Gündem

Cengiz Aktar: Bir nebze sağduyusu kalanların elinde vicdan ve akla davetten başka araç yok

"Savaşla sorun çözme hezeyanına yakından bakalım, bir kez daha"

19 Ocak 2016 20:00

Cengiz Aktar *

Geçen hafta akademisyenler bildirgesiyle ortaya çıkan huzursuzluk, Kürt bölgesinde eskisine oranla çok farklı bir mecraya girmiş olan çatışmanın özüyle ilgili. Süregelen çatışma, çatışan Kürtleraçısından, adını koyalım, özgürlükten öte,bir egemenlik aracı olarak görülüyor. Çatışan Türkler açısından ise terörle mücadele, vatan bütünlüğü ve Erdoğan’ın başkanlık yolu gerekçeleriyle harmanlayan bir mecburiyet. Çatışmanın araçsallığı “barış” diyen her sesi boşa düşürüyor. Dahası, savaş çağrısına aykırı olan her barış çağrısı Türk cephesinde gazaya ihanet olarak algılanıyor. Türkiye Türklerindir cephesinin günlerdir bir ağızdan söylediği bu. Kürt cephesinde ne dendiği konusunda rivayet muhtelif.  

Yürütülen savaş, diğer taraftan, güvenlik konseptinin tavan yaptığı ve dolayısıyla özgürlük konseptinin yerlerde süründüğü bir ortama davet çıkarıyor. Özgür ifadenin, hele barıştan söz eden bir özgür ifadenin kabul göreceği bir ortam değilbu. Faşizm için en bereketli rahim Alman ve İtalyan örneklerinde görüldüğü gibi, savaş ortamıdır.

Kürt cephesinde, 2013 başından itibaren yavaşça yerleşen ateşkes (barış değil) ve 2014 Mart’ında yapılan belediye seçimleri ortaya fiilî bir Kürt bölgesi çıkardı. Barış inşası ve siyasî taleplerin müzakeresinde hayal kırıklığına uğrayan Kürt Siyasî Hareketi (KSH)  göbeğini kendisi kesmeye başladı. Birbirine komşu 9 vilâyet ve mücavir vilâyet ilçelerinden oluşan hatırı sayılır bir bölgeyi tahkim etti. Bölgede epeyidir var olan ve yönetim, eğitim, sağlık, yargı ile kolluktan oluşan paralel kurumlar güçlendi. Kosovalılaşmak dediğim bu. CHP/MHP’nin “silâh yığmalarına göz yumuldu” dediği süreç de bu.

KSH’nin Türkiye için tasarladığı “H” harfi ile başlayan HDP ve HDK kurumlarının yanında Kürt bölgesi için kurulan, “D” harfi ile başlayan DBP ve DTK yapıları mevcuttu. DBP yani Demokratik Bölgeler Partisi genel seçime bile girmedi. Devlet ateşkesi bitirince bölgesel yapılar topyekûn devreye girdi. Özerklik ilânları art arda geldi. İç Güvenlik Yasasının temel hedefi böylelikle hayata geçince yasa Terörle Mücadele Yasası ile takviyeli biçimde uygulanmaya başladı. Sokağa çıkma yasakları, belediye başkanı tutuklamaları, karşılıklı zayiat ile kıyasıya bir çatışma sürüyor şu esnada.

Ekrad ile Etrak’ın yegâne müşterek noktası her ikisinin de hedeflerine savaşla ulaşma stratejisi. Biri siyasetten ısrarla dışlandığı için egemenlik serhildanı yürütüyor, diğeri başkanlık seferberliği.

Böyle bir ortamda “siviller, çocuklar ölmesin” diyen bir hukuk çağrısı yapmak ve savaşın hiçbir şeye çözüm olamayacağını bıkmadan hatırlatmak dışında ne yapılabilir?  

Savaşla sorun çözme hezeyanına yakından bakalım, bir kez daha.

İktidarperestlerin “devletin vatandaşlara karşı uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyoruz…” cümlesi etrafında kopardıkları yaygara “her devletin bütünlüğünü koruma hakkı vardır ve korumanın her yolu meşrudur” demeye getiren ve 19. yüzyılda kalmış güç politikasının güncel karikatürüdür. Devletin şiddetini meşrulaştırdığı ve tabulaştırdığı ölçüde ahlâken kabul edilemez olduğu gibi ne bölgenin gerçekleriyle örtüşür ne çağımızın gerçekleriyle.

