Aslına bakarsanız, bizim Avrupa Birliği üyeliğine ihtiyacımız da kalmamıştır.

Şayet bugün Avrupa Birliği bir atılım yapacaksa, bunun tek bir yolu vardır, o da Türkiye’yi üye yaparak, gerçek anlamda bir ekonomik ve kültürel genişleme hamlesini başlatmasıdır.

Eğer Avrupa Birliği bunu yaparsa, biz buradayız, Avrupa’nın geleceğine katkı vermekten memnuniyet duyarız.

Yapmazsa da bizim için hiç fark etmez; kendi yolumuzda ilerlemeyi sürdürürüz.

"Kesin cevap alana kadar..."

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki tüm partilerimizin de iştirak ettiğini düşündüğüm bu politikamızı, Avrupa Birliği’nden kesin bir cevap alana kadar muhafaza edeceğiz.

Değerli milletvekilleri…

Günümüz dünyasında hiçbir yer uzak değildir.

Bu durum, dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, olumlu veya olumsuz her gelişmenin tüm ülkeleri, tüm toplumları etkilemesine yol açmaktadır.

Hele bizim gibi, 2 bin 200 yıllık devlet tecrübesine, 1.400 yıllık medeniyet müktesebatına, bin yıllık coğrafya hakimiyetine sahip bir ülke için, bu tür gelişmeler çok daha önemli hale gelmektedir.

Tarihi, kültürel ve sosyal olarak çok yakın ilişkiler ağıyla bağlı olduğumuz bölgelerde, ülkemize yönelik büyük bir sevgi, ama aynı zamanda büyük bir umut vardır.

Sevgiye sadece teşekkürle karşılık vermek mümkündür, ama umudun bize yüklediği sorumluluklar çok ağırdır.

Bu sebeple, nasıl Irak’a, Suriye’ye, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, Balkanlara, Doğu Avrupa’ya sırtımızı dönemiyorsak, aynı şekilde Kuzey Afrika’yı, Orta Afrika’yı, Güney Asya’yı da görmezden gelme hakkımız yoktur.

Yüreklerine Türkiye sevgisi kazılı kardeşlerimizin yaşadığı Libya’daki gelişmelerin bizi ilgilendirmediğini nasıl söyleyebiliriz?

Adına türküler yaktığımız Yemen’deki hadiseleri nasıl yok sayabiliriz?

Ecdadımızın her köşesine damgalarını vurduğu Afganistan’ı, Pakistan’ı, Hindistan’ı nasıl “öteki” görebiliriz?

Arakan’daki, Türkistan’daki, Kırım’daki mazlumları nasıl yüz üstü bırakabiliriz?

Körfez’deki kardeşlerimizi yaşadıkları krizlerle nasıl başbaşa bırakabiliriz?

Orta Doğu dediğimiz coğrafyaya gittiğinizde, mesela Kudüs’e baktığınızda gördüğünüz siluetlerin pek çoğu ecdadımızın yadigârıdır.

Türkiye, elbette Avrupa-Atlantik kurumlarıyla yakın işbirliği içindedir.

Ama bu, tarihimizi ve medeniyetimizi yok saymamız anlamına kesinlikle gelmiyor.

Tam tersine, tarihimiz ve medeniyetimizden aldığımız güç, bizim en büyük avantajımızdır.

Bugün hiç kimse Türkiye’ye baktığında, sadece Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Hatay’a kadar olan bir ülkeyi ve içinde yaşayan 80 milyon insanı görmüyor.

Türkiye denilince akla, işte bu büyük tarihi ve kültürel arka plan geliyor.

Bunun için;

Arakan’daki mazlumlara da el uzatacağız…

Avrupa’daki vatandaşlarımızın haklarını da müdafaa edeceğiz…

Orta Asya’daki, Kafkasya’daki, Balkanlardaki kardeşlerimizle de kucaklaşacağız…

Suriye’den, Irak’tan, başka yerlerden kaçıp canlarını kurtarmak için ülkemize sığınan milyonlara da sahip çıkacağız…

Hamdolsun, hepsini de yapabilecek güçteyiz.

