Doç. Dr. Çetin Balanuye
Akdeniz Üniversitesi
Felsefe Bölümü
Teknoloji isyanı kolaylaştırdı. Bu hem iyi hem de kötü bir haber. Çokluk, iyi gerekçeleri olduğuna inandığında isyana eskiye oranla daha kolay kalkışabiliyor, bu iyi. Ama, çokluk, iyi gerekçeleri olmadığında da isyana kalkıştırılabiliyor... bu kötü. İyi ya da kötü, isyanla ilgili bu olgu nesnel bir saptama olduğuna göre, çokluğun isyana kalkışmayı arzulamaması gerekiyor. Bir başka deyişle, kalabalıkların isyan etmek için sahiden iyi gerekçeleri olmaması ve bunun da farkedilmesi gerekiyor. Bu da sözleşme kavramını yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. Spinoza'nın neredeyse 400 yıl önce sorduğu soru hiç olmadığı kadar güncel: Her bir bireyin var kalma gücünü kendi başına kullanmak yerine, ortak uzlaşımla bir egemene devretmesini ve böylece kendi başına olabileceğinden daha fazla faydayı sözleşme marifetiyle sağlamasını nasıl başarabiliriz? Dahası, sözleşmemizi fesih taleplerine karşı nasıl koruyabiliriz? Bir başka deyişle, isyana kalkışmanın gereksiz, kalkıştırılmanın ise olanaksız olabileceği bir toplumsal bütün ne ölçüde olanaklıdır?
1. İnsanların yazı, ses, resim, ya da görüntüleri uzaklara hızla gönderebilmeleri ile meşhur dijital devrim gerçekleşmiş oldu. Her ne kadar bu devrimin en zayıf yanının teknolojiye yatkın olanlar ile henüz ona alışmayanlar arasındaki uçurum olduğundan kuşkulanılsa bile, bu uçurumun sanıldığı kadar aşılmaz olmadığının anlaşılması on yıldan kısa sürdü. Artık 70'lik anneler-babalar da bu olanağın farkında ve ürkekçe de olsa kullanmaya istekliler. Bu küresel iletişim olanağına açılan kapılar olarak telefon, bilgisayar, tablet ve benzeri araçlara sahiplik oranı gelişmemiş ülkelerde bile televizyonu yakalamak üzere, gelişmiş ülkelerde ise çoktan geçti.
2. Üstte özetlenen olgunun siyasal alan açısından önemli sonuçları oldu. Yurttaşlar, dijital devrimin sağladığı bu olanağın hiç de planlanmamış bir sonucu olarak birbirileriyle kolay, hızlı ve görece ucuz yoldan haberleşebilir hale geldi. Dahası, haberleşmeleri gündelik meşguliyetlerinin görece önemsiz ayrıntılarını aştı ve toplumsal, kültürel ve siyasi alana ilişkin görüş alış-verişlerine de uzandı. Bunun doğrudan etkilerinden ilki son yirmi yılda hemen görüldü: Yurttaşlar, kolektif menfaatlerine saldırı olduğuna ilişkin görüş, bilgi ve belgelere hızla erişebilmeyi, ikna oldukları ölçüde de itirazlarını yaygınlaştırabilmeyi başardılar. Böylece küresel ticaret oyuncuları ve onların farklı devletlerdeki politika destekçilerinin hiç beklemediği biçimde uzun, ısrarlı, güçlü ve bazen şiddet de içeren sivil kalkışmalar gerçekleşti.