Bölgenin gerçeklerine bakarsak, Ermeniler başta kendileri tarafından yok edildikten sonra Kürtler o toprağın sahibi oldular. Oralar onların yaşadığı yerler. Filistinleşmek pahasına oralara sonuna kadar sahip çıkacaklardır. Sri Lanka tipi katliamla bir müddet sindirilseler dahî. Kaldı ki Cumhuriyet tarihi bu çeşit sindirme, bastırma ve dayatmalarla doludur, Sri Lanka’ya gitmeye hacet yok. Diğer taraftan zapt-u rapt altına alınsa dahî o bölgenin, sırtını diğer üç Kürdistan bölgesine yasladığı sürece, her zaman çıkışı olacaktır. Bu tabloda IŞİD’le mücadele eden yegâne anlamlı kara kuvveti olan Kürtlerin elde ettiği uluslararası meşruiyeti unutmamak gerekiyor.

Cemaat’in devletten tasfiyesiyle ortaya çıkan boşluğa İttihatçı derin devlet rücu etti; Erdoğan rejiminin yeni aklı oldu. İki yüz yıldır cereyan eden bu gelgitlerin Kürt sorununu zor kullanarak çözmede bugüne kadar elde ettikleri, kocaman bir sıfırdır. Sorunu çözemedikçe şiddeti ve şirretliği artan dayatmacı siyaset bugün içsavaşın kıyısında. Ama savaş, başkanlık muradı için mükemmel bir araç olsa da sonu kimse için iyi olmayabilir.

Bir defa, savaş hafızası son derece zayıf olan Türkiye’de savaşın yıkımı tam manasıyla bilinmez. Belki bu yüzden savaşa bu kadar paye verilir.

Muktedir açısından bakarsak, çöküş aşamasındaki Arjantin ve Yunanistan cuntalarının savaştan umdukları medetin sonlarını da getirdiği akıllardan çıkmasın. Erdoğan rejiminin askerin muhtemel çekincesi uyarınca yurtdışı bir maceradan ziyade içeride, aşina olduğunu sandığı Kürtlerle savaşma yolunu seçtiği anlaşılıyor. Neticesinin Arjantin ve Yunanistan’daki fiyaskolardan farklı olması için bir neden göremiyorum. 

Çağımızın gerçeklerine gelince, özyönetim talebinin temelindeki ademimerkeziyetçilik yani iktidar paylaşımı talebi bir gelişmişlik kıstasıdır. Devletçi, merkeziyetçi ve tepeden inmeci siyasetin türlü sakatlık ve yetersizliğine etkili bir çözümdür. Yani iş, “bütünlüğü koruyoruz, gerisi bizi ilgilendirmez” diyerek hallolmuyor.

 Osmanlı'da ve Türkiye’de merkez, iktidarını asla paylaşmaya yanaşmaz; merkez dışındaki yapılar da hiçbir zaman aynı mülk/devlet içinde ademimerkezî bir yapıyı müzakere edebilecek kadar güçlenemezler. Merkezkaç güçler siyasî, askerî ve haricî koşullar elverdiği ölçüde merkezden ayrılırlar (Bulgaristan, Mısır, Sırbistan, Yunanistan). Ama aynı merkezî yapı altında iktidar paylaşımı hiçbir zaman gerçekleşmez.

İşte Kürtler, 1800’lerin başından bu yana bu coğrafyada becerilemeyen o siyaseti denedi. Olmadı ve savaş sürerse yine olmayacak; ihtimalen ikiyüz yıldır olduğu gibi kopuş gerçekleşecek. Yine bir devlet kurulması anlamına gelecek kopuş ise ne Türkiye’ye ne Kürtlere ne de bölgeye hayır getirir.

Bu memlekette bir nebze sağduyusu kalmış olanların elinde vicdan ve akla davetten başka araç yok. “Barış için akademisyenler” girişimiyle başlayan vicdan ve akıl çağrısı, ardından pek çok farklı sivil çevreden ve yurtdışından gelen destek hayatî önemde ama savaşın seyrini değiştirmesi kolay değil. Yegâne ışık sivil ve şiddetsiz itirazın küresel vicdan ve aklı harekete geçirme kapasitesinde saklı. Görürüz umarım o ışığı.  

Işık derken, ışığımız Hrant katledileli bugün 9 yıl oldu, hâlâ adaletin ışığını bekliyoruz.     

Bu yazı ilk kez Haberdar.com'da yayımlanmıştır