Gündem

Boşuna mı üniversite okuduk?

Evrensel yazarı Onur Bakır: Üniversite mezunu olmak artık, güvenceli ve sürekli istihdamı beraberinde getirmiyor

03 Ağustos 2015 16:02

Evrensel yazarı Onur Bakır, üniversite mezunu sayısının artmasıyla birlikte, mezunların karşı karşıya kaldığı işsizlik problemini ele alan bir yazı kaleme aldı. Bakır beyaz yakalı işçilerin “Boşuna mı okuduk” sorusuna yanıt olarak imtiyazlarını geri isteyebileceği veya tüm işçilerin hakları için mücadele edebileceğine dikkat çekti.

Onur Bakır’ın Evrensel gazetesinde “Merhaba diplomaterya!” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

İşsizlik, havuz problemlerindeki yukarıdan doldurulan aşağıdan boşaltılan havuzlara benziyor. Üniversite mezunları bakımından son çeyrek asırdır, havuza, boşaltılan miktardan daha çok su veriliyor. Havuzdaki su seviyesi, yavaş ama istikrarlı biçimde artıyor. Eskiden havuza ayağını sokup çıkaran üniversite mezunları, artık bu havuzda yüzmeyi öğrenmeye çalışıyor. Üniversiteli işgücü arzının sınırlı olduğu dönemde, kendi isteği dışında nadiren işsiz kalan üniversite mezunları, artık, çalışma yaşamına çoğunlukla havuzun içinde başladıkları gibi ilerleyen yıllarda da havuza girip girip çıkıyor. Çoğunlukla da kendi iradeleri dışında, havuza itiliverdikleri için…

 

İstisnai olmayan işsizlik

 

Bir süredir Türkiye işçi sınıfı için istihdam ve işsizlik arasındaki sınır belirsizleşiyor; Metin Özuğurlu’nun deyişiyle: “Günümüz Türkiye’sinde sık sık iş değiştirmekle, iş değişiklikleri sırasında makul sürelerle işsiz kalmak, işçi sınıfının sıradanlaşmış yaşam deneyimi haline gelmiştir. İşsizlik dediğin istihdamın bir an’ıdır artık. Tersi de doğrudur; istihdam dediğin de işsizliğin bir an’ı.”(1).  Üniversite mezunları bu gerçeklikten azade değil artık. İşsizlik istisnai bir hal olmaktan çıkmış durumda. Üniversite mezunlarının çoğunluğu, havuzun etrafında yürüyor ve her an kendilerini o havuzda bulabilecekleri endişesini taşıyor. “Hissedilen işsizlik”, “gerçek işsizlik”ten daha hızlı artıyor.

 

İşsizlik ve güvencesizlik el ele…

 

Güvencesizlik ve işsizlik arasında birbirini besleyen bir ilişki var. Güvencesiz istihdam biçimleri, işsizliği tırmandırdığı gibi, artan işsizlik güvencesiz istihdam biçimlerinin dayatılmasına da olanak sağlıyor. Üniversite mezunları da bu denklemin içinde. Üniversite mezunu olmak artık, güvenceli ve sürekli istihdamı beraberinde getirmiyor. Memur olabilen “şanslı” bir azınlık dışında üniversite mezunları, güvencesiz istihdam biçimleriyle her geçen gün daha çok karşı karşıya geliyor. Kamuda, “sözleşmeli personel”, “geçici personel”, “ücretli personel” “vekil personel” gibi devlet memuru güvencesinin olmadığı istihdam biçimleri giderek artıyor.

Taşeron işçiler arasında sayıları artık yüz binlerle ifade edilebilecek düzeyde üniversite mezunu var. Başlangıç ve bitiş tarihi belli olan “belirli süreli iş sözleşmesi” en çok üniversite mezunlarının önüne konuyor. Parça başı çalışma, proje bazlı çalışma, uzaktan çalışma, “freelance” çalışma, kısmi süreli çalışma, mevsimlik çalışma gibi güvencesiz istihdamın farklı biçimleri üniversite mezunları arasında giderek yaygınlaşıyor. Yasal anlamda görece güvenceli çalışan birçok üniversite mezunu da güvencesizliğin gizli ama esaslı bir biçimi olan “performans koşullu istihdam” ile karşı karşıya. “Performans”, “Demoklesin Kılıcı” gibi üniversite mezunlarının başının üstünde sallanıp duruyor… 