3. 1999 yılında bu gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak Seattle'da Küreselleşme Karşıtları, Dünya Ticaret Örgütü kapsamında o yıl gerçekleştirilen faaliyetlerin tümünü protesto etmek üzere sokaklara çıktı. Ortaya çıkan kalabalıkların sayısı hiç beklenmedik bir biçimde ve hızla 50 bine ulaştı. Gerçekte, protestocular birkaç ay kadar önceden elektronik yoldan iletişime geçmiş, tepkilerini gerekçelendirmiş ve sokaklara uygun bir motivasyon geliştirmeye başlamışlardı. Protestocular arasında ABD'den ve dışarıdan sivil toplum gönüllüleri, sendikacılar, öğrenciler, dinsel gruplar, işsizler ve anarşistler vardı. Sokaklara çıkanlar, merkezi bir örgüt sistematiğiyle eylemlere hazırlanmadığı gibi, talepleri ve mücadele tarzları bakımından da homojen değildi. Aralarında sadece pasif ve sessiz protestolar yapmaya eğilimli olanlar kadar, daha sistematik ve yer yer şiddet de içerebilen sivil itaatsizlik yanlıları, daha açık bir kararlılıkla küresel ticaret oyuncularına ait olanaklara zarar vermeyi amaçlayanlar, hatta basitçe "vandalizm" yanlıları da vardı. Eylemler giderek yaygınlaştı ve polis şiddetinin artışıyla eylemcilerin kararlılık, şiddet ve ısrarı da arttı. Eylemlerin sonunda Dünya Ticaret Örgütü'nün o sırada yapmakta olduğu uluslararası tam katılımlı toplantılar adeta sürdürülemez hale geldi, katılımcı yoksul ülkeler arasında beklenmedik bir dayanışma belirdi ve çeşitli ticari pazarlıklar zengin ülkeler aleyhine sokak hareketliliğinden doğrudan etkilendi. Seattle Emniyet Müdürü göstericilere karşı uyguladığı şiddet ve buna karşın aldığı başarısız sonuç nedeniyle istifa etti, yeterli delil olmaksızın tutuklanan 150 kişiye toplam 250 bin dolar tazminat ödendi.
4. Seattle polis teşkilatı 99 yılında gerçekleşen küreselleşme karşıtı bu olayları tarihinin en kritik günleri olarak kaydetti. Neyse ki, bu eylemlerde sivil göstericilerden ya da eminyet güçlerinden tek bir kişi bile ölmemişti. Olaylardaki tavrı nedeniyle istifa eden Seattle Emniyet Müdürü Norm Stamper, eylemcilere karşı orantısız şiddet uyguladığı ve yoğun biber gazı kullandığı için çok pişman olduğunu açıkladı. İstifasının ardından da medyada sık sık haber olan polis Stamper, pişmanlığını yapıcı katkılara dönüştürmek üzere harekete geçti ve uyuşturucu şüphelilerine karşı kötü polis müdahalelerini sürekli gündeme taşıdı. İzleyen yıllarda, ABD'nin adeta polis eliyle kötülüğü çoğaltan bir politik yapıya büründüğünü ileri sürerek bu gidişe bir son verilmesi gerektiğini vurguladı... Emniyet Müdürü ısrarla özür diliyordu...
5. Seattle'da başlayan eylemler her ne kadar büyük sonuçlar doğurmuşsa da, ABD'nin bütününü etkileyen bir rejim sorununa dönüşmedi. Ancak, tam 12 yıl sonra Mısır'da olup bitenler (ve pek çok diğer Arap ülkelerindekiler) tam olarak rejim değişikliği hedefledi ve bunu başardı. Böyle olunca da, özellikle Arap ülkelerinde görüldüğü biçimiyle "toplumsal hareketler"in ilk akla gelen türde "kendiliğinden" hareketler olup olmadığı, dahası bu hareketlerin baskıya karşı doğal özgürleşme kalkışmaları olmanın ötesinde başka amaçların araçları olup olmadığı da tartışma konusu oldu. Gerek bu kalkışmaların olduğu ülkelerde ve hareketlere doğrudan katılmış ve isyana katkıda bulunmuş kişiler arasında, gerekse uluslararası analizcilerin bir bölümünde, Arap Baharı olarak anılan bu olayların hiç değilse bir ölçüde bazı uluslararası profesyonel ekipler tarafından başlatılmış, ya da yönlendirilmiş olabileceği üzerine çeşitli analizler yapıldı. Bu türden kuşkucu yaklaşımların uluslararası profesyonel ekipler tezi çerçevesinde özellikle üzerinde durduğu bazı yapılar vardı ve bunlardan örneğin biri "CANVAS" adlı merkezdi.
