Söyleşi

Ciddiyim, askeri yönetimi bu düzene tercih ederim!

Gündeme bakarken, birazcık Selahattin Duman arası vermek isterseniz, buyurun okuyun.

19 Mart 2010 02:00

 

T24/Selin ONGUN                                               Fotoğraf: SEBATİ KARAKURT
songun@t24.com.tr


Standart mesai saatleri sırasında gazetedeki odasının trafiğinin Avcılar Derneği’nden daha sıkışık olduğu gerekçesiyle, gecelere gündüz muamelesi yapan Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman sordu; “Ne konuşacağız? Nereden icap etti bu söyleşi?”

Kabul; Selahattin Duman emekli bir general, şöhretli bir akademisyen ya da gündemdeki bir siyasetçi değil. Üstelik ‘Ergenekoncu’ ya da ‘sözde demokrat’ olmakla itham edilen bir gazeteci hiç değil.

Merkeze çekilen büyükelçiler, Balyoz, bomba yüklü askeri aracın ihbarı, 41 kişinin hayatını kaybettiği sahici depremin “51 vatandaşımız hayatını kaybetti” içeriğiyle “Kerpiç yıkımı” ilan edilmesi mevcutken Türkiye’nin iç işlerine karışmayan köşe yazarı Selahattin Duman’ın bir de şu cümlesi var: “Yazı yazacak yerlerim ağrıyor.”

Gündeme bakarken, birazcık Selahattin Duman arası vermek isterseniz, buyurun okuyun.

Selahattin Duman’a göre “deprem sigortası neden nitelikli dolandırıcılık; “neden askeri ihtilal demokratik katılım açısından daha çoğulcu; CHP adını 'Ampul Partisi' olarak değiştirse AKP de “Altı Kazık Partisi olduk biz” dese kim iktidar olur; kötü yola düşmüş erkek ne iş yapar; gazeteciler Türkiye’nin iç işlerine karışarak iyi yapıyorlar mı; Hasan Cemal’e “Allah versin, demokrasi yok” diyen çıkar mı?”

Selahattin Duman’ın www.t24.com.tr için yönelttiğimiz sorulara verdiği yanıtlar şöyle:


‘Gırgır değil, prensip olarak Türkiye’nin iç işlerine karışmam’


- Şunun da meraklısı mevcuttur; Türkiye’nin iç işlerine neden karışmıyorsunuz?

Yine söyleyeyim o halde gırgır değil, ciddi bir tercih bu. Ben prensip olarak Türkiye’nin iç işlerine karışmam, çünkü bir yerde birey olarak kendini ifade etmen, fikirlerini, isteklerini söylemen için o toplumun özgür ve demokrat olması lazım. Türkiye Cumhuriyeti de kurulduğu günden itibaren asla böyle bir yer olmadı. Bir dengeler devleti, herkes bir teşkilata mensup. Otoparkçı bile olsan seni kollayan bir teşkilat vardır. Bu teşkilatların en büyüğü de devlet. Şimdi bakın, son olay; deprem sigortası vergisi.


‘Bana göre deprem sigortası nitelikli dolandırıcılık’


- Deprem sigortası vergisi ile yazılarınızda Türkiye’nin iç işlerine karışmama tercihinizin ilgisi nedir?

Dinle güzel kardeşim dinle, anlatacağız. Leblebiye narh koyma hikâyesi gibi. Hani ihtiyar bir vezir varmış, her şeye tedbir almak için padişaha “Leblebiye narh koyalım” dermiş, o hesap. Deprem oldu, devletin akil adamları “Ne yapalım? Ne yapalım?” diyerek toplandı. Ne yaptılar; leblebiye narh koymak gibi vergi salıyorlar. Al sana deprem sigortası vergisi. Mantığı da şu; ben evin deprem sigortasını ödeyeceğim, deprem olur da ev başıma yıkılırsa, sigorta bana “Al evini yeniden yap” diye para verecek. Böyle bir şey yok. Zaten öyle bir deprem başımıza geldiğinde ne olacak; Türkiye çökecek. Kimse de kimseye “Al sana para, evini yeniden yap” diye para ödeyemeyecek. O zaman tutamayacağın bir söz vererek bu para toplama işi nedir? Titancılar neyse aynı şey; nitelikçi dolandırıcılık. Bu organizasyonu ben yapsam yargılanırım. Ama hükümet adamları yaptığı zaman bu yasallaşıyor, sistemin parçası haline geliyor ve senin bir laf söyleme hakkın yok. Biraz sesini yükselttin mi kafana bir yerden bir darbe!