Türkiye, geçtiğimiz yıl yaptığı 6 milyar dolarlık insani kalkınma yardımı ile rakam bazında Amerika’dan sonra ikinci, milli gelire oran bakımından ise ilk sırada yer alıyor.

Bazılarının bu durumu yadırgadığını görüyorum.

"Yardım alan değil eden olmak..."

Halbuki yardım alan değil yardım eden bir ülke olmak, üstelik bu konuda tüm dünyanın ilerisinde bulunmak bizim için bir şereftir.

Bu işler için kullandığımız kaynaklar, bugün bizim hiçbir projemize, hiçbir çalışmamıza mani olmaz.

Ama bu şekilde insanların gönlünde edindiğimiz yere ise paha biçilemez.

Türkiye’nin bu çalışmalarıyla, hem geçmişine sahip çıktığı, hem de geleceğine yatırım yaptığı unutulmamalıdır.

Zor bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde, geleceğe ümitle bakmak için de sebebimiz çoktur.

Bölgemizdeki tüm terör örgütlerinin içeriden ve dışarıdan saldırılarıyla yıkamadıkları bir Türkiye, güçlü bir Türkiye’dir.

Uluslararası alanda yalnızlaştırma çabalarına rağmen, tüm platformlarda en ön safta yer alan bir Türkiye, güçlü bir Türkiye’dir.

Ekonomik, sosyal, siyasal krizlere karşı bu derece dayanaklılık gösteren bir Türkiye, güçlü bir Türkiye’dir.

Her imtihan, aynı zamanda bir imkândır. Her kriz, beraberinde yeni fırsatları da getirir. Türkiye, çevresinde yaşanan krizlerin fırsat pencerelerini yakalama konusunda ciddi çaba gösteriyor.

Cumhurbaşkanından hükümetine, iş dünyasından sivil toplum kuruluşlarına kadar tüm gücümüzle bu imkânları değerlendirmenin gayreti içindeyiz.

Geçmişte ülkemize mesafeli yaklaşan pek çok ülkenin ve liderin, artık çok daha güvenle ve inançlı bir şekilde yanımızda yer aldığını görüyoruz.

Kendi iç siyasetlerindeki dengeler sebebiyle, kamuoyu önünde ülkemiz aleyhinde beyanlarda bulunanların kapalı kapılar ardında nasıl farklı görüşler ifade ettiklerini, sizler de yakından biliyorsunuz.

Türkiye’nin 2023 hedeflerini, er veya geç gerçekleştireceği artık genel bir kabul haline gelmiştir.

Şimdi daha ötesine geçiyor, 2053 ve 2071 vizyonlarımızın altını doldurma sürecini başlatıyoruz.

"Türkiye Büyük Millet Meclisimize  çok önemli görevler düşüyor"

Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisimize de çok önemli görevler düşüyor.

Buradan, tüm partilerimize, tüm milletvekillerimize çağrıda bulunuyorum.

Gelin ülkemizin bu kritik dönemden mümkün olan en güçlü şekilde çıkmasını birlikte sağlayalım.

Gelin Türkiye’nin geleceğini beraber inşa edelim.

Gelin 2053 ve 2071 vizyonlarını birlikte somutlaştıralım.

Gelin milletimizin karşısına farklılıklarımızla değil müştereklerimizle çıkalım.

İşte o zaman ülkemizin büyüme, kalkınma, gelişme performansının katlanarak arttığını göreceğiz.

2019 seçimlerinin bu güzel temennileri hayata geçireceğimiz bir dönüm noktası olmasını temenni ediyorum.

Meclisimizin yeni yasama yılında yapacağı çalışmalarda ortaya koyacağı birlik, beraberlik, kardeşlik, dayanışma ruhuyla milletimize bu umudu vermesini diliyorum.

Bu düşüncelerle bir kez daha, Türkiye Büyük Millet Meclisimizin 26’ncı Dönem 3’üncü Yasama Yılının hayırlı olmasını, başarılı geçmesini temenni ediyor, hepinize sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.