6. Böylece, bu yazıdaki analizimiz açısından şöyle bir tablo ortaya çıkmış oldu: 21. yüzyılın özellikle iletişim teknolojisinde sağladığı yaygın olanaklar, planlamadık bir sonuç olarak, kitlelerin birbirleriyle kolay iletişime geçmelerini, itirazlarını paylaşmalarını ve hatta sivil itaatsizlik kararı vererek harekete geçebilmelerine olanak sağladı. Bu sayede başlayan sivil itaatsizlik ve ayaklanma hareketleri kimi durumlarda hükümetlerin icraatlarıyla ilgili hoşnutsuzluk ve itirazları yaygın bir eylemlilik içinde protesto etme ve kararları dönüştürme olarak (Seattle), kimi durumlarda ise doğrudan rejim değişikliği ya da hükümetlerin devrilmesi olarak (Mısır, vb.) sonuçlandı. Bu defa, ilk türden kalkışmaların bir bölümü, ikinci türden kalkışmalarınsa büyük bir bölümü için "eylemcilerin amaç ve motivasyonunu aşan uluslararası bazı profesyonellerin yönlendirmesi" konusu en azından bir kuşku olarak entelektüellerin gündemine geldi. Bu kuşkunun ne ölçüde gerçekçi ya da makul bir kuşku olduğunu -tüm nesnel verileri gözden geçirerek- belirlemek bu yazının konusu değildir. Burada üzerinde durulan (ve kanımca durulması gereken), sözü edilen kuşku gerçekçi olsun ya da olmasın, içinde bulunduğumuz bu yeni toplumsal-teknolojik-siyasi tablonun toplumlara ne söylediğini anlayabilmektir.
7. Bir 17. yüzyıl filozofu olan Bento Spinoza, insanları da içerecek biçimde tüm varlıkları aynı evrensel-fizik yasalar çerçevesinde anlamaya çalışmak bakımından felsefe tarihinde özel bir yere sahiptir. Tüm varlıkları genel fizik yasalar çerçevesinde anlamaya çalışıp, yalnızca insanı fizik evrenin zorunlu yasal gerektirmelerini aşan özel bir varlık gibi ele almak tüm düşünce tarihinde baskın bir tavır olarak karşımıza çıkar. Bu eğilime göre, evrende hiç ama hiçbir şeyin seçmediği, doğal belirlenimlere göre var olduğunu kolayca kabul edilir, ama yalnızca insanın bu açıdan bir "istisna" olduğu, yani insanın doğa yasalarını bile aşacak türde güçlü bir özgür iradeye sahip olduğu –pek de temellendirilmeden- benimsenir. Dolayısıyla, insanların doğadaki diğer tüm varlıklardan farklı olarak, kendilerine özgü belli ahlaki, mistik ya da ilahi hakikatlere uygun eylediğine inanınırız. Öyleyse, insanın nerede, nasıl davrandığını ve niçin öyle davrandığını anlamak üzere doğayı aşan, bir anlamda aşkın bazı referanslar bulabilmeyi bekleriz. Spinoza'ya göre tüm bu insan merkezci tavır basitçe yanılgıdan ibarettir; doğada, doğayı aşan hiçbir şey yoktur, olamaz. Yani, insan da diğer başka her şeyi anlamak için işe koştuğumuz nedenler, yasalar ya da belirlenimler çerçevesinde anlaşılmalı, dahası onun kimi durumlarda sergilediği karmaşıklık bizi doğa-üstü bir referans aramaya yöneltmemelidir.
8. Bu felsefi kabuller, insanı doğrudan mekanik bir nedenler zincirine indirgemek anlamına gelmez. Ama, insanı her çeşit nedenden bağımsız, kendi başına buyruk bir varlık olarak anlamaya da itiraz eder. Öyleyse, insanı ve toplumu da doğanın bazı temel gerektirmelerinden haberdar olarak okumalı, insani ve toplumsal karmaşanın çok derinleştiği hallerde bile "doğalcı" bir gerçekçiliği gözden kaçırmamalıyız. İşte, Spinoza, bu düşüncelerle irdelediği sözleşme kavramından bu gün de hep aklımızda tutmamız gereken önemli bir öğreti devşirir: Bir toplumu birarada tutan sözleşme (Anayasa, hukuk, yönetim biçimi, vb.) söz verdiği faydayı sağladığı sürece var kalmayı başarır. Buradaki "var kalma" ifadesi, Spinozacı "conatus" öğretisinin somut ya da soyut tüm varlıkları bağlayan bir doğa yasasıdır. Bir başka deyişle, her varlığın doğal bir zorunlulukla var kalmaya çabalaması anlamında, bir toplumsal sözleşme de var kalmak için çabalayacak, bunu da doğal bir zorunlulukla yapacaktır. Yani, sözleşme, kendi var kalma çabasının zorunlu bir gereği olarak, kendisini var kılan yurttaşların tek tek var kalma çabalarının kolektif bir ifadesi olmayı başardığı sürece varlığını sürdürecek, bunu yapmakta güçsüz kaldığı ölçüde de yok olmaya yaklaşacaktır.
