AKP kurucuları arasında yer alan Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler “Cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılan Külliye üzerinden yapılan tartışmaları izlerken aynı stratejinin izlerini gördüm. Partinin kendisini Ak Parti olarak tanımlamasına rağmen o günlerden bugüne halen ve halen AKP denmekte ısrarı burada da görüyoruz. Diğer taraftan Külliye'ye ‘Saray’ denmesindeki ısrar, algı yönetimine elverişli bir atmosfer oluşturuyor” dedi.
Böhürler yazısında “Bu algı rutin devlet geleneğinde bin yıldır yapılan işlere dahi yansıtılıyor. Her zaman yapılan iftar davetlerinde bile bu algı yönetimi devreye sokuluyor. Maksat ortada. Külliye, o makama ait bir yapı olarak tanımlanmak yerine bir kişiye indirgeniyor. Ve maksatlı bir saldırının hedefi haline getiriliyor. Oysa hem yapılış biçimine, stiline hem kullanım amacına bakıldığında bu yapı sarayı hiçbir şekilde çağrıştırmıyor. Bende bıraktığı izlenim özel ve kalabalık ağırlanmalara imkan veren alanlarının dışında büyük bir çalışma ofisi oldu” ifadelerine yer verdi.
Ayşe Böhürler’in Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (27 Haziran 2015) nüshasında “İki Ali’den bir Veli çıkmaz”başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Siyasetin tecrübe istediğine ve özelikle zor zamanlarda bu tecrübenin yol göstericiliğine inanırım. Her ne kadar gençler farklı düşünse de tarih tekerrürden ibarettir. Yaklaşık 30 hikaye, insanlık tarihinde tekrarlanır durur. Çağın değişmesi insan hikayelerini değiştirmez. Roma Parlamento'sunda ne yaşanıyorsa bugünkü parlamentolarda aynı şey yaşanıyor. Ne Brütüs tarihte kalmış bir karakter ne de siyasi zeminlerde bilinmeyen yepyeni kurallar söz konusu. Diğer taraftan bu ülkenin sosyolojisi ve insan tipolojisi de ortadayken bunlara bigane kalarak siyaset okumaları yapıp sonuçlar çıkarmak beyhude bir çaba olur...
Cemil Çiçek'in TBMM başkanlığı görevi sona erdi. 1974'lerden bu yana siyasetin içinde yetişmiş, iniş-çıkışları, doğuş ve bitişleri yakından görmüştü. Resmi görevi bitse de her zaman ve zeminde siyasetin kalıcı isimlerden birisi olacaktır. Bu vesileyle “siyasette kalıcılığın ve saygınlığın” sebeplerini Cemil Çiçek'le ilgili gözlemlerim çerçevesinde paylaşmak istedim.
…Her dem sakindir. Ben onu kızgınken hiç görmedim. Nezaketi hiç elden bırakmaz. Konuşması mutlaka kontrollüdür. Her kelimeyi akıl terazisinde tartarak söylüyor izlenimi uyandırır. Siyasi tecrübesinin yanı sıra kültür ve bilgi birikimi de güçlüdür. Edebiyattan tarihe geniş bir müktesebata hakimdir. Bu müktesebatı kullanmayı iyi bilen, bunu bazen özlü sözler, bazen darbımeseller bazen de yaşanmış örneklerle herkesin anlayacağı dilde anlatmayı başaran isimlerdendir. Her şeyi yumuşak sözlerle söylemeyi başarır. Ki bu siyasette çok zor bir şeydir.
Herkese, her duruma bir pay bırakır, keskin yorumlardan kaçınır. Yorumları direkt mesaj vermese de “aklı olan anlasın” kıvamında olur. Lafını da böyle her mecliste söylemez, değerini bilenlerin yanında sarf eder. İnsani ilişkilerini her zaman bir mesafede korur, burada görev ve makam ayırımı yapmaz.
