İnsanı yoğuran geçmiştir, dünden bugüne süzülen kültürdür. İnsanı dindiren ve durultan bunlardır. İnsanı yoran da çağdaşları.
İran bu dinginlik ve yorgunluk arasında gerilmiş bir ülke. Bilinçlerinde Taht-e Cemşid'in (Persepolis) gururunu, kalplerinde Kerbela'nın hüznünü taşıyorlar.
Pers İmparatorluğu'nun merkezi Taht-ı Cemşid'in 100 sütunlu viranesini görmeden, 50 km ötede vakti zamanında şarabın şiirle yudumlandığı Şiraz'a uğramadan, burada Hafız ve Sadi'nin kabirleri başında Divan ve Bostan ile Gülistan'dan beyitler okuyan İranlıları dinlemeden; İsfahan'da Şah Abbas'ın cennete özenen köşklerine uğramadan; dünya (kapalı çarşı), ahiret (Şah Camii-Şeyh Lütfullah Camii) ve iktidarı (Ali Kapu Sarayı) cem eden Nakş-ı Cihan Meydanı'nı arşınlamadan, insanı zaman tüneline sokan Cuma Mescidi'ne girmeden, kentin doyumsuz tarihi parklarını gezmeden, Zagros'un sularını taşıyan Zayende Nehri üzerindeki 33 gözlü Siose Pol köprüsünden geçmeden; İmam Rıza'nın yattığı Meşhed'de Erbain'de sokaklara taşan ağıtlara kulak vermeden, Kerbela'ya adanmış sokak tiyatrolarını izlemeden, inanç, ritüel ve söylenceleriyle Şiiliğin derin izlerine bakmadan ne İran siyasetini ne de toplumunu anlamak mümkün.
Dillere pelesenk olmuş "Mollaların İran'ı" epey sığ kalıyor. Siyasete sırtını dönenler, kendilerini, beyitleriyle her bir İranlının hafızasına kazınmış şairlerin İran'ında bulur.
Kum ve Meşhed'den çıkmayan Şiiliğin İran'ında kaybolur. Zerdüştlerin İran'ı insanı kadim zamanlara götürür. Kimileri için Şahların İran'ı nostaljidir.
Farsların, Azerilerin, Kürtlerin, Arapların, Beluçların, Taciklerin, Lurların ve Türkmenlerin İran'ı diye tarif listesi uzayıp gider.
Kolay olmayan bir tariftir İran. Ama en liberalinde Şiiliğin kodları kendini ele verir, en muhafazakârının dilinde Hafız'ın, Sadi'nin, Hayyam'ın şiirleri yuvarlanır.
'İranlı' kimliğinin etrafında etnik ve dini ayrımların ötesinde siyasal olarak da İran ikiye bölünmüş durumda. Ki bugünün en mühim meselesi de bu: Her ne pahasına olursa olsun İslami rejime sarılanlar ve düzene karşı çıkanlar. İki kesimin de kendi içinde bin bir tonu var
İşte 'İran' derken herkes kendi safındaki yüzde 50'lik dilimini tarif ediyor.
Geçen Aralık'ta yumurta fiyatlarındaki fırlamanın tetiklediği sokak gösterileri "Yeni bir devrimin ayak sesleri mi" sorusunu beraberinde getirmişti.
Bugünlerde ise düzeni yıkacak koşulları oluşturmayı hedefleyen ABD'nin nükleer anlaşmadan çekilip yaptırım rejimine dönme kararının ardından İran'ın türbülansa girip girmeyeceği tartışılıyor.
Tam zamanında yolum İran'a düştü. İnsanların ortak şikâyeti hayat pahalılığı.
Reformcusundan muhafazakârına hükümetin ekonomik performansını eleştirmeyen yok gibi.
Genel çerçevede ise rejimden yana olanlar büyük faturayı abluka ve yaptırımlara, küçük faturayı hükümete; rejim karşıtları ise Batı ile kavgalı siyasete kesmekten yana.
İşin başında "Amerikalılara güvenilmez" uyarısı yapan ama hükümete de kendi programını uygulaması için yeşil ışık yakan dini lider (rehber) Ali Hamaney'in takipçileri Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'yi naifçe Batı'ya yanaşmak ve kanmakla suçluyor.
ABD Başkanı Donald Trump'ın yaptırımlara dönüleceği açıklamasından sonra ortam yakıcı boyutta gergin mi, hayır. Sonuçta insanlar 40 yıldır ambargo rejimi altında yaşıyor.
2015'te nükleer anlaşma sayesinde yaptırımların kalkmasıyla birçok alanda yeni yatırımlar olsa da henüz halkın cebine yansıyan bir şey yok. O yüzden de paniğe mahal yok.