9. Sivil toplumların tümünde, sözleşmeyle tek bir gövdede toplanan yurttaşların tek tek doğal var kalma ısrar ve güçleri, şu ya da bu yönetim tarzında zorunlu olarak belli bir "egemen güç" ortaya çıkarır. Egemen güç, sözleşme ile adeta tüm halka "her bir yurttaş tek başına var kalma çabası gösterdiğinde elde edebileceğinden daha fazlasını elde etmek üzere 'doğal var kalma gücünü' geçici olarak bana devretmiştir" der. Buradaki "geçici hak devri" üzerinde dikkatle durulmalıdır. Çünkü, Spinoza, en kusursuz sözleşmelerde bile bireylerin doğal var kalma gücünü kalıcı olarak ve geri dönüşsüz bir teslimiyetle hiçbir zaman ve hiçbir koşulda egemen güce devredemeyeceğini vurgular. Birey, doğasının zorunlu bir gerektirmesiyle sözleşmeyi şöyle ya da böyle izler ve her seferinde aynı soruyu sorar: Egemen güce devrettiğim doğal var kalma gücümü, sözleşmeyi feshedip geri almam için iyi nedenlerim var mı?
10. Spinoza, bir sözleşme marifetiyle egemen güce geçici olarak devredilen bireysel var kalma hakkının, egemen güce muazzam bir güç vereceğini söyler. Egemen güç, bu gücü, basitçe 'sözleşmenin var kalmayı sürdürebilmesi' (bu, kendi varlığının sürmesinin de koşuludur) için elinden gelenin en iyisini yapmak üzere kullanır; hukuk, yasalar, kurallar ya da düzenlemeler hep bu çabanın ifadesidir. Öyleyse, egemen gücün temel çabası sözleşmenin yurttaşların samimi rızasıyla geçerli kalabilmesini sağlamaya yöneliktir. Bu başarıldığı ölçüde, her bir yurttaş, kendi başına olmaktansa sözleşme kapsamında egemenin gücüne katılmış olmanın kendi bireysel var kalma çabası açısından daha akıllıca olduğunu farkeder. Yurttaşlar, egemen güç tarafından alınan bütün kararlara, bu kuralların bazısı bazı yurttaşların menfaatlerine uygun olmasa da uymak zorundadır. Ancak, egemen gücün kararlarına uyma zorunluluğu, egemen gücün kararlarını eleştirme ve giderek bu kararlar üzerinde etkide bulunarak dönüştürme çabasının bizzat egemen güç tarafından güvenceye alınması koşuluna bağlıdır. Bir başka deyişle, yurttaşlar, ancak itirazlarını ifade etme ve etkileme özgürlüğüne sahip olduğu ölçüde egemen gücün kararlarına ve dolayısıyla sözleşmeye uygun davranmak üzere söz verirler. Bu özgürlüğün tehlikeye girdiği her durumda, yurttaşlar geçici olarak devrettikleri 'doğal var kalma hak ve gücünü' egemen güçten geri alabileceklerini anımsatmak ve hatta geri almak üzere eyleme geçme eğilimi gösterirler. Bu, Spinoza öğretisinin merkezinde yer alan, "her varlık var kalmak üzere doğal gücü ölçüsünde çabalar" biçiminde ifade edilebilecek 'conatus' kavramının genişletilmiş sonucudur.
11. Öyleyse, şöyle ya da böyle bir sözleşmenin olduğu tüm toplumlarda egemen gücün kendi var kalma arzusunun bir gereği olarak yapabileceği en doğru şey, yurttaşların bireysel var kalma hak ve güçlerini kendisine devretmiş olmaktan ötürü hoşnut olmalarını sağlamak, dahası bu hoşnutluk düzeyini sürekli yoklamak, olası şikayet, eleştiri ya da itirazları ise kendi varlığının en kıymetli sigortası olarak kavramaktır. Peki, Türkiye'de sözleşmenin yürütücüsü olan Hükümet bunu ne ölçüde kavramıştır ve kavrama düzeyinin kendisine vaat ettiği gelecekte kendisini neler bekliyor olabilir?
