Fatih Yaşlı*
Türkiye ve dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, devletin polisi başka bir devletin ülkedeki en üst düzey temsilcisi olan ve devletin koruma sorumluluğu altında bulunan bir diplomatı, bir büyükelçiyi öldürdü. Bunun herkesin tahmin edebileceği üzere çok ciddi sonuçları olacağını ve meselenin Türkiye’yi de aşan, hem bölgesel hem de küresel ölçüde etkiler yaratacağını başa yazalım önce.
Yazalım ve devam edelim. Rusya Büyükelçisinin katledilmesinden sadece yirmi dört saat önce, devletin resmi haber ajansının büyük bir coşkuyla verdiği bir haberi hatırlayalım hemen. Anadolu Ajansı’nın haberine göre, eğitimlerinin ardından göreve başlamaya hazır olan özel harekât polisleri önce “Fetih Marşı”nı söylemişler, ardından da Kuran’a el basarak yemin etmişlerdi. Peki acaba neydi bu “Fetih Marşı”?
90’lar Türkiye’sinden hatırlayanlar olacaktır, bu marş Refah Partisi’nin ve devamcısı bütün partilerin mitinglerinde söylenir, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” şeklindeki nakarat kısmında kitleler kendinden geçerdi. İşte bir zamanlar Milli Görüş’ün alamet-i farikası olarak görülen bu marş, 2016 yılına gelindiğinde bir zamanlar Milli Görüş gömleğini çıkarmakla övünen bir partinin 14 yıllık iktidarının sonunda özel harekâtçıların adeta resmi marşı haline gelmişti. Dahası, 90’lar Türkiye’sinde özel harekâtçıların neredeyse tamamı ülkücüyken ve bambaşka marşlar söylerken, Türkiye’nin yaşadığı dönüşüme paralel bir dönüşüm yaşanmış, İslamcılıkla milliyetçiliğin yeni bir sentezi ortaya çıkmış, İslamcılık milliyetçiliği de kapsar hale gelmiş ve milliyetçilik de kendisini ancak İslamcılık üzerinden var edebilir bir veçheye bürünmüştü. Bu dönüşüme uygun bir şekilde kimse “Fetih Marşı nedir, polisler bu marşı nasıl okur” diye sormadığı gibi, kimse de “hangi anayasada, hangi kanunda, hangi Cumhuriyet kurumlarında ne zamandır Kuran üzerine yemin etmek var” sorusunu sormadı. Çünkü artık rejim fiilen değişmişti, çünkü bunlar artık alışılmış görüntülerdi, çünkü artık “terörle mücadele”nin ideolojik meşruiyeti milliyetçilik sosuna batırılmış İslamcılık üzerinden sağlanıyordu.
İşte Fetih Marşlı, Kuran’a el basmalı, cihada gidiş temalı bu yemin töreninin üzerinden yirmi dört saat geçmemişti ki, 1994 doğumlu bir çevik kuvvet polisi, geleceğin tarihçilerinin sayfalar boyunca anlatacağına emin olabileceğimiz bir şey yaptı ve Rusya’nın Türkiye büyükelçisini, cihatçılara ait bir marştan dizeler okuyarak, işaret parmağını havaya kaldırıp tekbir getirerek katletti.
***
Mesele bundan ibaret olsaydı tesadüf deyip geçebilirdik. Oysa Rus Büyükelçisinin öldürülmesinden dört beş gün önce yaşanan hadiselere bakıldığında, Türkiye İslamcılığının Halep’in cihatçı çetelerden temizlenmesinin öfkesini Suriye’ye ve müttefiklerine, yani İran’a ve elbette ki Rusya’ya yönlendirdiği, asıl sorumlu olarak da bu iki ülkeyi işaret ettikleri görülebiliyordu. İktidarın Rusya’yla yakınlaşması nedeniyle bu ülkeye yönelik tepkiler yüksek perdeden dile getirilemese de, özellikle İran’ın şeytanlaştırılması eşliğinde, bu iki ülkenin elçilikleri önüne eylem çağrıları yapılıyor, “Katil Rusya” pankartlarının açıldığı protesto gösterileri düzenleniyordu. Dahası o eylemlerin birinde İslamcı gruplar İstiklal Caddesi’nde hem hilafet bayrağı taşıyacak hem de cihat çağrısında bulunacaklardı.
