Mehmet Altan*
Cemaat-AK Parti gerginliğinin ortalığa saçtığı belge ve iddialar umacı masallarına dönüştü. MGK kararlarıyla kendi halkını fişleyen, bunu ortaya koyan gazeteyi ve gazetecileri ‘vatan haini’ diye suçlayan, istihbarat unsurlarının yargı mensuplarıyla koordineli olarak gazetecileri dinlediğini Başbakan imzasıyla kabul eden, iki yıldır Uludere Katliamı’nın üzerini örten, demokrasinin özünü oluşturan Sayıştay raporlarını sumen altı eden bir siyasal iktidar ile…
Özellikle emniyet ve yargıda olmak üzere devletin içinde ‘çeteleşerek’ askerleri, gazetecileri, kısaca canını sıkan herkesi tutuklayan, mahkûm eden, son ayrışmadan sonra da siyasal iktidara karşı ‘cuntalaşarak’ saray darbesi yapmaya çalıştığı iddia edilen bir Cemaat yapılanması. Çatışmanın içinde yer alanların argümanları özetle bunlar. ‘Hak, hukuk, modern devlet teorisi’ bilinciyle yazılıp çizilenlere sakince bir göz atmanız halinde, aklınıza ilk gelen ‘burası gerçekten bir devlet mi’ sorusu oluyor. Gerçek bir devlette bu iktidarın yaptıklarını yapmak mümkün mü, gerçek bir devlette bir cemaatin bu söylenenleri yapmasına izin verilir mi?
Hükümetin yaptıkları zaten belgelerle kanıtlandığı için tartışılır bir yanı yok; eğer Cemaat hakkında iddia edilenleri yaptıysa onun üyeleri de suç işlemiş demektir ama on iki yıllık iktidarı boyunca bunları yapması için ona izin veren siyasal iktidarla, ‘ne istediler de vermedik’ diyen başbakan da onun suç ortağıdır.
Bütün bu kanıtlar ve iddialar bize, hukuki çerçevesi çizilmemiş, vatandaşlarının hiçbirinin güvencede olmadığı, gerçek bir devlet yapısı oluşturamamış umacı bir toplumda yaşadığımızı gösteriyor. Askeri vesayetin devlet adı altında oluşturduğu dehşet verici kaos belli ki aynen, hatta belki biraz daha da artarak sürüyor. Bu kaosu yaratanların, sürdürenlerin, paylaşanların bizzat kendileri de dâhil olmak üzere hiç kimsenin güvende olmadığı, vahşi bir cangılda yaşıyoruz anlaşılan.
***
2009 yılının hemen başında bir sabah Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları medyaya bağırıp, çağırıp, söylenmişler, akşama da Askeri Mahkeme harekete geçmişti. Ertesi gün de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yasama, yürütme ve yargı organlarının başkanlarıyla bir araya gelmiş; ülkemizde özellikle demokrasinin derinleşmesinin, hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine titizlikle bağlı kalınmasının, uygulamalarda usul yasalarına azami özen gösterilmesinin, Türkiye’yi daha da güçlü kılacağını, karşılaşılan sorunların aşılmasını kolaylaştıracağını ve toplumda güven ortamını pekiştireceği söylemişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün girişimi toplumu nispeten rahatlatan, psikolojik etkisi yüksek ve iyi niyetli bir girişimdi.
***
Ama ‘hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine titizlikle bağlı kalınması’ sadece iyi niyetle olabilir mi? ‘Çakma Montesquieu’ başlıklı yazıyı o tarihte bu nedenle kaleme almıştım.
Bir bölümü şöyleydi:
“‘Kuvvetler Ayrılığı’...
Burjuvazinin elinin ayağının tutmaya başladığı...
‘Mutlak Monarşi’lere baş kaldırdığı...
Bireyi devlete karşı korumanın kaçınılmaz bir mecburiyete dönüştüğü bir süreçte ortaya çıktı...
***
Ben, 25 yılı aşkındır üniversitede ders veririm...
Ama Montesquieu’yu ve Kuvvetler Ayrılığı’nı yukarıdaki tarihsel bağlamda derli toplu anlatan herhangi bir öğrenciye de maalesef rastlamış değilim. Teorik temelleri Locke ve Montesquieu’ye dayanan...
18’inci yüzyılda devlet otoritesinin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence olarak ön plana çıkan Kuvvetler Ayrılığı prensibi; klasik anlamıyla yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanmakta...
Kuvvetler Ayrılığı prensibiyle amaçlanan her bir gücü, diğeri karşısında özerk kılmak, her gücü kendine özgü işlevlerle sınırlamak ve böylelikle güçlerin kötüye kullanılmaması için aralarındaki dengenin herhangi biri lehine bozulmasını engellemek.
1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi’nin 16’ncı maddesinde, ‘hakların güven altına alınmadığı, Kuvvetler Ayrılığı’nın yapılmadığı bir toplumda anayasa yoktur’ ifadesiyle Montesquieu’nun öğretisi uygulamaya geçmiş oldu. Böylelikle hukuk devleti, tutarlı bir insan hakları politikasının gerçekleştirilmesi ve demokrasinin işletilmesi yolunda güç kazanıldı.
***
Yıl 2009 ama biz hala 1789 noktasından çok uzağız. Yasama, yürütmenin...
Yürütme de iktidar partisinin liderinin denetiminde. Yasamanın yürütmeyi denetlemesi de bu nedenle havada kalmakta...
Hâlbuki...
Milletvekili seçimi liderlerin tercihine değil, fiilen halkın denetimine dayalı olsa, parlamento gerçek ve bağımsız bir kimlik kazanır. Ama ne Siyasal Partiler Yasası, ne de Seçim Yasası değişiyor. ‘Tek adam’ anlayışı padişahlıktan beri ağır basmaya devam ediyor...”
***
O yazıda yargıyı da ele almıştım. “Adalete bütçeden ayrılan pay binde 7. Bu rakam ayrıca yorum gerektirmeyecek kadar durumu berrak bir şekilde açıklamakta. Türk yargısının AB standartlarına ulaşması için kırk bine yakın yargıç açığı var. Yargının on bin çalışanı içinde dil bilen sayısı ise sadece 41.
Ayrıca…
Türkiye henüz hukukun en temel prensibi olan ‘doğal hâkim’ ilkesini bile uygulayamıyor. Çankaya’daki toplantılarda Askeri Yargıtay Başkanı ile Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı askerler de bulunuyor. Biri sivil, diğeri de askeri olmak üzere iki Yargıtay’ı... İki Danıştay’ı olan hiçbir demokratik ülke yok.”
***
Cemaat mi ürkütücü, hükümet mi? Yaşananları, ortaya çıkan belgeleri, ileri sürülen iddiaları ‘evrensel hukuk’ ölçüsüyle değerlendirenler ise ürkütücü olanın bizzat Türkiye olduğunu görüyorlar. Çünkü ‘modern devlet’in temel prensibi olan ‘Kuvvetler Ayrılığı’nın buralarda kendisinden ziyade, şimdiki moda deyimle ancak ‘çakması’ uygulanmakta...
Gerçek bir hukuk ve demokrasi açısından baktığınızda en umacı, en ürkütücü olan gerçek de bu. Devletleşememiş yetmiş altı milyonluk bir kalabalığın hiçbir hukuki güvenceye sahip olmadan korkunç bir kaosun ve karmaşanın içinde yaşamaya çalışarak birbiriyle boğuşması.