"Sıkıntı çok ama şükür idare ediyoruz" tesellisi en cari söz. Hem geçiştirici hem yanıltıcı bir söz. Bu toplumda tevekkülün yeri büyük, buna tezat isyanın da.
İranlılar diğer Orta Doğu halklarından farklı olarak sokağa çıkma geleneğine sahip bir toplum. Ve ne zaman nasıl çıkacaklarını da kimse kestiremiyor.
Tahran'a şöyle bir baktığınızda hiçbir şey yokmuş gibi curcunalı hayatın devam ettiğini görüyorsunuz. Yollar tıklım tıklım. Yarış var sanki.
Akşamları parklar dolup taşıyor. Yemyeşil bahçeler sadece dinlendirmiyor, dindiriyor da. Gün boyu biriken öfkeyi dindiriyor, sinirleri yatıştırıyor.
Bostan ve gülistan basitçe şiire dair en temel imge değil, parklarla tecessüm eden kadim devlet siyaseti. Tarihten tevarüs bir 'yeşillik'. Vaat edilen cennet ayakların altında der gibi…
Veli Asr'ın çınarları gibi parklardaki asırlık ağaçlar bu toplumun hafızası. Veli Asr her zamanki gibi dinamik ve akışkan.
Kaldırıma paralel iki tarafında açılmış ve Elburz'un suyuyla beslenen kanallarda binlerce çınar ağacının dizili olduğu Veli Asr zengin kuzey ile fakir güneyi birleştiren bir cadde.
Kaçar prenslerine ait bahçelerin üzerini inşa edilmiş yol, eskiden Rıza Şah'ın kuzeydeki yazlık sarayı ile güneydeki kışlık sarayını birleştiriyordu. Adı da Pehlevi caddesiydi.
Şah, Paris bulvarlarına özenerek bu caddeyi açmıştı. Yol sadece zengin kuzey ve fakir güneyi değil; daha seküler ve modern kuzey ile daha dindar ve gelenekçi güneyi birleştiriyor.
Kuzeyde yarım baş örtüsü, güneyde siyah çadora dönüşüyor. Yanlış anlaşılmasın, Veli Asr bir getto sınırı değil; iki farklı dünyayı ayırmıyor, iki yakayı birbirine taşıyor.
Bu klişe tespiti niye tekrarladım bilmiyorum.
Fakat rejime sıkı sıkıya tutunanlar ile karşı çıkanlar kimlerdir derken işte 20 kilometrelik Veli Asr'ın taşıdığı zıtlıklar basitçe çalakalem bir resim sunuyor.
Caddenin adının Pehlevi'den Musaddık'a, ardından Veli Asr'a dönmesi de siyasal bölünmüşlüğün bir diğer hikâyesi.
Şah karşıtı milliyetçiler, 1979'daki devrimin ardından petrol şirketini millileştirdiği için 1953'te CIA destekli darbeyle devrilen Dr. Muhammed Musaddık'ın adını bu caddeye vermişti.
Milliyetçi ve solcuları tasfiye eden İslamcılar ise Kayıp İmam'a, yani İmam Mehdi'ye atfen Veli Asr (Çağın Velisi) dedi. Trafik, aşırı kalabalık ve hava kirliliğinden boğulan Tahran'ın son yüzyıllık tarihine tanıklık eden çınarlar da yavaş yavaş ölüyor.
Sürücülerin boş buldukları her kareye saldırdıkları, hiç kimsenin kendi şeridinde gitmediği, korna anarşizmiyle kaotik bir düzen alan trafik sanki toplumsal ve siyasal yapının aynası.
Kesinlikle karmaşık ama oturmuş bir düzen var; sistem kendi mantığıyla işliyor, kurumlar devamlılığını muhafaza ediyor.
Ama İran siyasetini tarif et denildiğinde iş çetrefilleşiyor. Rejimin fedaisi bloklar, değişimi reddeden muhafazakârlar, değişim isteyen muhafazakârlar, popülist muhafazakârlar, rejimi savunup da değişim diyen reformcular, rejimin sigortası reformcular, rejimi reddeden reformcular ve hepten sistem dışı muhalifler.
Bir de bu grupların başına Batı'daki bağlamlarından çok farklı bir şekilde 'sol' ve 'sağ' tanımları eklenince kafa hepten karışıyor. Bu tür bir skala mollalar dünyası için de geçerli.
Dini lidere devlet ve toplumda en yüksek otorite olma yetkisini veren 'velayet-i fakih'e inananlar ile Ayetullah Muhammed Burucerdi gibi din ve siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğini savunanlar arasında dinamik bir tartışma hep olageldi.
Sokaklar isyan potansiyelini taşıyor ama rejimin karşı koyma kabiliyeti ve toplumsal potansiyeli de küçümsenecek gibi değil. Ekonomik gücün yaklaşık yüzde 80'i doğrudan ya da dolaylı olarak, sistemle bağlantılı vakıf şirketi Bonyad'ların kontrolünde. Ama kendileri kontrol dışı.