12. Üç haftayı aşan Gezi direnişlerinin ortaya çıkış tarzı ve izlediği seyir bu yazının 2. maddesinde ileri sürülen saptamayı büyük ölçüde doğru çıkarmıştır. İletişim teknolojilerinin sağladığı olanakların beklenmedik bir sonucu olarak, yurttaşların ciddiye alınması gereken bir bölümü adeta iktidarın kimi kararlarına itiraz etmek için bu olanağı bir fırsat olarak görmüş, deyim yerindeyse, bu fırsatı çok uzun zamandır beklercesine hızla imkana dönüştürmüştür. 3., 4. ve 5. maddelerde açıklanan Seattle ve Arap kalkışmalarını çok iyi bildiğini varsaymamız gereken Hükümet, sözleşmenin yürütücüsü durumunda olan "egemen güç" olarak bu türden itiraz, eleştiri ve uyarıların kolektif bir güce dönüşerek kendisini bu ölçüde yüksek sesle ifade debileceği olasılığını en azından düşünmüş olmalıdır. Bu tür bir düşünsel hazırlığın olmadığı varsayılsa bile, Gezi olaylarının ilk birkaç gününün iktidara doğrudan büyük ipuçları sağladığı kabul edilmelidir. Topluma sözleşmeyle bağlı yurttaşların bir bölümü, Gezi Parkı'nda biraraya geldiğinde basitçe itirazlarını ifade etmeye yönelmiş, bunu olabilecek en pasif protesto yöntemlerini kullanarak yapmayı seçmiş ve aslında Hükümet'i "sözleşmeyle ilgili hoşnutsuzlukları" konusunda uyarmayı istemiştir. Bilindiği gibi, Hükümet, bu pasif eylemi sözleşmenin feshini amaçlayan bir bozgunculuk olarak algılamış, sivil, pasif ve silahsız eylemcileri yalnızca ölçüsüz bir polis şiddetiyle cezalandırmakla yetinmemiş, hakaret, iftira ve itibarsızlaştırma gibi pek çok sert müdahaleyi de bizzat Başbakan düzeyinde gerçekleştirme yolunu seçmiştir.
13. Gezi'nin ilk üç gününden sonra Taksim çevresi ve ardından Ankara, İzmir ve sonra da tüm yurda genişleyen eylemler sırasında da Başbakan'ın tutumu değişmemiş, tersine daha sağır bir hal almış, olan biteni tümüyle bir tür "terörizm", eylemcileri de büyük ölçüde "terörist" saydığını ifade etmiştir. Bu görüşlerine gerekçe olarak, özellikle ve yalnızca Gezi'nin ilk üç gününden sonra olanlara odaklanmayı seçmiş, eylemlerin bu aşamadan sonra yurt genelinde edindiği düşük yoğunluklu ve ancak çok az sayıda eylemci için geçerli olabilecek şiddet ya da vandalizmi örnek göstermiş, böylece olanların tümünü devleti hedef alan bir şiddet eylemi olarak dillendirmiştir. Sözleşmenin yürütülme tarzıyla ilgili itiraz ya da hoşnutsuzlukları olan eylemcileri polis gücüyle susturmak üzere organize bir şiddeti sürdürmekle kalmayıp, kendince "bir grup çapulcu" olan yüzbinlerin protestolarına, kendi seçmenini davet ettiği mitinglerle yanıt vermeye kalkmış, bu mitinglerle adeta tüm halka "sözleşmeyi yürütme tarzımı gözden geçirmemi isteyenlerden daha çok, bildiğin gibi yap diyenler var" dercesine meydan okumuş, egemenliğinin her tür itiraz ya da eleştiriden münezzih yüce bir değer taşıdığına inandırma çabasını benimsemiştir.
