Artıgerçek yazarı Ayşe Çavdar, "Bir dinin ona inanan herkes için bambaşka bir anlama gelmesi kadar güzel bir şey olamaz" dedi. "Bir din ne kadar çok anlam üretirse o kadar inanılası olur" diyen Çavdar, "Hep birlikte gördüğümüz üzere bu din uzunca zamandır anlam üretmekten vazgeçmiş, koca bir mazerete dönüşmüş sanki" ifadesini kullandı.
Çavdar'ın "Tekfir ekonomisi: Bizim kutsal mazeretimiz" başlığıyla (11 Ekim 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
Çürüme hedonist bir talep olarak dalga dalga yayılır toplum dediğimiz ummanın en diplerinden. “Nasılsanız öyle idare olunursunuz.”
1980’lerin ortalarından itibaren, bir yandan darbeyle “kanal tedavisi” görmüş devlet ekonomiyi zorla ve şerle liberalleştirir, bir yandan Özal bu gidişi pek sakin ve sözüm ona aklı başında haliyle normalleştirirken, dindar Müslüman hanelerde alel acayip bir tartışma yürümekteydi. Türkiye dar’ül harp mi? Ya dar’ül İslam ise?
Dar’ül harp, Müslüman olmayan ülke demek kabaca. Dar’ül İslam ise, İslam ülkesi. Fakat bu kararı kim verecek? İslam’ın bu konularda karar verecek bir merkezi otoritesi olmadığı malum. Bu modern zamanlara ait bir yokluk da değil. İslam var olalıberi Müslümanlar arasında çeşitli nedenlerle çıkan kanlı, kansız ayrılıklar, birinin vardığı hükmü diğerinin küfür saydığı binlerce, onbinlerce vaka ve hal olageldi. Bir ülkenin dar’ül harb mi, dar’ül İslam mı olduğuna kim karar verir?
Bu sorunun önemi kamusal işlere dair olmasından kaynaklanır. Müslümanların içinde yaşadıkları cemiyetle aralarındaki özellikle de akçalı ve geniş anlamda hukuki meseleleri hangi kaidelere dayanarak çözeceklerine dair bir sorudur zira. Dar’ül İslam olan bir ülkede geçerli olan bazı kurallar dar’ül harb’de geçerli değildir. Bunlar arasında zannediyorum ki en önemli olanlar da ekonomik işlere dair olanlardır.
Fakat buna geçmeden iki kavramdan daha bahsetmek lazım. Dar’ül harb’de iki kısım insan yaşar. Harbiler, ki İslam dinini kabul etmemiş olan dar’ül harb sakinleridir ve İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk kitabının yazarı Abdulkadir Üdeh’e göre “Harbiler masum değillerdir.” İkinci kısım ise Müslümanlar. Bu ikincilerin birbirleriyle ilişkisi, dar’ül harb’de bile olsalar dar’ül İslam’daki gibi olmalıdır. Şu halde dar’ül harb fıkhı dediğimiz şey, dar’ül harb’de yaşayan Müslümanların harbilere muamelesiyle ilgilidir. Tahmin edersiniz ki buradaki harbi “harbi adamdır, doğrudan şaşmaz” kalıbındaki harbi değil. Bu harbi, bildiğiniz “öteki”, “yaban.” Birazdan anlayacağınız gibi etinden, sütünden her türlü yararlanılması caiz, hatta mübah olan kişi. Müslüman kişi ise, dar’ül harb’de bile yaşasa kanı ve malı masum, yani bir başka Müslüman tarafından dokunulmaz olan kişi. Bunların ne kadar önemli ancak aynı zamanda belirsiz ayrıntılar olduğunu birazdan birlikte göreceğiz.
Türkiye dar’ül harb mi değil mi sorusunun, tam da memleket ekonomisinin en bir kapsayıcı, herkesi kucaklayıcı döneminde, orta sınıfı önce toplumun ve ekonominin direği yapıp, sonra aynı orta direği yeni aldığı arabaya yer açmaya çalışırken orasından burasından kemirdiği bir dönemde akla gelmesi tesadüf değil. Zamanlama manidar olmasa şaşardık zaten hep birlikte.
