Zekine Türkeri
Çoğumuz kendileriyle Dan Brown’un ‘Da Vinci Şifresi’ romanı ve ondan uyarlanan filmle tanıştığımızda altın, hatta gümüş günlerini çoktan geride bırakmıştı. Öyle ki, Opus Dei, bu kurgusal esere ‘ dünyayı kontrol etmek isteyen gizli bir tarikat’ olarak geçtiğinde kurucusu Josemari Escriva çoktan azizlik mertebesine yükselmiş ‘beyaz eldivenli mafya’ olarak cilt cilt kitaplara konu olmuştu. Ta 1970’lerde ‘France-Soir’ gazetesi Vatikan’da piskoposların kendi aralarında Opus Dei’ye ‘Aziz Mafya’ dediklerini yazar.
Bir zamanlar 5 kıtada toprağı olan dünyanın ilk imparatorluğundan eser yoktur Escriva’nın doğduğu İspanya’da; ‘batılı’ bir ülkeden çok ‘doğulu’ bir ülkeye daha yakındır. Böyle bir İspanya’nın çocuklarına da, ‘batılı’ zengin Avrupalılar tarafından hor görülme duygusunun ezikliğini taşımak düşer.
Escriva, hem ülkesinin Avrupa’daki gücüne yeniden kavuşmasına hem de Katoliklerin Protestanlardan üstün olduğunu gösterecek bir proje için kolları sıvadığında, bu ütopyasına yaklaşamayacak olsa da birkaç yıl içinde ülkesinin en önemli eğitim, ekonomi ve siyaset kurumlarını önemli ölçüde denetimi altına alacaktı. Tarih kendisine ve eserine bunun koşullarını altın tepside sunacaktı zira.
Vatikan’ın son verilerine göre 88 bin 245 üyesi olan Opus’un 2 milyon 800 bin dolarlık bir serveti var, buna taşınmaz mallar dâhil değil. İşte, asıl gücünü malından, mülkünden ziyade üyelerinin etkisinden alan bir tarikat, camia ya da hizmet hareketi olarak Opus Dei.
Bir lider, bir camia ve bir tarih
Kurucusundan başlayalım. 1902’de doğduğunda kütüğe adı Jose Maria Escriba olarak kaydedilir. 2 yaşındayken sara hastalığı geçirir. Hastalığın halk arasındaki kötü ününden dolayı, kendisi ve teşkilatı ileride biyografisini bu bilgiden mahrum bırakacak olsa da, hastalığın onda bıraktığı izler karakterine de yansır: İçine kapanık, katı ve öfkeli bir mizaç.
Bu hastalık ailesinin onu aşırı korumasına neden oldu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın çocuksu hareketler hep kendisine eşlik edecek; annesine karşı takıntılı kalacak, baba figürü ileriki zamanlarda daha da silikleşecektir. Kendisi 13 yaşındayken iflas edip kumaş dükkânına kilidi vuran bir baba onun dünyasında bir başarısızlık sembolü olarak yer edecektir. 10 yıl sonra da babası ölünce soluğu nüfus memurluğunda alır ve katlanamadığı ‘Escriba’ soyadını ‘Escriva’ olarak değiştirir. Yahudi soyadını Katalanlaştırmıştır.
Biyografisine lisans eğitimini Zaragoza Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladığı yazılı. Ama üniversite arşivinde mezun olduğuna dair kanıt yok. 1927’de, rahip olarak çalıştığı kiliseyi bırakır, Madrid’e doktora eğitimi için gider, zengin ve aristokratlara yaklaşacağı başkente. Bu arada ‘Jose Maria’ olan adını biraz değiştirir, daha doğrusu birleştirir. Ayrı ayrı ‘köylü’, ‘banal’ duran bir isimdir, yoksul isimleridir, zengin ve aristokratlar bu iki ismi daha çok birleşik kullanmayı tercih ederler. Eğitimi şaibelerle doludur, doktor unvanını torpil kullanarak elde ettiği iddia edilir.
Madrid’de ilk temaslarından biri aristokrat kadınların yer aldığı Apostolik Bayanlar cemaati ile olur. Bu yolla zengin ve aristokratlara yaklaşmakla kalmaz, evlerine kadar girer, çocuklarına Latince dersleri vs. vererek.
Escriva, 1928’de Tanrı’nın gökten kendisine camiayı kurması için ışık gönderdiğini, yani görevlendirdiğini iddia ettiği için, Opus Dei’nin de bu tarihte kurulduğunu söyler. Ancak Opus’un bu tarihte kurulduğuna dair ne bir belge ne de tanık vardır. Yalnız okuduğu dini kitapları değil, her şeyi not eden rahip Escriva’nın notlarından Tanrı’nın kendisinden direkt ricası gibi önemli bir şeyi nasıl esirgediğini anlamak kolay değil. Peter Beglar, Opus’un 1935’de kurulduğunu, Escriva’nın da o zaman vahiy meselesini uydurduğunu söyler. Yazar, Escriva’nın 1928-35 yılları arasında taraftar edinmek için öğrenci evlerine takıldığını, cemaat fikri 1928’lerde kafasında olsa da onu dillendirecek konumu, gücü vs. olmadığı için hayata geçirmediğini söyler.