‘Hasan Cemal’e kimse demiyor ki, Allah versin kardeşim, yok demokrasi!’


- Şimdi her iki tarafa da bakalım; o halde meslektaşlarınız Ruhat Mengi'ler, beri yandan Hasan Cemal'ler Türkiye’nin iç işlerine karışarak iyi yapmıyorlar mı?

Abesle iştigal ediyorlar, boş işlerle uğraşıyorlar ya da daha iyi yapacakları bir iş olmadığı için bunu yapıyorlar. Sebebini bilmiyorum. Hasan Cemal abimiz ne yapıyor; “Lütfen biraz demokrasi, lütfen biraz demokrasi” diyor. Kimse demiyor ki, “Allah versin kardeşim, yok demokrasi!” Yok! Demokrasi verecek sistem, kurum yok. Ben delikanlıyken, siyasetle ilgilendiğim zamanlarda milletvekilliğinde ön seçim vardı. Kimi partinin 30 bin, kiminin 20 bin delegesi olurdu. İller bazında adaylar belirlenir, ama para döner ama nüfuz döner ama popüler olan seçilir; bir şekilde çark işlerdi. Ve biz bu sistemi eleştiriyorduk. Şimdi bakıyorsun; TBMM üç kişinin iradesiyle oluşuyor. Deniz Bey, Devlet Bey, Tayyip Bey birer liste yapıyor. Biz de buna oy veriyoruz! Sonra bu üçünün içinden iktidar olan çıkıp, “Millet böyle istiyor” diyor. Yahu milletin bir şey istediği filan yok. Millet sersem gibi bakıyor; nerede avanta var, kredi kartı borcunu nasıl ödeyecek ona bakıyor.


‘Ben askeri iktidardan yanayım, demokratik katılım açısından daha çoğulcu’


- Bu resimde gazeteciler nereye bakıyor?

Yahu dur anlatacağız, gazeteciler de cehennemin dibine bakıyor! Demokrasi yok, ama bin küsur yazar demokrasi tartışıyor. Kimse demiyor ki, “Üç kişi seçiyorsunuz, ne demokrasisi lan!” Kalktım bir tarihte yazı yazdım, “Ben askeri iktidardan yanayım kardeşim” dedim.

- Makûl bir nedeniniz var mıydı?

Dinle, dinle… Şimdi bir ihtilal olduğunda dört kuvvet komutanı, bir genelkurmay başkanı, bir genel sekreter; oldu mu sana yedi kişi. Demokratik katılım açısından üç kişi mi çok, yedi kişi mi? Bana göre yedi!

- Bu değerlendirmeyi başkası yapsa kıyamet kopar; sizi ciddiye mi almıyorlar acaba?

Bana mahallenin delisi muamelesi yapıldığı için, “Tamam, o söyler ama onun dediği sayılmaz” diyorlar, bu delilik durumundan ceza kanunları da üzerime işlemiyor. Ama bunu Hasan Cemal söylese dava da açarlar, kıyameti de koparırlar.
 

‘Herkesi taşağından yakalamışsın, biraz kafasını kaldırdı mı sıkıyorsun’


- Şimdi siz bu değerlendirmenizde ciddi misiniz?