Dar’ül harb’de yaşayan bir Müslüman’ın harbilerle arasındaki hukuk açısından, en önemli meselelerden biri faiz. Bu konuda çeşitli görüşler var. Şükürler olsun, bir yeri dar’ül harb ilan etmek için gereken koşullar konusunda en tutucu olan mezhep Hanefilik gibi görünüyor. Bu mezhebin kurucusu İmam Hanefi’ye göre, Cuma ve bayram namazlarının özgürce kılınabildiği bir belde dar’ül harb olarak görülemez. Hatta önceden İslam hakimiyetinde yaşayan tek bir zımni ya da Müslüman’ın bile can ve mal güvenliğinin bulunması, o beldenin dar’ül harb olmaması için yeterlidir. Bir belde, bir başka Müslüman beldeye komşu ise, yukarıdaki şartlar gerçekleşmiş olsa bile dar’ül harb ilan edilemez. Ancak bu üç koşulun da bir arada bulunması halinde bir yer dar’ül harb olur. Hanefi mezhebi, dar’ül İslam’ı mümkün olan en geniş ölçekte tarif ederek dünyayı Müslüman’a değil ama ve İslam fıkhına açık tutmaya çalışır. Fakat bu, dar’ül harb fıkhının özellikle akçeli işlerde, Müslüman’a tandığı bazı haklar ve hatta vazifeler nedeniyle kârlı bir bakış açısı sayılamaz.
Fıkıh tartışması yapacak yetkiyi kendimde görmediğimden bu ayrıcalıkların neler olduğunu ve nerelere dayandığını, Yeni Şafak yazarlarından Faruk Beşer’den alıntılamayı tercih edeceğim. Malum, mevzuları bilen kişilere danışmalı:
“Darü'l-İslam, İslam ülkesidir, darü'l-harp de küfür ülkesidir. Ama bir yerin darü'l-İslam ya da darü'l-küfür sayılabilmesinin şartları da bütün mezheplere göre farklıdır. Bazı fıkıhçılara göre bu ayrımın nirengi noktası, bir ülkede İslam ahkâmının uygulanıp uygulanmamasıdır. Uygulanıyorsa orası darü'l-İslam'dır, velev ki, Müslümanlar azınlıkta olsunlar. Uygulanmıyorsa darü'l-harptır, velev ki Müslümanlar çoğunlukta olsunlar, Türkiye gibi. Bazılarına göre ise belirleyici özellik bir ülkede İslam ahkâmının bir kez olsun uygulanmış olmasıdır. Orası artık kıyamete kadar darü'l-İslamdır. Velev ki hiç Müslüman kalmamış olsun, Endülüs gibi.”
Bir beldenin dar’ül İslam mı dar’ül harb mi olduğu konusundaki bu tartışmanın bitmiş olmadığını, birçok ara kavram çıktığını, ama hiçbirinin bu ikisi kadar popüler olmadığını, sonunda her Müslüman’ın hem erişebildiği fıkıh bilgisine hem yaşadığı yere bakarak kendisinin karar vermek durumunda kaldığını aklımızda tutarak Beşer’in yazısını okumaya devam edelim. Bir yeri dar’ül harb ilan etmek konusunda cimri olan Hanefiliğin, dar’ül harb’i Müslüman için adeta bir “ütopya”ya, yağmanın, talanın, hatta bazı haramların helal olduğu bir dünya cennetine dönüştürdüğünü göreceksiniz.
“Ebu Hanife bunu (harbi’den faiz alınabileceğini) söylerken, harp halinde olan ülkeler zaten birbirlerinden alabildiklerini alırlar. Bu hukuken meşrudur diye düşünerek söylemiştir. Kaldı ki o, müslümanın darü'l-harpte faiz vereceğini değil alabileceğini söylemiştir. Gerekçesi şudur; harp halinde olduğumuz insanların malları bize helaldir. Müslüman kendisine helal olan bir malı hangi yolla olursa olsun alabilir. Hatta kesin kazanacağını biliyorsa kumarla dahi alabilir. Çünkü o mal zaten onundur ama başka alabilecek bir yolunu bulamadığı için bu yolla alıyor demektir. Ayrıca harp, düşmanı zayıflatmak için vardır. Onu iktisaden zayıflatmak da harbin bir parçasıdır.