14. Hükümet ve Başbakan, tüm bu yetersizlikleri nedeniyle sözleşmeden doğan egemenlik gücünü büyük ölçüde zayıflatmıştır. Sözleşmenin yürütülme tarzıyla ilgili hoşnutsuzlukları her fırsatta izlemek ve sözleşmenin bütün bileşenlerini dikkate alan "optimum" (en makul) iyileştirmeler için çabalamak yerine, gerçekte sözleşmeye kişisel risk almak pahasına en çok sahip çıkan yurttaşlarını cezalandırma yolunu seçmiştir. Böylece, yalnızca kendi egemenliğini değil, sözleşmenin meşruiyetini de tartışmalı hale getirmiştir. Son bir kaç yılın icraatlarını kabaca derleyen herhangi biri, iktidarın bu "irrasyonel" tavrının Gezi'den çok önce ortaya çıkmaya başladığını, Gezi'nin ise yalnızca kaynama noktası olduğunu görebilir. Bir kaçından söz etmek gerekirse:
Vaka 1. Hükümet, 3. köprüye isim olarak Yavuz Sultan Selim demeyi uygun görmüş, bu seçimiyle ilgili kimi hoşnutsuzluklar ortaya çıkmış, ama hızla "kim ne derse desin ismin değiştirilmeyeceği" beyanatı gelmiştir. İşimiz isim önermek değil kuşkusuz, ama sözleşmeden doğan egemenlik gücünün korunmasına katkı sağlamak üzere, muhtemelen büyük sevinçle karşılanacak şöyle bir beyanat olanaklı olamaz mıydı? "İlkin tarihimizin en görkemli figürlerinden olan Yavuz Sultan ismini arzu ettiysek de, bazı hoşnutsuzlukları dikkate alarak tüm toplumun yine büyük bir gururla benimseyeceği, 'Kim olursan ol yine gel' diyen 'Mevlana'da karar kıldık..."
Vaka 2. Özellikle alkolizmi engellemek ve gençleri kötü alışkanlıklara karşı korumak gibi gerekçelerle getirilen alkol düzenlemesinin, toplumun büyük bir bölümünde açık bir alkol yasağı, özel yaşama müdahale ve dinsel referanslı bir kısıtlama gibi anlaşıldığı besbellidir. Bu hoşnutsuzluğu farkeden Başbakan'ın bu itirazlara verdiği ilk tepki ise "Gidip evlerinde içsinler" demek olmuş, bu da kesmeyince kamuoyunun Atatürk ve İnönü'yü anlayacağını bile bile "İki ayyaşın yaptığı yasa" demeyi seçmiştir. Üstelik, sözü edilen yasanın hiçbir biçimde savunulamayacak bazı maddelerinin olduğu açıktır: Örneğin, "alkol ruhsatına sahip işletmelerin devredilmesi sırasında ruhsatın iptal edilmesi, yeni bir yerin alkol ruhsatı almak içinse ibadethane ve eğitim kurumlarına en az 100 metre mesafede olma zorunluluğunun getirilmesi" gibi maddeler açıkça alkolü zamanla yetişkinlerin hayatından çıkarma projesi olarak anlaşılmaktadır. Alkolün satın alınabilmesi için gece 22.00'ı son saat olarak belirleyen yasa, bu ve benzeri uygulamaların Batı'da da olduğunu söylerken Batıcı, ama kilise ya da sinagogların arka sokaklarında bile alkol satılmasında sakınca görmeyen, ya da Üniversite kampüslerinde barlar bulunan Batı karşısında aniden İslamcı olmayı seçmiş, bunun yurttaşlarca "tutarsızlık" ya da "kurnazlık" gibi görülmesinden dolayı mahçup olmamıştır. Dahası, bu ve benzeri maddeleriyle birlikte anılan yasayı hiçbir "makul itiraz değerlendirmesi" yapmadan dayatmak yoluna gitmiş, sözleşmeyi ve dolayısıyla egemenliğini korumak üzere akılcı refleksler vermeyi bir kez daha umursamamıştır. Oysa, sözleşmeyi koruyarak egemenliğini güçlendirmek üzere, doğrudan toplum sağlığını koruyacak pek çok maddeyi korurken, özel yaşama müdahale ettiği pek çoklarınca dillendirilen kimi maddeleri iptal etmeyi seçmek olanaklıydı...
Bu türden vaka sayıları o kadar çoktur ki, tümünü bu yazıda örneklemek olanaksızdır. (Merak edenler için Melis Alphan, 8 Haziran 2013 tarihli Hürriyet'teki köşesinde bu tür vakalardan 65'tanesini listelemiştir.)
15. Peki, sözleşmenin var kalmasını sağlamak üzere Hükümet'in sergilediği bu yetersizliklerin sonuçları neler olabilir? Eylemler çeşitlenerek sürecektir. Bundan emin olmak için geçerli nedenlerin olduğu açıkça görülmektedir; önemli olan, biri olumlu, diğeri olumsuz iki değişimden hangisinin gerçekleşeceğini anlayabilmektir.