Ben çok ciddiyim! 12 Mart ya da 12 Eylül yönetimleri bugünkü sisteme göre daha çoğulcudur. Hiç değilse “Şunu asalım mı, bunu yasaklayalım mı?” diyen bir komite vardı. Ya yedi-sekiz kişilik asker yönetsin ya da sivil ihtilalci bir grup gelsin, vallahi razıyım, hiç değilse yedi sekiz kişilik bir ekip varken ben neden üç kişiye mahkûm olayım? Sonra üç kişiden biri çıkıp, “Millet böyle istiyor” diye neden desin? Şimdi “Adli referandum” diyor. Türkçesi de şu; “Hâkimleri de ben seçeyim, savcıları da ben seçeyim.” İyi seç! Zaten sana “dur” diyen mi var? Herkesi taşağından yakalamışsın, biraz kafasını kaldırdı mı; sıkıyorsun, ciyak ciyak bağırıyor herkes. İş dünyası gözümüzün önünde, millet haber vermeden, korkusundan mal alışverişi yapamıyor. Sonra kalk demokrasiden bahset! Sıkıştın mı Mehmet Akif’ten bir şiir salla, oh ne güzel! Tamam, böyle yönetiyorsun, ona da kızmıyorum, çünkü şartları böyle buldu. Türkiye’nin kurucu partisi Cumhuriyet Halk Fırkası, 1926’ta bir tüzük değişikliği yapıyor; “Mustafa Kemal Atatürk değişmez genel başkan” diyor. O da yetmiyor, “ebedi” diyor. Meclis’i o seçer, onu o seçer, bunu o seçer; geliyorsun bugüne. Şeklen baktığında yasama, yürütme, yargı ayrı. Değil abicim! Dön bak geriye; Mustafa Kemal zamanında, yüzbaşı ve üzerindeki bütün tayinlerde Mustafa Kemal’in imzası vardı. Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı’na sormadan sadece astsubay, teğmen ve üsteğmen tayin edebiliyordu. Sonra biz ne yapıyoruz; sinemaya gidiyoruz, “Mustafa Kemal öldü” diye diye Veda’yı seyrederken ağlıyoruz. Beş on sene daha yaşasaydı daha mı iyiydi; daha mı kötüydü; vallahi bilmiyorum. Hadi sorun bakalım; lafı buraya neden getirdiniz diye?


‘Aziz Nesin toplumun yüzde 60’ı aptal diyerek bize iltifat etti’


- Kıssadan hisseyi bekliyoruz.

Bunları şunun için söylüyorum; bizim toplumumuzun düşünme kabiliyeti yok. Aziz Nesin, “ Toplumun yüzde 60’ı aptal” dediği zaman toplumun bütün aptalları tepki gösterdi. Oysa geri kalan yüzde 40’ı şu nüfusa vurduğunda, yaklaşık 25 milyon insan akıllı ya da vasat kategorisine giriyor. Avrupa’dan çıkmaz bu kadar adam. Aziz Nesin bize iltifat etti ama aptal olduğumuz için tepki gösterdik. Bende şimdi artısını söylüyorum; bu toplum şizofren bir toplum haline gelmiştir. Düşünme kabiliyetini Mustafa Kemal’den itibaren kaybetmiştir. Toplumun düşünen bütün mekanizmaları sıkılmıştır. Ondan beri de öyle gidiyor. Şimdi de olan budur.


‘Tayyip Erdoğan da Mustafa Kemal’in çocuğu’


- O zaman bu bakışla Tayyip Erdoğan da Mustafa Kemal’in çocuğu mu?

Tabii ki onun çocuğu! O da kendine göre uyarlıyor. Tayyip Erdoğan’a niye kızayım? Doğru düzgün bir parlamento seçimi için kurulmayan sistem ne zamandır yok; bu sorgulanıyor mu? Ne yapıyor çoğu köşe yazarı, “Demokrasi var” yazıları buyuruyor. Bana göre demokrasi varmış gibi yapıp demokrasi üzerine yazı yazmak nitelikli dolandırıcılıktır. Böyle bir şey yok. Ya isyan edin ya bomba koyup patlatın kendinizi yakın. Vietnam’da yaptılar, bir tavır koyun. Yok! (Gülmüyor gayet ciddi)

- Ama şimdi burada en başta “Demokrasi yok”çular itiraz edebilir?