İkinci olarak, yine bu sözün hadis olduğunu varsayalım, o takdirde bunun darü'l-harpte müslim ile gayrimüslim arasında faiz alışverişinin cevazına delalet etmesi kesin değil zannîdir. Çünkü 'Müslimle gayrimüslim arasında faiz yoktur' demek; faiz onlar arasında bile olmaz, olmamalıdır anlamına da gelebilir. Buna karşılık faizden söz eden naslar hem çoktur, hem de umumi ve kesindir. Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim'de en şiddetli tehdit gören günah faizdir. 'Kim faizi bırakmazsa Allah'a ve Resulü'ne karşı bir nevi savaş halinde olduğunu bilsin' buyrulur. Resulüllah Efendimiz Veda Haccı'nda 'faizin her türlüsünü yasakladığını ve ayaklarının altına aldığını' söyler. Bunca kesin nas karşısında, faiz gibi hatarlı bir konuda zannî bir delile tutunmak da hatarlıdır.”
Beşer mevzuyu kanaatimce temiz bir yere götürüp, peygamberin sözüyle bağlıyor: “Faizin her türlüsü haramdır ve hepsi ayağımın altındadır.” Ekliyor da: “Fıkıh, fıkıh kitabındaki bir cümleyi değil, meseleyi anlamaktır.” Haklı olmalı. Yani mevzuyu ilke çerçevesinde anlamaya çalışmak icap eder.
Fakat Beşer’in de sokağın işine gelen bir şey söylemediğinden emin olabilirsiniz. Bu nedenle, interneti şöyle bir taradığınızda çoğu cemaatler tarafından kurulmuş popüler fetva sitelerine en çok iletilen sorunun “Türkiye dar’ül harb midir?” ve “dar’ül harb’de faiz helal midir?” gibi sorular olduğunu görürsünüz. Verilen cevapların ise çok azı Beşer gibi net bir ilkeye gönderme yapıyor. Birçok cevapta, farklı mezheplerin bu konuda ne dedikleri sayılıp dökülüyor. Sonuçta mezhep de, artık mahkemesi, kadısı vs. olmadığı için gene mü’min’in o anki ihtiyacına göre seçebildiği bir kurum. Yani mü’mine seçenekler sunulup ahlakına ya da işine gelen bir tercih yapması bekleniyor. Bu denli akçeli bir mevzuda işe gelecek bir açıklama ya da fetva bulmak için çok uzaklara gitmeye ise genellikle gerek kalmıyor.
Bugün içinde yaşadığımız siyasi mezbeleyi şekillendiren bir çok müşterek hikâyemiz gibi, Türkiye’nin dar’ül harb olup olmadığı yolundaki sorgulamanın hikâyesi de 1970’lerin sonunda başlıyor. Dönemin, ilmine güvenilen din alimlerinden merhum Sadreddin Yüksel ve Yusuf Kerimoğlu adıyla da bilinen Hüsnü Aktaş, birlikte değil ayrı ayrı ama benzer gerekçelerle Türkiye’nin dar’ül harb olduğunu ve burada Cuma namazı kılınamayacağını ilan ediyorlar. Hüsnü Aktaş zamanla bu fikrinden vazgeçiyor. Sadreddin Yüksel’in sonradan fikir değiştirip değiştirmediğini bilmiyorum. Ancak pandoranın kutusunu açan mevzu bu. Ne Yüksel’in ne de Aktaş’ın, Müslümanlar için faizi normalleştirmek gibi bir dertleri olduğunu düşünmüyorum. Ancak arzu ettikleri şeriatin bir türlü kurulmaması ve ufukta da böyle bir ihtimal bulunmamasının getirdiği öfkeyle ve biraz da Müslümanları söz konusu arzuları gerçekleştirmek üzere teşvik etmek üzere böyle bir deklarasyonda bulunduklarını sanıyorum. Sonuçta 1970’lerin sonunda mevzu, Cuma namazı boykotu olarak, radikal İslamcılar arasında bile küçük bir grup tarafından benimseniyor. Ama tabii ki orada kalmıyor.