Aynı dönemde, çevresindeki 3-5 kişiye ‘bir gün kuracağı yapıda şaka icabı da olsa kadınların yer almayacağını’ söylese de, aristokrak kadınlarla çalışması ilerledikçe kadınların da işe yarayabileceğini düşünmeye başlar. Hayalini kurduğu iktidar ve zenginlik için sadece din adamlarından oluşan bir örgütün yeterli olmadığını bilir. Yani hem seküler hem de karma (kadınlı erkekli) bir yapı amaca giden yolda bir zorunluluk olacaktır.
14 Nisan 1931’de monarşiden cumhuriyete geçiş, hem de kansız bir rejim değişikliği, Escriva’nın dünyasının kabul edebileceği bir şey değildir. Aşırı sağcı ve oldukça geleneksel bir eğitimden geçen pek çok İspanyol din adamı gibi O da bunu masonların bir işi olarak görür.
Etrafındaki rahiplere ‘bir rahip hem iç hem de dış görünüşü itibariyle yüzde yüz rahip olmalı’ dese de kendisi bunu başaramaz. Madrid’de bir kaç kilise ve manastır yakılınca korkar, bir rahibeler manastırında kendisine iş ayarlar, oraya yerleşir. Böylece rahip kıyafetiyle dışarı çıkmak zorunda kalmayacaktır.
İkinci cumhuriyetle birlikte tutucu kesimler bir nevi yeraltına çekilirler, bu Escriva’nın üzerinde çalışacağı potansiyel kitledir aynı zamanda. Bu dönemde monarşist aşırı sağcı militanlarla sıkıfıkı olmakla kalmaz, onlara ruhani öncülük de eder.
Bu arada Escriva’nın taraftar edinmeye başladığı ortamı da hatırlatmakta fayda var. Cumhuriyet’in ilk aylarında çıkarılan bir dizi yasa din eğitimini elemiş, İspanya’nın Katolik eğitim sistemi yıkılmaya başlamıştır. Yine, İkinci İspanyol Cumhuriyeti 1932’de Cizvitler Cemaati’ni feshetmiştir. Cizvitler’den boşalan eğitim alanı Escriva’nın iştahını kabartır, hele Özgür Eğitim Kurumu’nun başını alıp gittiği bir ortamda. Ortada bir piyasa vardır, ama O, Cumhuriyet’in ilk yıllarında öne çıkıp bu boşluğu doldurmaya talip olmaz. Risk almayacağı gibi bedel ödemeyi de sevmez, koşulların olgunlaşmasını bekler.
1933’de sağcıların seçimden galip çıkması onu harekete geçirir. Ama Escriva için asıl iyi günler iç savaşın başlamasıyla doğar. Madrid çatışmalara sahne olunca kenti terk eder, bir kaç arkadaşıyla birlikte Franko’nun darbeci ordusunun ana karargâhının bulunduğu Burgos kentine gider. Frankist cephede rahiplik görevi icra ederek Tanrı’ya hizmet ederken kafasındaki projenin geleceğinin faşistlerin kazanmasına bağlı olduğunu da bilir. Faşist gençlere ruhani hizmetleriyle “vatan savunmasında” gaz verir.
1939’da İspanyol İç Savaşı’nın Frankist birliklerin zaferiyle sonlanması Escriva için zafere giden yolun açılması anlamına gelir aynı zamanda. Asıl ciddi örgütlenmesi bu dönemde başlar ve örgüt kısa sürede alır başını gider. Opus Dei, 1941’de Madrid piskoposu, 1950’de de Vatikan tarafından bir cemaat olarak tanınır. Frankist rejimin desteğine Vatikan’ın kanatları altında çalışma da eklenince Opus’u kimse durduramaz. Üniversitelere girer, şirketler, bankalar, yayın evleri, basın organları, okullar vs. kurar.
Katolikler yüz yıllar boyunca, modern kapitalist ekonomiyi küçümsemekle, teknik ve bilimi ciddiye almamakla, bunların yerine enerjilerini absürd fanatik doktrinlere harcamakla suçlanmışlardı. Opus, tam tersine, eski protestan doktrin olan ‘Tanrı’ya hizmet etmenin en iyi yolu kârlı bir şirket kurmaktır’ı tatbik ederek yola koyulur.
Opus’un altın yılları
1940 sonları ve 1950 başlarında İtalya ve Polonya gibi Avrupa ülkelerine de yayılır Opusçular. Ama özellikle, çoğu eski İspanyol kolonisi olan ve dolayısıyla İspanyolca konuşan ülkelerde, yani Latin Amerika’da örgütlenirler. Latin Amerika’da ekonomik-siyasi elitlerin önemli bir bölümünün güvenini kazanmakta zorlanmazlar, militanlarının anti komunist ve kapitalist ekonomik sistemle tamamen uyumlu özellikleri nedeniyle.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Avrupa’nın yeniden ayağa kalmasına tahsis edilen Marshall Planı (yardımı) Franko İspanyası’nı teğet geçer, diktatörlük nedeniyle. Ama 1950’lerin soğuk savaş koşulları ABD’nin aynı İspanya’ya tavrını değiştirmesini gerektirir. Ve ABD, bu ülkeye kesenin ağzını açmakla kalmaz, BM tecridinin sonlanması için de gerekeni yapar. Ve 1955’de BM tecridi kalkar. