Siyaset bilimci ve CHP Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Taşkın*
Ülkemiz siyasi tarihinde siyasal kapanma veya otoriterleşme dönemlerini izleyen açılma dönemlerine sıklıkla şahit oluruz. Ne var ki siyasal açılma dönemlerinin liderliğini üstlenen siyasi aktör, kısa sürede çok sesliliğin yönetilemez olduğu inancına kapılır ve en bildik yönteme, yani muhalif sesleri bastırmaya yönelir. Bu yol sadece siyasi kültürün sağladığı en kolay reçete olduğu için tercih edilmez. Otoriterleşmenin bir de ekonomi politiği vardır: Kaynaklara hızla el koyarak zenginleşmek, kendi zümrenizi veya sınıfınızı kuralsızca ve hızla palazlandırmak.
Önümüzde yeni bir siyasal açılma döneminin işaretleri var. Elbette siyasal değişimin bu yönde olması kaçınılmaz değildir ama değerlendirilmesi mümkün olan güçlü olanaklar var. Bu tarihi açılma fırsatını yukarıda bahsettiğimiz yeniden otoriterleşme riskinden nasıl kurtarabiliriz? Bu sorunun yanıtı, siyasal aktörlerin en geniş toplumsal mutabakatı arayarak sivil ve demokratik bir anayasa yapmalarıdır.
Bu konu sadece anayasa mühendisliği meselesi değildir. Siyasal aktörlerin ve toplumun bu çözüme ikna olmaları gerekmektedir. Siyasi aktörlerin kendi dar çıkarlarından kısmen feragat ederek kamu yararını öne çıkarmalarını zorunlu kılan tarihi bir dönemeçteyiz. Bunun yolu da uzun süredir yapamadığımız siyasal tartışma kanallarını yeniden açmaktan geçmektedir. Bu seçkinler arasında kalmaması gereken bir tartışma olmalıdır. Önce yalın bir soruyla başlayalım: Neden siyasal tartışma yürütemiyoruz?
* * *
Yaşanan otoriterleşme sürecine karşı parti içi itiraz mekanizmalarının çalışmadığını görüyoruz. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı, “Kırılan kolu yok sayarsak kangren olur” bakışıyla aşılamamıştır. Bu noktada Ak Parti’nin parti disiplininin güçlü olduğu iddiası ortaya atılabilir. Ama burada unutulan bir husus var: Parti disiplini parti ilkelerini savunmak için vardır, parti yanlışlarını görmezden gelmek için değil…
Dahası Ak Parti’nin otoriterleşmesine eşlik eden reaksiyonerlik de karşılıklı tartışma ortamını zehirler mahiyettedir. Kendi sözü tükenenler, rakiplerini meşru görmeyen, kriminalize eden bir reaksiyon kültürüne kapılırlar. İktidarın medya ortamında takip ettiği trol stratejisi, aslında sözünün tükendiğinin en açık itirafıdır. Kendi pratiklerini meşrulaştıracak söz veya söylem bulamadıklarından, diğer siyasi aktörlerin konuşmalarını, tartışmalarını boğacak bir mekanizma oluşturdular.
Peki bu mekanizma nasıl çalışıyor? Hemen hemen her konuda iktidarın tercih ettiği bir tabu çemberi söz konusu. Dış politikadan Kürt sorununa kadar geniş bir alanda. Bu çemberler aslında mevcut statükonun sınırlarını da çiziyor. Eğer muhalif bir aktör bu statüko çemberinin dışına hamle yaparsa, büyük bir siyasi linçe maruz kalıyor. Bu linç, genellikle dini ve milli değerlerin samimi olmayan bir tarzda araçsallaştırılmasıyla yapılıyor. Günün sonunda saldıranlar, bu değerleri çok sahiplendikleri için değil, elverişli buldukları için savunuyor durumuna düşüyorlar. Bu da insanların söz konusu değerleri temsil ettiğini iddia eden statükocu duruşu sorgulamalarına, hatta bu değerlerden uzaklaşmalarına yol açıyor, özellikle de gençlerin…
Linç kültürünü araçsallaştıran kutuplaştırma stratejisi, iktidar karşıtlarının kendi değer ve kutsallarına daha da sarıldıkları bir iklim yaratıyor. Bu da tartışmayı zorlaştırıyor. Geleceğe dair sözü tükenen iktidarın sürekli geçmiş üzerinden meşruiyet araması, bunu da seküler çevrelerin değerlerine saldırarak yapması, bu çevreleri de savunmacı bir zeminde tutuyor.