1980 darbesi, sonrasında İslamcılık önce sessizliğe bürünüyor (aslında bayağı arka çıkıyor darbeye ama neyse), ardından Özal’ın dört yapraklı yoncasına bir yaprak olarak eklemlenerek ve nihayet piyasayla tanışarak görünürleşiyor. Prensler, bir gecede edinilen servetler, naylon faturalar havalarda uçuşuyor. Kimse de yapıp ettiğinden utanıyor gibi görünmüyor Allah için. Yolsuzluğun suç olmaktan çıktığı, çalıp çırptığını kılıfa uyduramayanın ayıplandığı yıllar. Ee ne yapacak Müslümanlar? “Yok, aman, haram mal, uzak duralım, ahiret var mı?” diyecekler. Köşede oturup, kendilerinin de emeklerinin, alınterlerinin olduğu kamusal varlıkların büyük bir iştihayla paylaşılmasını mı izleyecekler? İyi de nasıl kurtulacaklar öte dünya gailesinden? Nasıl oturacaklar sofranın başına?
Anladığım kadarıyla imdada o dönemde Süleymancıların lideri olan Kemal Kaçar yetişiyor. Nazlı Ilıcak, bir “İstanbul efendisi” diye nitelediği ve Strasbourg’da tanıştığını söylediği Kaçar’la 4-10 Aralık 1989 tarihlerinde her parçası neredeyse tam sayfa yayınlanan bir uzun söyleşi yapıyor. Kaçar aşağı yukarı her konuda seküler “establishment”i rahatsız edecek şeyler söylüyor. Ancak öyle bir şey söylüyor ki, dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı adeta “yandım anam” feryadıyla açıklama yapmak zorunda kalıyor:
“Türkiye, ...şeriatın hakim olduğu bir devlet değildir. Bu yüzden Türkiye’ye Darülislam diyemeyiz... Bir Müslüman tüccar, Türkiye Darülharp olduğuna göre, faizle kredi alabilir ve faiz karşılığında para verebilir. Lakin, iki Müslüman arasında hangi ortamda yaşarsanız yaşayın, isterseniz, İngiltere’de yaşayın, faizle para alıp verilmez. Darülislam’da kumar yasak. Ama Darülharpte kumar oynayabilirsiniz. Tabii kazanmak şartıyla.”
Fakat daha enteresan bir şey daha söylüyor Kaçar, Türkiye’yi dar’ül İslam’a çevirmek gibi bir hedefleri olmadığını. Yani işimize bakarız diyor ve milletvekilliği de yapmış biri olarak, işlerine bakabildikleri ölçüde sorun çıkartmayacaklarını açıklıkla ifade ediyor. Fakat gündelik hayata ve piyasa ekonomisine büyük bir cevazlar silsilesiyle dahil oluyor dar’ül harb söylemi. Çünkü dar’ül harb’e bürünmek sözleşmelere fesat karıştırmaktan, senden olmayanı oyuna getirmeye, vergi kaçırmaya kadar birçok büyüklü küçüklü günahı mübah saymaya ve bu yolla mü’minleri öte dünya çekincesinden ve devlet korkusu geleneğinden özgürleştirecek sahayı açmaya yarıyor.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Sait Yazıcıoğlu adeta feryat ederek yine Tercüman’a açıklama yapıyor ve Türkiye’nin dar’ül İslam olduğunu, faizin haram, Cuma namazının da farz olduğunu söylüyor. Fakat asıl oturaklı cevap bir önceki Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’tan geliyor:
“Türkiye Darülharp’tir diyerek yola çıkan ve bu ülkenin moral değerlerini alt üst eden bir zihniyetle nereye varabilirsiniz? Cemaatleri ve camileri bölen, onbinlerce imamı arkalarında namaz kılmanın caiz olmadığı töhmeti ile karalayarak milyonlarca Müslüman’ın kafasını karıştıran, önüne geleni ve kendisinden olmayanları kolayca tekfir eden, ‘harp hiledir’ deyip size karşı her çeşit yalan ve iftirayı mübah sayan, daha doğrusu sizi Müslüman kabul etmeyen bir düşünceden ne bekleyebilirsiniz?” (anekdotlar Osman Tiftikçi’nin Türkiye’de İslami Hareket: 1960’lardan Günümüze adlı kitabından, Ceylan Yayınları, 2014).