16. Olumlu değişim iktidarın kendisine bir sözleşmeyle devredilen o muazzam gücü rasyonel bir biçimde koruma tavrını benimsemesidir. Bu sağlanırsa, çeşitlenerek süreceğine kesin gözüyle bakılan eylemlerin büyük çoğunluğu "şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri" olarak gerçekleşebilir ve her biri hükümete sözleşmeyi yürütme pratiğinde bir iyileştirme geri bildirimi olarak döner, işe yarar, egemenliği güçlendirir. Bunu başarmak üzere yurttaşların pasif itiraz eylemlerinin engellenmesi değil, tersine bu tür eylemlerin özendirilmesi için sözel, yasal ve kültürel bir bilinçlendirme yoluna bile gidilebilir. Türkiye bu yolda belki demokratik Avrupa toplumlarına bile örnek olacak köklü bir reformun merkezine dönüşebilir. (Gezi eylemlerinin son günlerinde beliren "Duran Adam" benzeri eylemler özellikle genç nüfusun bu yönde doğal bir eğilim içinde olduğunu göstermektedir. Örneğin, Albert Einstein Enstitüsü adlı uluslararası kurum, bizdeki "Duran Adam" benzeri şiddet içermeyen eylemlerden 198 adetini listelemiş ve örneklendirmiştir. Bu türden eylemlerin bundan böyle sıkça ülkemizde de uygulanabileceğini öngörmek zor değildir ve hükümetlerimizin şimdiden bu tür sivil itaatsizlik kalkışmalarına karşı sözleşmemizi güçlendirecek biçimde sakin, barışçı ve makul bir reaksiyon sistematiği geliştirmek üzere çalışmaya başlaması son derece önemlidir.)
17. Olumsuz değişim, basitçe, hükümetin bu son olaylarda gösterdiğine benzer tavırlarda ısrar etmesiyle ortaya çıkabilecek bir kara tablodur. Kuşkusuz, hiç kimse dilemese de, Gandi benzeri bir karakterle ortaya çıkıp hızla Seattle benzeri bir karaktere bürünen Gezi kökenli sivil itaatsizlik eylemlerinin artçıları şaşırtıcı bir biçimde Tahrir benzeri bir karakter de kazanabilir. Bir başka dille söylersek, sözleşmenin yürütülmesiyle ilgili hoşnutsuzluk ifadeleri hızla dikkate alınıp hiç değilse bundan sonra, kararları etkileyecek vektörel analizler yapılmazsa, itirazlar sözleşmenin yürütülmesiyle ilgili iyileştirme talepleri olmaktan çıkıp "sözleşmeyi fesih" talepleri olmaya dönüşebilir. Sözleşmenin meşruiyetinin kaybolma tehlikesinin ortaya çıkmasıyla birlikte, sivil halk arasında şiddete varan uzlaşmazlıklar başgösterebilir, tüm toplum ciddi bir parçalanma girdabına kapılabilir. Dahası, başlarda kendiliğindenlik özelliği gösteren benzeri kalkışmalar, kimi entelektüellerin kuşkulandığı türde bazı uluslar arası karanlık "rejim dönüştürücülerin" süreçleri yönlendirmesine açık bir gevşeklik kazanabilir ve işler bütünüyle içinden çıkılmaz bir hal alabilir.
18. Liberal demokratik ülkelerin şimdilik tek çaresi gibi görülen seçimler, seçimin yapıldığı gün bile yeterli temsili sağlayamaz iken, iki seçim zamanı arasındaki sürede sözleşmeyi korumak ve egemenliği güçlendirmek için pek çok başka enstrümana gereksinim duyulduğu artık açık bir olgudur. Durum böyleyken, tüm yükü ve sorumluluğu sandığa yüklemek, her türden kiri ve pası sandık odasına süpürmekten öteye gidemez.
19. Son sözü bırakalım Spinoza söylesin:
"Yararlı değilse, hiçbir antlaşmanın hükmü olamaz. Yararlılık ortadan kalktığında, antlaşma da sona erer ve geçersiz olur. Bu nedenle, antlaşma yapılan kişiden sonsuza kadar sözüne bağlı kalmasını isteyen biri, aynı zamanda, antlaşmanın bozulmasının bozana yarardan çok zarar vermesine de çalışmıyorsa, budalalık etmiş olacaktır." (Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, 234.)