Fakat iktidarın samimiyetten uzak tarzı siyasal İslam’ı değil, milliyetçiliği ve Atatürkçülüğü güçlendiriyor. Milliyetçiliğin seküler formları gençler ve kentliler arasında yaygınlaşıyor. Bu kesimle Atatürkçülük arasında doğal bir bağ oluşuyor. Atatürkçülük de sivil alanda güçleniyor, özellikle gençlere çok cazip geliyor. Dahası Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, sivil alanda güçlenen Atatürkçülüğü, seçimler yoluyla iktidarı değiştirme hedefiyle motive edebiliyor. Bu tartışma daha da uzatılabilir ama iktidar, kendisini sandık yoluyla değiştirecek aktörlerin önünü açmakla meşgul…
* * *
Siyasi tartışma neden yapılamıyor sorusunun bir yanıtı da “Şimdi zamanı değilciler.” Bu çevreler Ak Parti’nin yanlış yolda olduğunun farkındalar ama itiraz etmelerinin kendilerine zarar vereceğini düşünüyorlar. Kendileri bedel ödemeden, başkalarının çabalarıyla bu durumdan çıkılmasını umuyorlar. Bu aktörler Ak Parti içerisinde de var. Fakat bu tavra en yatkın kesimler iş çevreleri. Kapalı kapılar ardında itiraz etmeleri günün sonunda hiçbir netice getirmiyor. Kendi çemberlerinin de giderek daraldığını görüyorlar ama kolektif değil bireysel hareket ederek “işlerini görme” kültürleri ağır basıyor. Medya ve üniversitelerde de gidişattan rahatsız olan ama eleştiri sorumluluklarını yerine getiremeyen çok sayıda huzursuz insanın olduğunu zaten biliyoruz…
Tartışamamamızın ilginç bir nedeni de özellikle medyada yaygın olan “sahte kamusal tartışma” tarzı. Sözgelimi bir TV kanalında CHP veya HDP’yi, bu partilerden temsilciler olmadan “tartışanlar” bu tarza örnek. Tartışma varmış gibi, hatta farklı fikirler kapışıyormuş gibi yapılıyor. Oysa o kanallara çıkamayacaklara dair kabarık bir liste söz konusu. Tartışmanın asıl tarafları dışlanıyor. Bu da söz konusu tarzın aslında bir manipülasyon aracından başka bir şey olmadığı anlamına geliyor.
İletişimciler bu konuyu uzun yıllar tartışacaklar. Neden sahici tartışma yerine sahte tartışma tercih ediliyor? Bunun çok boyutlu açıklamaları söz konusudur ama en temel nedenlerinden birisi açık bir özgüvensizlik olsa gerek. Bununla irtibatlı diğer neden de sözün tükenmesi. Yine yapılanlardan duyulan ve alttan alta işleyen suçluluk hissi de yüzleşmeyi zorlaştırıyor. Görmediğiniz kişileri şeytanlaştırmak daha kolaydır ne de olsa…
* * *
Sahte kamusal tartışmalara en sahici yanıt, muhalif medyanın toplumun her rengine açılması. Sözü olan her kesimin bu kanallarda yer bulmaları ve rahatlıkla tartışabilmeleri, yeni bir kamusal (tartışma) alanının var edilebilmesini mümkün kılacaktır. Buna ekmek ve su kadar muhtacız. Bu yönde olumlu işaretler var ama henüz muhalif çevreler de “Bizim mahalle” refleksini tam aşabilmiş değiller. Eğer muhalifler olarak farklı muhalif renkleri meşru görmeme tavrına kapılırsak, yukarıda eleştirdiğim tavrı yeniden üretiriz…
Elbette tartışamamamızın bir nedeni de mevcut korku iklimi. Uzun süredir güçlü toplumsal hareketler yok. Bu da değişimin ana aktörlerinin siyasi partiler olmaları beklentisini besliyor. Fakat partiler doğaları gereği fazlasıyla dengeci olmak zorunda kalabiliyor. İç dengeleri ve ideolojileri esnek davranmalarını zorlaştırabiliyor. Bu da sokakla bağı zayıflayan, sosyal medyada edilgen bir eleştiri kültürüne sıkışanların siyasi partileri beğenmemeleri veya yetersiz bulmaları neticesini doğuruyor.
