Eyüp Tatlıpınar
Altı yedi yıl kadar önceydi. Yana yakıla Zoltan Fabri’nin Ağıt (Requiem) adlı filmini arıyorum. İnternetteki platformlar, korsan cd’ciler, festivallerin arşivleri, üniversitelerin sinema kulüpleri… Haber yollamadığım kişi, bakmadığım yer kalmamış. Sonunda Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde sinema okuyan arkadaşımdan güzel haber; “Bizim okulun arşivinde var.” VHS kasetten olduğu gibi cd’ye aktarıp gönderiyor… Filmin kaydedildiği kasette daha önce bir söyleşi çalışması olduğu anlaşılıyor. Film başlamadan hemen önce, o çalışmadan 2 dakikalık bir görüntü var zira.
Kutluğ Ataman’ın ilk filmi ‘Karanlık Sular’dan (Aslında çok emin değilim, ‘Lola ve Bilidikid’ de olabilir) birkaç sahnenin ardından, yeni yetme görünümüyle Ataman ekranda beliriyor. Öğrencinin sorduğu bir soruya, “İleride ticari film de yapmak istiyorum” anlamında bir yanıt veriyor. Söyleşi bu noktada kesiliyor ve o harika Ağıt filmi başlıyor.
Ataman Bey bir söyleşi yapsak?
Ataman’la söyleşi yapmanın zorluğunu daha sonraları, dikkat çekici sergileri açıldığında fark ediyorum. Akşam gazetesinin haber toplantısında heyecanla öneriyorum; “Maxxi, Kutluğ Ataman’ın eseriyle açılıyormuş, söyleşi yapsam mı?” Yönetmenimiz “Evet” diyor da ne oluyor sanki; Ataman’a ulaşmak zor, asistanı röportaj vermediğini söylüyor. Yılmıyorum; her vesilede söyleşi istemeye devam... İstanbul Modern’de retrospektifi düzenleniyor, Arter’de sergisi açılıyor, hatta ‘Aya Seyahat’ filminin DVD’sinin çıkmasını bile bahane ediyorum. Ama yok! Söyleşi vermiyor. Sonra bir bakıyorum Radikal’de çıkmış mesela. Can sıkıntısı tabii… Ne de olsa Radikal ‘entelektüel’, ‘seçkin’ bir gazete ve sanatçımız da seçkinci (Söyleşilerinde ‘elitlerden’, ‘entellerden’ sıkıldığını anlatmasına, sanatçının bu dünyada mahkum olduğu bir çelişki olarak bakabilir miyiz? Yanıtı size kalmış)… Portre haber yaparak kaderime razı oluyorum.
Söyleşi yapmanın en zor olduğu sanatçılardan biriydi Ataman. Geçen yıl, yeni filmi ‘Güney’e Bakan Duvar’ için, internet aracılığıyla maddi destek arayışına girdiğini duyurma niyetiyle artarda iki söyleşi vermişti. Anlaşılır bir durum…
Allah allah, bu üç söyleşi de nereden çıktı?
Söyleşi için peşinden epey koşmuş biri olarak; Ataman’ın Gezi olaylarının ardından kısa sürede üç ayrı röportajıyla gazetelerde, internet sitelerinde boy boy karşımıza çıkmasında, kolay ulaşılabilir birine dönüşmesinde bir ‘bit yeniği’ aramamı anlayışla karşılıyorsunuzdur umarım.
Üçüncüsü bu hafta arasında yine hemen her yerde karşımıza çıktı... Gazetelerin ve internet sitelerinin, birbirinin tekrarı üç söyleşiye ilgi göstermelerinin nedeni belli; “Geziciler fena kızmış, Atman’ı ‘dövdürelim’, tık alalım.” Ataman’ın, insanların kendine kızmasından mutluluk duyan, mesela sansasyon peşinde bir ergen olduğunu iddia edecek değilim.
Peki, aynı şeyleri neden tekrar tekrar anlatma gereği duyuyor? Acaba bir şeyden mi korktu? Birilerine mesaj mı vermek istiyor? Destek mi arıyor?