 

İmtiyazlar teker teker kaybediliyor

 

Üniversite mezunu işgücü talebinin çok daha üzerinde bir arz söz konusu olduğunda, piyasanın o korkunç çarkları işlemeye başlıyor. “Yedek işgücü ordusu” yani işsizler kervanı ne kadar büyükse, sermayenin eli de o kadar güçleniyor. Üniversite mezunları, imtiyazlarını teker teker kaybediyor. Ücretler düşüyor, çalışma süreleri uzuyor, çalışma koşulları ağırlaşıyor. Örneğin üniversite mezunları için bir dönemin parlak mesleklerinden olan “bankacılık”ta işe giriş ücreti asgari ücrete kadar gerilemiş durumda. Asgari ücretle işe başlayıp, ilerleyen yıllarda asgari ücretin bir miktar üzerinde ücret alan, haftada en az 60 saat çalışıp bir kuruş fazla mesai ücreti alamayan, performans dayatmasını iliklerine kadar hisseden banka işçileri “imtiyaz kaybı” sürecinin en önemli göstergelerinden biri. Örnekleri çoğaltmak mümkün…

 

Sınıfsal konum meselesi

 

Bu gerçekliğin bütünü içinde, üniversite mezunlarının sınıfsal konumuna göz atmak zorunlu hale geliyor. İstihdam ilişkileri içindeki konuma baktığımızda, üniversite mezunlarının büyük çoğunluğunun “ücretli” olarak istihdam edildiğini ve yapısal olarak işçi sınıfına dâhil olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra son 25 yılda üniversite mezunları içinde işçileşmenin daha da arttığına tanık oluyoruz. 1995 yılında üniversite mezunlarının yüzde 81’i ücretli, yüzde 10’u işveren, yüzde 7’si kendi hesabına çalışan, yüzde 1’i ücretsiz aile işçisiydi. Çeyrek asır sonra, üniversite mezunları içinde ücretlilerin oranı yüzde 89’a çıkarken, işverenlerin oranı yüzde 5’e, kendi hesabına çalışanların oranı yüzde 4’e düştü. Üniversite mezunları daha da işçileşti. Bugün itibariyle tüm eğitim düzeyleri içinde işçileşmenin en yüksek olduğu grup üniversite mezunları. Türkiye’deki toplam işgücünün yüzde 67’si ücretliyken, üniversite mezunları arasında bu oran yüzde 89. Üniversite mezunu kadınlarda ise daha da yüksek: yüzde 94!

Son bir not: 25 yıl önce işçi sınıfının yüzde 13’ü üniversite mezunuydu; bugün yüzde 26’sı!

 

Süreçsel olarak işçileşme

 

Üretim ve istihdam ilişkileri içindeki konumları itibariyle sınıfsal anlamda, en “işçi” kitle üniversite mezunları. Peki onlar kendilerini işçi olarak hissediyorlar mı, işçi olarak tanımlıyorlar mı, işçi sınıfının en önemli tanımlayıcı öğelerinden biri olan “kolektivizm”e ne kadar yakınlar? Dananın kuyruğunun koptuğu nokta tam da burası! Üniversite mezunları daha önce de “ücretli” olarak çalışıyor, bir patrondan emir ve talimat alıyor, bunlar doğrultusunda emek gücünü arz ediyor, karşılığını ücret olarak alıyordu. Ancak, üniversite mezunu işgücü arzı daha sınırlıydı, üniversite mezunları daha kolay istihdam ediliyor, daha az işsiz kalıyor, işçi sınıfının “imtiyazlı” bir kesimini oluşturuyordu. Bu dönemde bu grubun çoğunluğu kendini işçi olarak hissetmiyor, tanımlamıyor, kolektif mücadeleye mesafeli duruyordu…

Ve fakat artık devir değişti. Üniversite mezunu işgücü arzı, talebin çok daha üzerine çıktı. İşsizlik hızla arttı, ücretler düştü, çalışma koşulları ağırlaştı, imtiyazlar ve ayrıcalıklar teker teker kaybedildi. Sonuç olarak, yapısal işçileşme, süreçsel işçileşmeyle de buluştu. Ancak üniversite mezunu işçiler hala kendilerini meslekleriyle tanımlamaya özen gösteriyor, kendilerini “işçi” olarak tanımlamaktan imtina ediyor. Üniversite mezunları “amele sınıfının” bir parçası oldukları gerçeğini daha çok yaşıyor ama bu gerçeği inkar etmekten de geri durmuyor. Sonuç olarak, bir deneyim süreci, kabullenme ve reddetme eğilimleri ile birlikte işliyor...