Bu tartışma halen bitmiş değil. İşin kötü tarafı herhangi bir zamanda bitecek gibi de görünmüyor. Türkiye’nin dar’ül İslam ilan edilip edilmediğini bilmiyoruz. Edilse hangi Müslümanların kabul edeceğini, hangi Müslümanların ise “yok öyle dava, ben işime bakarım” diyeceklerini de bilmiyoruz. İşin en kötü tarafı, hangi Müslümanların hangi Müslümanları harbi hangilerini Müslüman saydıklarını da bilmiyoruz.
Günahlarını almayalım, 1980’lerden itibaren Türkiye’nin dar’ül harb olduğu konusundaki tartışmada açıkça “ne münasebet” diye tavır alan bir dolu cemaat var. Bunların başında da İsmailağa Cemaati geliyor. Süleymancılarla aralarındaki husumette bu mevzu önemli meselelerden birini oluşturuyor. Cübbeli Ahmet Hoca son zamanlara kadar bu konudan en çok şikâyetçi olanlardan biri. Bir çok konuşmasına kızacağınız Cübbeli’nin, fıkhı uygulamaktan kaçınan Müslümanlarca nasıl dolandırıldığını anlattığı şu videonun ilginizi çekeceğini sanıyorum.
Öte yandan, kimi Süleymancı yazarlara göre nihayet İsmailağa da, üstelik nedense şimdi, Türkiye’nin dar’ül harb olduğunu kabul etmiş. Ama ben bu değişime dair bir delil bulabilmiş değilim. Olabilir. Nihayet İsmailağa da ekonomik bir atılım yapmaya karar verdiyse elbette bir dayanağa ihtiyaç duyacaktır. TGRT’den bulduğum şu videoya göre, Işıkçılar da Türkiye’nin dar’ül harp olduğu kanaatindeler. Hepsine teker teker bakabilmiş değilim. Ama cemaatleri buradan tutup ikiye ayırabiliriz rahatlıkla: Dar’ül harb’de yaşamayı tercih edenler ve dar’ül İslam’ı seçenler. Aynı mahallede yaşıyor olmaları, birbirlerine bu kadar uzak olmayacakları anlamına gelmiyor. Aksine... Neyse...
Ahretliğim dediğim bir arkadaşım var. Onunla sürekli konuşurup dururuz yolsuzluktan. Ayakları sımsıkı yere basan bir kadındır. Onun yolsuzluğa verdiği anlamla, benim verdiğim hep başka oldu. Ama bir noktada hep anlaştık. Yolsuzluk, çürüme yukarıdan aşağıya oluşacak iş değil. Evvela bir talep olarak toplumdan gelmedikçe yukarıdakilerin yolsuzluk yapmaları hiç kolay değil. Çürüme hedonist bir talep olarak dalga dalga yayılır toplum dediğimiz ummanın en diplerinden. “Nasılsanız öyle idare olunursunuz.” Bu hadisten daha iyi bir popülizm tarifi bilmiyorum.
Başımıza gelenin bir de bu tarafı var demek istediğim. Yıllarca emek emek örülmüş o çürüme talebi kendi iktidarını üretti bir şekilde. AKP’ye ve dile getirdiği her bir “dava” cümlesine bu çürümenin tercümesi diye bakmak, “ah ya ne oldu bu dindarlara” şaşkınlığından çıkmanın ilk adımı. Olan oldu. Ama bunu bizzat kendileri yaptılar. Bu “zulmün” değil, hırsın sebep olduğu bir manzara. İnancın değil, inkârın. Aşkın değil kösnül bir çürüme iştiyakının sebep olduğu...
Yani “gençleri din yorgunu yaptık” demek için biraz geç. Fakat “metal yorgunluğu”ndan sonra gelen “din yorgunluğu” hiç anlamsız değil. Galiba din de ona iman edenden çok yoruldu artık. Bir dinin ona inanan herkes için bambaşka bir anlama gelmesi kadar güzel bir şey olamaz. Bir din ne kadar çok anlam üretirse o kadar inanılası olur çünkü. Fakat hep birlikte gördüğümüz üzere bu din uzunca zamandır anlam üretmekten vazgeçmiş, koca bir mazerete dönüşmüş sanki.