İktidar partisi ise bir yandan Rusya ve İran’la koordineli bir şekilde Halep politikasını hayata geçirirken, öte yandan parti medyasında açık bir şekilde Rusya ve İran hedef tahtasına yerleştiriliyor, böylelikle de hem toplumun İslamizasyonu projesine uygun bir şekilde kitleler “cihadist enternasyonal” üzerinden mobilize edilmiş, diri tutulmuş oluyor hem de bu iki ülkeyle varılan “Halep mutabakatı”na yönelik tepkileri olan tabanının gazı alınıyordu.
İşte bu şark kurnazı politikanın tam da akabinde, hem müttefiklik ilişkisi kurulup hem de hedef tahtasına yerleştirilen Rusya’nın büyükelçisini, bir çevik kuvvet polisi “biz sizin gibi Halep’te sivilleri öldürmedik” diyerek, “Halep’i unutmayın, Suriye’yi unutmayın” diye bağırarak öldürdü. Söylediği marş ise yukarıda söylediğimiz üzere, El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra’nın ünlü marşlarından biriydi ve Nusra Halep’te en ağır yenilgisini almıştı. Velhasıl, Suriye’de izlenen yeni-Osmanlıcı ve cihatçı siyaset, döndü dolaştı ve bir kez daha –bu sefer de Rusya büyükelçisi şahsında- Türkiye’yi vurmuş oldu.
***
Peki diyelim ki suikastçı polis cihatçı değil ama Cemaatçiydi, suikastı da Türkiye-Rusya ilişkilerini sabote etmek için yapmıştı. Mümkün müdür? Elbette ki mümkündür. Yandaşların her suçu Cemaate atması, Cemaatin bu işin arkasında olma ihtimalini gözardı etmemizi gerektirmez. Bu işin arkasında Halep konjonktürüne oynamaya niyetli olan Cemaat olabilir ve eğer böyleyse Cemaatin arkasında da CIA’nin olduğu unutulmamalıdır. Bu ise ABD’nin Türkiye’ye yönelik operasyonlarında yeni bir safhaya geçtiği ve maalesef ülkeyi daha kanlı günlerin beklediği anlamına gelir.
Ancak unutulmaması gereken şey şudur: Cemaat de İslamcıdır! Suikastın arkasında ister cihatçı saikler bulunsun, ister Cemaat olsun, fail ve sorumlu siyasal İslam ve onun Türkiye’deki temsilcileridir. Yaşanan süreç, emperyal hayallerle komşu bir ülkede rejimi değiştirmeye kalkışmak ve bunun için de cihatçıları kullanmaktan bağımsız olarak okunamaz ama yaşanan süreç, Türkiye toplumunu ve siyasetini dinselleştirme niyetinden, dinsel bir rejim kurma arzusundan, tarikatların siyaset sahnesine taşınmasından ve Cemaatle daha düne kadar kurulan ortaklıktan ayrı bir şekilde de değerlendirilemez.
Buna mutlaka eklenmesi gereken ise Türkiye’nin bizzat emperyal devlet hayalleri görenler tarafından emperyalizmin oyun alanı haline getirilmiş olmasıdır. Türkiye, “oyun kurucu ülke” masallarının neticesinde emperyalist güçlerin birbirleriyle kapıştığı ve birbirilerine gövde gösterisi yaptıkları bir ülkeye dönüşmüştür ve bu kapışmanın başkanlık gündeminin belirleyiciliği altında derinleşerek devam edeceğini, Türkiye’yi çok daha zor günlerin beklediğini söylemek kehanette bulunmak anlamına gelmeyecektir.