Dört bir yanı düşmanla çevrili sanatçı
Üç röportajında da Türkiye’ye ‘iyiler ve kötüler’ penceresinden baktığını görmek mümkün. Kötüler: Geziciler, Gezicileri alkışlayan sanat çevreleri, başta kendisine sponsorluk desteği vermeyi bırakan Koç grubu olmak üzere Türkiye burjuvazisi, ‘sürecin’ ilerlemesini engellediğini söylediği BDP… İyiler: Ak Parti.
Pencereden görünen bu manzarada kimden korkulabileceği, kimden destek istenebileceği ya da ısrarla kime mesaj verilmeye çalışıldığını ayırt etmek zor değil.
Öyle görünüyor ki dört bir taraf kötülerle, düşmanla kaynıyor Ataman için.
Yoksa Ataman’ın durduğu yer size de mi söyleşilerinde eleştirdiği; dört bir yanımızın düşmanlarla çevrili olduğunu anlatarak, korkular üreterek bizi yöneten sistemin anlayışını, o bataklığı çağrıştırıyor?
Durduğu o yerde örneğin Gezicilerin ‘kesinlikle kötü’, Başbakan Erdoğan’ın ‘kesinlikle iyi’ olduğundan fazlasıyla emin. Yaşananları bu keskin bakışına uydurmaya çalışırken işin boyutu trajik bir hal alabiliyor.
Yiğit Bulut, Melih Gökçek, Recep İvedik ve Ataman
“Sürekli ‘Ak Parti baskı yapıyor’ diyorlar. Ama ben bu baskıyı hissetmiyorum” sözüyle bir Yiğit Bulut performansı sergilemesine nasıl bakacağız; gaf mı, dil sürçmesi mi, bencillik mi?
Örneğin kendi deyimiyle ‘bohem entellerle’, sinemada çoktan tüketilmiş bir tartışmayı ısıtarak, bir sahneyi “puslu bir havada çömelmiş sigarasını içen, uzun uzun sonsuzluğa bakan…” gibi sözlerle aşağılayıp Recep İvedik düzeyinde tartışmasını koca bir sanatçıya nasıl yakıştıracağız?
Söyleşilerinde Gezi’deki olaylarla ilgili polise en ufak bir laf bile kondurtmazken; gençleri iradesiz, fikirsiz, kullanılan bir maşadan ibaret görürken; Gezi’yi destekleyenlere “Bu şaklabanlarla yola devam edemeyiz” derken; “Şu sanatçıları da Ergenekon’dan içeri alın Başbakanım” türünde laflar ederken Melih Gökçek’i yaya bırakması hakkında ne diyeceğiz?
Söyleşi söyleşi nereye kadar?
Bu kadar düşman galiba biraz fazla. Durduğu o yerden çıkıp birileriyle barışması gerekiyor. Akıl vermek gibi olmasın; yoksa söyleşiler vermeye devam ederek bu işin üstesinden gelinmez.
Önerim, yazının başında bahsettiğim ‘Ağıt’ filmini bulup izlemesi. ‘Puslu havada sigara içen, uzun uzun sonsuzluğa bakan…’ türünden sahnelerin bulunduğu bir filmin mutlaka kötü olması gerekmediğini, hatta harika bir film bile olabileceğini görmesi için. ‘Barış süreci’nde bir adım… Yazının başlığındaki ‘İçimdeki Düşman’ ifadesinin aslında, Ataman’ın İstanbul Modern’de 2010’da açılan retrospektifinin başlığı olduğunu söylemeliyim. Bize gösterilen düşmanlarla, korkularla hesaplaştığını vurguluyor, hepimizi de bu hesaplaşmaya bekliyordu. Burada söylemek istediğim ikinci şey; Ağıt filminin o cd’sini, bana geldikten bir süre sonra kaybettim. Şimdi yeniden filmin peşine düştüm. Ataman da dahil olmak üzere, bulanlar haber verirse çok makbule geçer.