Aslında bu doğaldır: Entelektüeller, gençler ve STK’lar siyasi partilerden daha eleştirel tutum takınabilirler. Mesele bu eleştirellik üzerinden siyasi partilerle gerektiğinde birlikte hareket edebilecekleri veya aktif iletişim kanallarına sahip olabilecekleri bir etkileşim alanı kurabilmektir. 16 Nisan Referandumunda sivil toplum gündem ve söylem belirlemede ön aldı ve siyasi partileri de etkilemeyi başardı. Bugün bu çevreler aktif siyasal tartışma yürütme konusunda yük alır ve bu tartışmaları kendi dar çevrelerinin ötesine taşıyabilirlerse, partilerin bu tartışmalara kayıtsız kalmaları mümkün değildir.
Muhalefette siyasi partiler bakımından yaşanan aktör çeşitlenmesi iyi haberdir. Muhalif siyasi aktörler, iktidar blokundan çok daha nitelikli kadrolara ve söylemlere sahiptirler. Topluma sundukları bir gelecek vizyonları da olduğu için moral üstünlük muhalefettedir. Ayrıca aktör çeşitlenmesinin yarattığı rekabet nedeniyle de topluma yönelme refleksleri güçlüdür. STK’lar ve entelektüel çevreler, edilgenliklerini aşarak siyasi partileri etkileme ve doğru kanallara yönlendirme sorumluluğunu üstlenmelidirler. Muhalif siyasi partileri küçümseme tavrı yanlıştır. Bu alanda beslenmesi gereken ciddi bir birikim oluşmaktadır.
* * *
Anımsanırsa 1990’lı yıllarda da siyasi tartışmaları entelektüeller başlatıyor, siyaset bu tartışmaları kendince yeniden yorumlayarak dolaşıma sokuyordu. Zamanı gelmiş fikirleri sahiplenen muhalif aktörler fazladan meşruiyet elde ediyorlardı. Bugün ilginç olan, yenileşme söylemlerinin siyasi partiler tarafından ortaya konması, entelektüel çevrelerin ise nispeten edilgen kalmalarıdır.
Sözgelimi Cumhuriyet Halk Partisi’nin 37. Olağan Kurultayı’nda kabul ettiği ve topluma sunduğu İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi, tartışılmayı hak eden bir gelecek vizyonu ve ortaklaşma alanı sunmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, bizler bu metnin tartışmayı sona erdirecek mükemmellikte olduğunu iddia etmiyoruz. Tartışmalarla güçlendirilmesi gereken somutlukta öneriler barındırdığını düşünüyoruz…
Entelektüeller, sivil toplum kuruluşları ve siyasi partiler bahsettiğimiz etkileşim kanallarını hayata geçirebilirlerse sivil bir anayasa fikriyle siyasal açılma dönemlerinin sert kapanmalarla sona ermesi “geleneğimizi” aşabiliriz. Bunun için zorunlu olan birkaç hususu daha anımsatarak yazıyı bitirebiliriz: Eğer Kadıköy’de tartışıyorsanız, yetmez. Ümraniye ve Sancaktepe’de de tartışabilmelisiniz. Eğer sadece Ankara ve İstanbul’da tartışıyorsanız, bu da yetmez. Trabzon’da, Van’da, Konya’da ve Manisa’da da olmanız gerek. Edilen söz kadar kimin ettiği de önemli. Muhalefetteki aktör çeşitlenmesi ve niteliksel üstünlük bu tartışmalara da yansımalıdır. Böylece toplum, önümüzdeki tarihsel uzlaşı fırsatının somut halini görebilecektir. Bu fırsatı kaçırmamalıyız…
* Bu yazı Karar gazetesinin Görüşler bölümünde yayımlanmıştır.