Tamamen halktan gelen bağışlarla büyüyen İmam Rıza Vakfı gibi kurumların yönettiği holdingler de ekonomide kallavice pay sahibi. Toplumun önemli bir kesiminin bu şirketlerle çıkar ilişkisi var.
Toplumsal dinamiğin şekillendirilmesi ve yönetilmesinde bir diğer kritik müdahale aracı Besicler, yani Devrim Muhafızları tarafından eğitilen gönüllüler ordusu.
Bunlar sistemin toplum içindeki uzantıları. Rejimi savunan, toplumun farklı katmanlarını içerden yönlendiren, sisteme adam devşiren, mahalleyi gözeten, ahlak zabıtalığı yapan, deprem gibi felaketlerde kurtarma ekipleri olarak devreye giren, insani yardımları organize eden, gösteriler olduğunda aniden müdahale gücüne dönüşen Besic, sisteme bağlılığın yanı sıra statükoya bağımlılığı sağlayan bir mekanizma.
Okul ve hastaneler dahil tüm sektörlerde Besic'in büroları var. Besic üyeliği kamuda ve vakıf şirketlerinde yer edinmek için 'torpil sertifikası' işlevi görüyor.
Gençler için iki yıllık zorunlu askerlik süresini azaltmanın da bir yolu. Basitçe Besic olanlar sisteme sadakatini ispatlamıştır, onlar için yol açıktır.
Maaşları yok ama ödülleri var. Taksi şoförlüğü yapan elektrik mühendisi bir gence neden mesleğini icra etmediğini sordum.
"İş yok ki! İstihdam alanları kapalı" deyip gülerek ekledi: "Besic olsaydım belki şansım olurdu."
Bu diyalogu Tahran Üniversitesi'nde bir araştırmacıya aktardığımda şunu söyledi: "Evet gençler bu durumdan muzdarip. Mesela benim sınıfımda bir genç açıkça 'Hocam siz de biliyorsunuz ki; Besic olmadığım için aldığım diploma işe yaramayacak' dedi."
Rejimin elini üstün kılan bir diğer unsur kendisi için mobilize olabilecek toplumsal bir altyapıya sahip olması.
Şii inancının etkisiyle dini lidere bağlılık bütün sızlanmalara rağmen güçlü. Toplumun en az yarısı, aralarında hayat pahalılığına karşı sokağa dökülenler olsa bile, mesele rejim olunca etten duvara dönüşüyor.
Bu kesimle ayrışanların dinle sorunu olduğu anlamına da gelmiyor.
Rejimin kontrol araçlarına ve sert reflekslerine rağmen İran'daki dinamizmi tamamen hapsetmek mümkün değil.
Başörtüsü dayatmasına karşı bireysel eylemler bunun göstergelerinden biri. Yasağı reddedenler zaten saçlarının yarısını göstererek itirazlarını ortaya koyuyor. Birkaç kişiye şu iki soruyu sordum:
"Tahran'a gelirken İran İslam Cumhuriyeti'nde kadınların başörtüsü takması zorunluluğu daha uçak havadayken anons edildi. Bu dayatma zulüm değil mi?"
"Yasak kalkarsa başlarını yarım örtenlerin yüzde kaçı örtüsünü atar?"
Kamuda çalışan biri "Bu neden zulüm olsun? Devrimden sonra halkın seçtiği meclis bu kararı verdi. Bu halkın kararıdır. Zorunluluk sona ererse yüzde 20'den fazlasının başlarını tamamen açacağını sanmıyorum" yanıtını verdi.
Özel sektörde çalışan biri ise aksi görüşteydi:
"Çok yerinde bir kelime kullandın: Zulüm. Bizde çok etkili bir kelimedir. Evet, bu bir zulümdür. Bence dayatma kalkarsa hepsi açar. Birçoğu da evlerindeki gibi dekolte giyinir. Bundan eminim."
Aslında rejim ikinci ihtimale göre politika belirliyor. Örtünme kararı kalkarsa rejimi tutan sütunlardan birinin çekileceği ve çöküşün başlayacağı düşünülüyor. Bu bir korku.
O yüzden kimi mollalar devrimin başörtüsünü simgeleştirmesinin hata olduğunu düşünüyor.
Bu korkuya kapılan akıl ile ilk insan hakları bildirgesinin Pers Kralı Büyük Kuroş'un M.Ö.539'da yayımladığı ferman olduğunu savunan akıl aynı. (Bu bildirinin orijinali bugün Londra'da Britanya Müzesi'nde).
Toplumsal huzursuzluklar karşısında bölünme ve dış müdahale argümanı siyasetin temel okumalarından biri.