Hizmetler sektörünün yükselişine, eğitim göstergelerindeki artışa, beyaz yakalılaşmaya bakan bazı teorisyenler, “elveda proletarya” demişti. Oysa gerçek tam tersi… Proletarya, kendi içinde nicel değişimler geçirirken, işçileşme dalgalarının etkileriyle büyümeye hep devam etti. İşte bu değişim ve dönüşüm içinde, “diplomaterya”, proletaryanın bağrında, proletaryanın bir parçası olarak gelişiyor ve serpiliyor!

 

İçe çöküş mü dışa patlama mı??

 

İşçileşme, işsizleşme ve güvencesizleşme sarmalı içinde imtiyazlarını teker teker kaybeden üniversite mezunları işçiler, her geçen gün derinleşen sorunlar karşısında nasıl tepki veriyorlar? Öğretmenler örneği üzerinden bu soruya yanıt arayacak olursak, iki ucu açık bir çizgiden söz edebiliriz. Bir uçta ataması yapılmayan, işsiz ya da geçici işlerde düşük ücretlerle çalışan, bu girdap içinde kendi içine doğru çöken, kendi canına kıyan 50’den fazla öğretmen. Bir araştırmaya göre, atama bekleyen her üç öğretmenden biri intihar etmeyi düşünüyor… Diğer uçta ise öğretmen işsizliği sorununu ülke gündemine sokmayı başaran, Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu yer alıyor. Ancak asıl gövde, zaman zaman her iki ucu da yaklaşsa da, bir yandan KPSS ile atanmaya çalışıyor, bir yandan özel öğretim kurumlarında gününü kurtarmaya gayret ediyor. Dolayısıyla hem içe çökme, hem dışa patlama eğilimlerinin bir arada olduğu, ancak “bireysel kurtuluş” çabasının hala baskın öğe olduğu çelişkili bir vaziyetten söz edebiliriz. Bu durumu az, çok genellemek mümkün.

 

Örgütlenme arayışları

 

Enseyi karartmaya da gerek yok. Özellikle son 10 yılda, işçileşme, işsizleşme ve güvencesizleşme girdabındaki beyaz yakalı, eğitimli işçilerin örgütlenme arayışlarında gözle görülür bir artış var. Bu arayışlar taban/dayanışma örgütleri biçiminde gelişebildiği gibi sendikalaşma olarak da karşımıza çıkabiliyor; bu iki örgütlenme biçimi arasında karşılıklı bir alışveriş de yaşanabiliyor. Bunun en somut örneği İstanbul’da kurulan “Plaza Eylem Platformu” ve bu platform ile ilişki içinde IBM’de gerçekleşen sendikal örgütlenme. Daha önce hiçbir sendikal örgütlenmenin olmadığı başkaca alanlarda, örneğin İstanbul Bilgi Üniversitesi ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda gerçekleşen sendikalaşma deneyimleri yine bu son dönemin ürünü.

Gezi Direnişi bu alandaki örgütlenme arayışlarını daha da hızlandırdı. İstanbul merkezli “Bilişim Çalışanları Dayanışma Ağı”, daha sonra sendikal çalışmaya evrilen Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği,  kendini plaza ve büro işçilerinin mücadele platformu olarak tanımlayan “Kaç Bize Gel”, Ankara’da kurulan ve çalışmalarını süreklileştirmeyi başaran “Beyaz Yakalı İşçiler”… Meslek odalarının ücretli mühendis, mimar, şehir plancıları, hekimler ve avukatlara yönelik komisyon ve çalışmalarını da bu kapsamda ele alabiliriz. Liste giderek uzuyor, arayışlar çoğalıyor. Mevcut sendikaların giderek belirginleşen bu arayışlara ne kadar yanıt verebildiği ya da mevcut yapı, strateji ve çalışmalarıyla ne kadar yanıt verebileceği ayrı bir dosya konusu!