Benim tanıdığım siyaset bilirkişileri listesinde Cemil Çiçek başı çeker. Birlikte siyaset yaptığımız dönemlerde tecrübelerini dinlemeyi çok öğretici bulurdum. Bir meseleyi tartışırken bazen sayfalarla açıklanamayacak bir olayı iki cümleyle özetler “İki Ali'den bir Veli çıkmaz” deyiverirdi.
Kritik dönemlerde sıkça sarf ettiği bir sözü paylaşmak istiyorum. “Ya uzlaşacak kadar aklın ya da uzlaşmayanı yola getirecek kadar gücün olmalı.” Koalisyon görüşmeleri yapılırken Ak Parti mutlaka siyasi bilirkişilerin tecrübelerinden faydalanmalı. Hepimizin hayat tecrübesi olabilir ama siyasi tecrübe herkeste bulunmuyor.
TELKİNLER
2004 yılındaki darbe günlüklerini okurken dikkatimi çekmişti. AK Parti'nin imajını yıpratmak için hem medya hem de bazı sivil toplum paydaşlarına bir strateji tavsiye ediliyordu. Bu da, parti üyelerinin şatafatlı lüks hayatlara itibar ettiğine ilişkin bir imaj oluşturmaktı. “Bunları bulup çıkarın, haber yapın” deniyordu. Günlükleri okurken özelikle o günlerde sayıları artan, bizim sivil ve objektif gazeteciler tarafından yapıldığını zannettiğimiz haberler gözümden şerit gibi geldi geçti.
O gün hedef Başbakan Erdoğan'dı. Bugün de Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılan Külliye üzerinden yapılan tartışmaları izlerken aynı stratejinin izlerini gördüm. Partinin kendisini Ak Parti olarak tanımlamasına rağmen o günlerden bugüne halen ve halen AKP denmekte ısrarı burada da görüyoruz. Diğer taraftan Külliye'ye “Saray” denmesindeki ısrar, algı yönetimine elverişli bir atmosfer oluşturuyor. Bu algı rutin devlet geleneğinde bin yıldır yapılan işlere dahi yansıtılıyor. Her zaman yapılan iftar davetlerinde bile bu algı yönetimi devreye sokuluyor. Maksat ortada. Külliye, o makama ait bir yapı olarak tanımlanmak yerine bir kişiye indirgeniyor. Ve maksatlı bir saldırının hedefi haline getiriliyor. Oysa hem yapılış biçimine, stiline hem kullanım amacına bakıldığında bu yapı sarayı hiçbir şekilde çağrıştırmıyor. Bende bıraktığı izlenim özel ve kalabalık ağırlanmalara imkan veren alanlarının dışında büyük bir çalışma ofisi oldu.
…
Benzer algı operasyonu Işid üzerinden Türkiye'ye de yapılıyor. Hadi bölgede menfaatleri olan ülkeleri ve dış basını anlayabiliriz. Ancak bundan bir menfaat beklemek bir tarafa, ülkesi zarar gördüğünde kendisi de zarar görecek bu ülkenin insanlarının iddiaları sahiplenip, yalan yanlış bilgilerle ispat etmeye çalışmasını anlamakta zorlanıyorum. Türkiye'yi savaşın içine çekip yıpratmak ne Kürtlerin ne de Türklerin işine yarar. Diğer taraftan, ne bu ülkenin İslam anlayışı ne tarihi ne coğrafyası ne de kültürü Işid gibi bir örgütle asla ittifak etmeyeceğini açık seçik ortaya koyar. Kendi ülkesini, kendi Müslümanını tanımayanlar batı gazetelerine papağanlık yapıyorlar. Kişisel nefretleri gözlerini karartmış durumda. Her Müslümanı Işid yandaşı gören anlayışla Türkiye'ye saldıranlara payanda olmak bu ülkeye zarar vermekten başka işe yaramaz. Ayrıca Türkiye'den beklenen, bölgedeki tüm mültecilere uyguladığı yardımların dışında PYD'ye bir Kürt devleti kurmak için destek olmak mı?
Ne diyelim Allah feraset versin.