Ben dönüp dolaşıp, hiçbir şey olmamış gibi yapıp, “Demokrasi var, lütfen demokrasi” diyenlerden bahsediyorum. İstemiyoruz abi! Eğer bu tarif ettiğin demokrasi ise ben bunu istemiyorum kardeşim.


‘Taraf olayında kafam karışık, o tür belgeler gazetecilik marifetiyle alınamaz’


- Somutlaştırmak için örneklendirerek soralım. Bir şık diyor ki, “Taraf gazetesinin yayınları ile çekmecelerdeki gizli planlar ortaya çıkarılıyor. Bu yayınlar sayesinde demokrasi yerleşiyor.” Diğeri, “Olmaz böyle iş, demokrasi böyle gelmez” diye bağırıyor. Bir de sizin şık var; “Demokrasi zaten yoktu!”

Bakın ben Ahmet Altan’ı tanırım ve severim. Söylediği şeylerin çoğuna da katılırım. Ama tüm bunların demokrasi adına birikim yaptığını varsaymak, işte bunu da şüpheyle karşılıyorum.

- Neden?

Çünkü o çekmecelerde ne var ne yok araştırıyorlar da onların çekmecesinde ne var; bunu bilmiyorum. Hiçbir şey şeffaf değil. Nasıl olabiliyor da cumhuriyet tarihinde görülmemiş şekilde, böyle cüretli yayın bu kadar kollanıyor? Suçlamıyorum, ama şüphe ile karşılıyorum. Taraf olayında kafam karışık. Arkasında ne olduğunu bilmiyorum.

- Kafa karışıklığınızın nedeni patronaj ve destekçiler konusunda öne sürülen iddialar mı?

Gazeteler yaşayabilmek için çıkarlar. Birinci şart yaşamaktır. Durup dururken pahalı bir gazete çıktı. Ve bu gazetenin yayımladığı o tür belgeler gazetecilik marifetiyle alınamaz. Ben de 40 yıldır bu mesleği yapıyorum. O belgeler casusluk marifetiyle alınır ya da birileri manipülasyon için bunları verir.


‘Tayyip Erdoğan Türkiye’yi Hüsnü Mübarek gibi yönetmek istiyor’


- Ama “Biz yayımlayabildiğimiz için o belgeler bize geliyor” diyorlar...

Bakın ben öyle veya böyle Taraf’ın özel konumundan rahatsız da değilim, memnun da değilim. Cesurca bir şeyi ortaya koydukları zaman ilgiyle okuyorum, ama şüphe de duyuyorum bazı şeylerden. Diğer yandan beni hiç enterese etmiyor. Yaşım gelmiş 60’a, bundan sonra Türkiye’nin ne olacağı da beni enterese etmiyor. En güzel yıllarım medeni uygar, demokrat bir toplum olacağımız beklentisi ile geçti. Olmayacağımızı da anladım. Bu sistemin her yer yeri, tıkalı. Ha şimdi olan nedir; siyasi, açık, net bir kavga. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’yi Hüsnü Mübarek gibi yönetmek istiyor. “Her şeyi ben yapayım” istiyor, sonra da “Bu demokrasi, millet istiyor” diyor. Ben umudumu kestim, artık ben de öfkeli, sağa, sola söylenen bir adamım. Bu toplumdan bir şey olmaz. Çünkü düşünme kabiliyetini kaybetmiş, üniversitesi böyle, medyası böyle, yargısı böyle. Tek parti döneminden bu yana bu böyle. Allah aşkına söyleyin, Doğu’da Kürtçe isimleri yasaklıyorsun, Bulgaristan’la “Türklerin isimlerini neden değiştirdiniz?” diye kavga ediyorsun. Bu sosyal sonucu bir insana yükleseniz deli tarifi çıkar.