Tahran'da Tarih Müzesi'nde Dışişleri'nden bir yetkili, "Bunca devlet tecrübesine rağmen İran reformlardan neden korkuyor" diye sorduğumda duvarda asılı haritanın önüne geçip tek tek sınır eyaletleri üzerinde parmağını gezdirdi.
Batıda Kürdistan'ı, güneybatıda Arapların yaşadığı Huzistan'ı, yine güneyde Arap yoğunluklu Hürmüzgan'ı, güneybatı ve güneyde Luristan ve yine Lurların yaşadığı Kohkiluye ve Buyer Ahmed'i, kuzeybatıda Azerbaycan'ı, kuzeyde Mazandaran'ı, yine kuzeyde Türkmen yurdu Gülistan ve Kürtlerin yaşadığı Kuzey Horasan'ı, doğuda Türkmen, Peştun ve Beluc bölgelerini gösterip ekledi:
"Bak İran'ın bütün sınırları etnik gruplarla çevrili. Her taraftan müdahaleye açık. Korkmamız için yeterince nedenimiz var. Yine de bütün bu kavimlerle birlikte hepimiz İran'ız. Bu da İran'ın başarısıdır."
Her halükarda İran bir yol ayrımına gidiyor. Sadece Veli Asr'ın iki ucunda temsil edilen farklı hayat tarzları arasında değil devrimin kendi çocukları arasında da artan farklılıklar sistemi zorluyor.
Elbette kendi hava, kara ve deniz kuvvetleri olan Devrim Muhafızları ya da Besic gibi baskılama mekanizmaları rejimi hala sarsılmaz kılıyor. Fakat dindar olmak artık artan oranda rejime sigorta olmak anlamına gelmiyor.
Tahran'da iç dengeleri iyi bilen bir ismin bana söylediği şu oldu:
"Rejim kendi içinde ikilem içerisinde. Rejim ilkelerinden uzaklaştıkça daha da zorlanıyor. Devrimden sonra oluşan aristokratlar egemenliklerini kaybetmemek için ilkeleri ayaklar altına aldıkça halktan uzaklaşıyor ve halk desteğini kaybediyor."
Mollalara artık veda edilmesi gerektiğini savunan muhalifler bir kenara devrimin amaçlarından sapıldığını düşünen çok sayıda (eski) devrimcinin olduğu bir hakikat. Bu tür eleştirileri yüzünden hapse atılan, ev hapsine alınan ya da 'hain' diye lanetlenen simgesel isimler az değil.
Sistem kendi meşruiyetini 'reformcular' (sol) ile 'muhafazakârlar' (sağ) diye kanalize ettiği iki kanat arasındaki paslaşmayla sürdürebileceğini düşünüyordu. Aday eleme mekanizması Anayasayı Koruyucular Konseyi kanalıyla bugüne dek iktidarın el değiştirebileceği isimler tayin edildi.
Muhafazakâr olmakla birlikte halkın oylarıyla yeni imtiyazlı çemberin dışından gelen Mahmud Ahmedinejad sistem için bir yol kazasıydı.
Burada 'sert' görüntüye bir pencere açmak da gerekiyor: İran devlet tecrübesini de içselleştiren İslami rejim 'çelik esnekliği' diyebileceğimiz bir esneme kabiliyetine sahip.
Bu esnemeyi kadın, eğitim ve kültür-sanat politikalarında görüyoruz. Yarım örtüye hoşgörü bunlardan biri.
Örtünsün ya da örtünmesin İran'da kadın evin efendisidir. Bütün muhafazakâr kalıplara rağmen kadın her yerde. Belli üniversitelerde kadın öğrencilerin oranı erkeklere nazaran yüzde 80'i buluyor.
Yine sistem bir taraftan muhafazakâr kodlarla toplumu sıkboğaz ederken diğer tarafta kültür, sanat, sinema gibi dallarda orta sınıfa hareket alanları açabiliyor.
Devrimden sonra kendi seçkinlerini yaratan, bunlar arasındaki kavgayı önleyemeyen, vaat ettiği sosyal adaleti gerçekleştiremeyen, mahkemelerinde adalet dağıtamayan, planlanan yatırımları bir türlü hayata geçiremeyen, örtünün örtemediği ahlaki çöküşü durduramayan, özellikle belediye ve eğitim kurumlarında yaygınlaşan rüşvetin önüne geçemeyen rejimin en büyük korkusu meşruiyetin hepten aşınması.
Meşruiyet artan oranda sorgulanırken eskisi gibi eleştirileri 'fitne', 'fesat', 'Allah'a karşı savaş', 'Siyonist komplo' ve 'Amerikan uşaklığı' gibi suçlamalarla geçiştirmeleri zor.
Yine de "İranlılar köklü bir devlet aklına sahip, kırıp dökmeden bir yol bulabilirler mi" diye ihtiyaten sormadan edemiyoruz.