 

İki yakamızı bir araya nasıl getireceğiz?

 

“Beyaz Yakalı İşçiler” platformunun yaptığı bir etkinlikte, beyaz yakalı ve mavi yakalı işçilerin bir araya gelişinin olanakları da tartışılmış, “imtiyazlarımızı mı geri isteyeceğiz, yoksa tüm işçilerin hakları için mi mücadele edeceğiz” sorusu gündeme gelmişti. En can alıcı soru, bu olsa gerek… “Zira “boşuna mı okuduk” s orusundan iki farklı yanıt ve strateji üretmek mümkün. Bu noktada hangi eğilimin güç kazanacağını, toplumsal örgütlenme ve mücadelelerinin seyri gösterecek. Emek ve meslek örgütlerinin, taban örgütlenmelerinin, gençlik örgütlenmelerinin, emekten yana siyasi güçlerin bu meseleye yaklaşımı ve bu çerçevedeki çalışmaları, şüphesiz, bu noktada önem taşıyacak.

 

Dileriz, bu çalışma, bu yöndeki tartışmalara ve çalışmalara küçük de olsa bir katkı sunabilmiştir…

 

Beyaz yakalıloarın kaybedecek zincirleri

 

“İŞSİZLİK” ve “güvencesizlik” günümüzde işçi sınıfı için ortak kesenler haline gelmiş durumda. Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün’ün, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği” başlıklı çalışması, tam da bu noktada “İşsizliğin bir sosyal deneyim olarak nasıl yaşandığına ve ‘hissedilen işsizliğe’ bakıyor”. Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’ın bu kitapta yer alan şu tespiti, beyaz yakalıların “kaybedecek zincirleri”ni şöyle tanımlıyor: “Peki bu süreç, beyaz ve mavi yakalıları sınıfsal-toplumsal ve politik olarak birleştirecek midir, yoksa bu iki yaka kolay kolay bir araya gelmez mi? Beyaz ve mavi yakalıların yan yana gelmesini zorlaştıran bir etken; beyaz yakalı işlerin geçen onyıllardaki parlak zamanlarını yaşamış kuşakların hatırasının hala canlı olması ve bu işlerdeki halihazır kaymak tabakasının cazibeli hayatını yansıtan imgelerin parıltısıdır. Bunlar, beyaz yakalı işsizlerin ‘kaybedecek zincirleridir’ (s.26).

 

Dibe doğru yanlış

 

Üniversite mezunlarında işgücüne katılma oranı ve isteği çok yüksek. Üniversite mezunlarının büyük çoğunluğu ne pahasına olursa olsun istihdam edilmek istiyorlar. Özellikle son yıllarda, üniversite mezunları, istihdam edilebilmek için, eğitim aldıkları alanla hiçbir ilgisi olmayan, üniversite eğitimi almayı dahi gerektirmeyen işlere yöneliyorlar. İşgücü içinde eğitim bakımından en nitelikli grubun, aşağı doğru bir hareketlenme içine girmesini bir tür “dibe doğru yarış” olarak nitelendirebiliriz. Olağan koşullarda lise mezunlarının istihdam edileceği işlere üniversite mezunlarının da aday olması her şeyden önce patronların elini inanılmaz güçlendirir. Bu durum ücret ve hak pazarlığını patronlar lehine etkileyeceği gibi lise mezunlarının istihdam olanaklarını daraltır ve lise mezunları da istihdam edilebilmek için daha aşağı doğru hareket eder. Böylece işgücündeki tüm dengeler, emekçiler aleyhine, sermayedarlar lehine değişir… Bir mesele daha var! Üniversite mezunlarının ücretlerinin genel anlamda gerilemesi, çalışma yaşamında “ücret referansı”nın çıtasını da düşürür ve tüm emekçilerin ücretlerini aşağı çeker.  Eğitim ve diplomanın ücretlere çok az etki edebildiği, işgücünün en eğitimli kesimlerinin ücretlerinin düştüğü koşullarda, daha düşük eğitime sahip işçilerin ücretleri belirlenirken alınacak referans noktası da düşer ve dolayısıyla ücretler geriler…