‘Kimse kusura bakmasın ne Oktay Ekşi okurum, ne de İsmet Berkan’


- Bugün gazete okudunuz mu siz?

Okumadım. Ne vardı?

- Genelde okur musunuz?

Düşünebiliyor musunuz; gazetecilik yapıyorum ve odama takım gazete girmiyor. Eve üç gazete geliyor, şöyle bir bakıyorum. Hiçbir şeyi de okumuyorum.

- Neden?

Çünkü gazete okumak zaman kaybettiriyor bana. Daha elime almadığım, okuyacağım binlerce kitap var. Benim zamanım kalmadı. Yarın ne yazacağını, kafasından ne geçtiğini bildiğim arkadaşlarımın yazılarını neden okuyayım? Kimse kusura bakmasın ben ne Oktay Ekşi okurum, ne de İsmet Berkan. Ha bir yerde Gündüz Vassaf, Murat Belge, Etyen Mahcupyan, Yıldırım Türker gibi bir kalemden bir yazı çıkmıştır, onun da haberi gelir, döner okurum.

- Patron, gazete okumayan, Türkiye’nin iç işlerine karışmayan Selahattin Duman’ı yaşatıyor da tüm yazarlar sizin gibi yaşamak istese patronlar buna müsaade eder mi?

Etmezler, palavradır. Bir futbol takımında da 10 kaleci olmaz. Benim yazılarım bir dönemin ihtiyacıydı, ben de kendi okur profilimi yarattım.


‘Ne güzel yazmışsınız diyen AKP’li bir bakan aradı, ama adını unuttum’


- Okur profilinizin içinde “Selahattin Bey ne güzel yazmışsınız” diyerek telefon açan AKP’liler var mı?

Vallahi bir bakandan öyle bir telefon aldım, ama kusura bakmasın adını unuttum.
 

‘Tavla çok heyecanlıydı bakanın telefonuna bakmadık’


- Şimdi bu unutkanlığınızı da normal bulmayanlar çıkabilir?

Vallahi unuttum, çünkü Türkiye’de bakan olmak artık getirisi bakımından bir yıldız yarışmasına katılmaktan daha faydalı değil. Bakın size bir şey anlatayım; bir gün gazetede tavla oynuyorduk, yedi sekiz kişiydik. Zafer Bey’in (Zafer Mutlu) sekreteri Gül Hanım geldi, “Filanca bakan sizi arıyor” dedi. Zafer elini arkasına doğru havaya kaldırdı, her anlama gelen bir işaret yaptı. Ben yazı müdürüyüm, Gül Hanım bana yönlendi, ben de aynı işareti yaptım. Ergun’a (Ergun Babahan) sordu, ona sordu, buna sordu, sekiz kişiden biri telefona bakmadı. Çünkü tavla çok heyecanlıydı. Yani durum öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının bir tavla oyununu bir dakika kesecek hali kalmamış.
 

‘Erkeğin kötü yola düşmüşü gazeteci olur’


- Şimdi iğneyi bir de dördüncü güce batırsanız?

Kadınlar kötü yola düşerse orospu olur. Şimdi kıyamet kopacak, ama erkeğin kötü yola düşmüşü de gazeteci olur. Bizim meslek sütten çıkmış ak kaşık filan değildir. Her dönem iktidarlara hizmet etmiştir. Muhalefet etmişse meselesi vardır, dayağı yemiştir, uslanmıştır.

- Hemen soralım o halde; az önce bahsettiğiniz tavla sahnesi şimdi tekrar etse, mevcut kabinede yer alan bir bakandan telefon gelse?

Misal rahmetli Turgut Özal, Adnan Kahveci arayacak da biri telefona çıkmayacak? Şimdi de muhakkak böyle kuvvetli, telefonda bekletilmeyen kişiler vardır. Ama mesela döpiyes giyen bir bakan var. Hani sürekli proje üretiyor, ama parası ve inandırıcılığı yok, şimdi beni arasa ben de nezaketen kendisiyle konuşsam, ne olacak?
 

‘Başbakan’ın yemek davetine gitmem, içki de içmiyor sıkılırım’


- Telefon gelse ve Başbakan’la yemek için davet alsanız?

Gitmem. Benim Başbakan’la kişisel bir sorunum yok. Ama neden gideyim; o da beni enterese etmiyor. Sonra sıkılırım büyük ihtimalle, içki de içmiyor; cacık mı içeceğim, hoşaf mı? Bak ne diyorum ben güzel kardeşim, beni ne enterese ediyor? Yarın CHP kurultayı toplansa partinin adını “Ampul Partisi” diye değiştirse, “Ampul Partisi” de “Altı Kazık Partisi olduk biz” dese bütün CHP’liler Tayyip Bey’e, AKP’liler de Baykal’a oy verir. Toplumun beyni çürümüş, bu nasıl düzelecek bilmiyorum; vitaminle mi, Allah yardımıyla mı, neyle? (Sigara yakıyor ve takibinde televizyon ekranındaki sigaralı sahnelerin mozayiklenerek verilmesini icat eden akılları topa tutuyor...)

- Bu değerlendirmeler vesilesiyle Zafer Mutlu’nun telefonu çok çalıyor mu acaba?

Hayır hayır, Zafer’i arayan yok. Ben patrona, gazeteye zarar verecek bir şey yapsaydım, sistem beni kusar atardı zaten. Merak etmeyin, kimse o kadar demokrat değil. Sabah’ta da böyleydi, her yerde olduğu gibi burada da böyle.
 

‘Dinç Bilgin işine geleni söylüyor’


- Sabah demişken, Dinç Bilgin son söyleşisinde 28 Şubat dönemi için kendi grubunda söz sahibi olmadığını söyledi. Bir patronun kendi gazetesinde 1 numara olmaması mümkün müdür?

Mümkün, çünkü Zafer Mutlu gazeteyi Dinç Bilgin’den daha iyi yönetiyordu. Dinç Bey de bunu bildiği için karışmıyordu. Karışırsa işler çorbaya dönüyordu. Sonra Zafer de para işlerine karışmamaya başladı, niye karışmadı bilmiyorum; belki grubun istikbali olmadığını gördü. Sonra da işler battı gitti zaten.

- Dinç Bilgin’in o batan giden günlere, 28 Şubat’a dair özeleştirilerini “müthiş” bulan dönem tanıklarından mısınız siz?

İşine geleni söylüyor, işine gelmeyeni söylemiyor. Benim kanım bu.

- “Dün de iktidardan yanaydı bugün de öyle” çizgisi mi bu?

Adam iktidardan yana değil, adamın devletten 200 küsur milyon dolar alacağı var, parasını almamış, ne desin; Başbakan’la kavga mı etsin?


‘Beni 28 Şubat enterese etmiyor’


- Konuşmamız boyunca çarpık sistemden bahsettiniz. Siz de 28 Şubat’taki yayınlar için payınıza bir özeleştiri ekliyor musunuz?

Ben karar mekanizması değildim, kendime güç atfetmeyeyim. Zafer’in en yakın arkadaşı ve gazetenin yazı müdürü olarak sayfayı yaparken, yayını şekillendirirken oluşan politikayı geliştirme şansım vardı. Başka bir şey yoktu. Kimse palavra sıkmasın; kimse kimseye bir şey sormazdı. Kimsenin öyle bir yetkisi yoktu. Orada yayın konusunda tek yetkili Zafer Mutlu’ydu. Patron da paranın sahibiydi o kadar.

- Bu sözünüzün üzerine, “Selahattin Duman bulmuş kolayı, yaslanıyor” denirse?

Benim söylediğim samimidir. Sahiden samimi. Gazeteler ayrılıp, Sabah ve Vatan olurken her gün bize gelmek için telefon edenler gelemeyince küfür etmeye başladılar. Yarın anılarını yazarken “Demokrasiyi 90 derecede tuttuk, 80 derecede direndik” desinler; ne diyeyim? Beni 28 Şubat filan enterese etmiyor, demokrasi varmış gibi yapıp, özeleştiri yapmak da enterese etmiyor!


‘Velev ki Ergenekon doğru, eğri değnekten doğru çıkmaz’


- Ergenekon enterese ediyor mu?

Asker cumhuriyet kurulduğundan beri ne yapıyorsa aynısını yapmış. Sen bunlara nasıl bakıyorsun; o önemli. Askerin her zaman İç Hizmetler Kanunu ve yönetmeliği gereği kendini inandırdığı Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi malum. Bunu ihtilal hazırlığı olarak yorumluyorsan haklı çıkarsın, “görev” diye bakarsan haksız çıkarsın. Velev ki Ergenekon yüzde yüz doğru, şu hukuk sisteminde onun ortaya çıkması mümkün değil. Bu hukuk sisteminde adil bir soruşturma yapılması, savcıların doğru dürüst iddianame hazırlaması, sağlıklı yargılama süreci... Bunlar da mümkün değil.

- Neden?

Neden, neden? Eğri değnekten doğru değnek çıkmaz. Bu Türk icadı sistemi hayatın her alanında düşün; nasıl oluyor da her sene eğitim sistemi bozulup yeniden kuruluyor, her sağlık bakanı yeni bir sağlık projesi getiriyor, nasıl oluyor da “Demir ağlarla ördük bu yurdu” diyoruz ama hâlâ Abdülhamit’in döşediği raylar üzerindeyiz, neden bir tek güzel bina yapamıyoruz, bütün siyasi hayatında 11 idamı olan Abdülhamit “Kızıl Sultan” oluyor da sadece Şeyh Sait isyanında 17 bin ölüsü olanlardan bir şey olmuyor? İşte bu sorular beni enterese ediyor. Ama bunlar toplumu enterese etmez, bu soruların cevabı da bu şizofren toplumdan çıkmaz.


‘IQ’m 156 ama zekâyı akla dönüştüremiyorum’


- IQ’nuzu ölçtürdünüz mü hiç siz?

Lisede (Afyon Lisesi) felsefe öğretmenim istemişti, ölçtürmüştüm o zaman.

- Sonuç?

156.

- Çok üstün zekâ?

Akıl yok. Biliyorsunuz zekâ akla dönüşmediği zaman faydası yok.

- Zekânızı akla dönüştüremiyor musunuz?

Onu beceremiyorum işte.

- En yakın arkadaşınız Zafer Mutlu bu kadar yıl öğretmeye çalışmadı mı size?

Ya Zafer benimle çok uğraştı da olmuyor! Reflekslerle ilgili, ruh haliyle ilgili, bir yerde kopuyorum.

- Örneklendirseniz?

En basiti evdeyim, misafir geldi. Yiyecek bir şeyler almak için evin yanındaki alışveriş merkezine gittim, sandviç almayı hedefliyorum. Bir cam masa, altı sandalye alıp geliyorum. Hani nerede akıl? Başka örnek; ev ahalisiyle, o zamanki eşimin annesi, babası maç izliyoruz. Maç bitti, kalktım, ceketimi aldım, “Nereye gidiyorsun?” dediler. “Askere” dedim, 30 yaşında herif askere böyle gittim. Nerede akıl?


‘Ben hiçbir kadının tapusunu istemem, benim sistemim devre mülk’


- Bu “akıl”da bir kadın olsaydınız erkeklerden çok talep görür müydünüz?

Yok canım, kadınlar zor dayanıyor bana. Sonra son tahlilde erkek istediği kadar medeni olsun, erkek için kadın mülkiyettir. Erkek tapu ister. Evlenirken de “Kadının kaydı bende olsun” der. Benim gibi aklına eseni yapacak, hangi erkek ister böyle kadının tapusunu?

- Belki sizin “oralı” bir erkek?

Ben hiçbir kadının tapusunu almak istemem.

- O neden?

Benim sistemim devre mülk. Hadi yahu, ne zaman bitecek bu söyleşi? (Gülüyor)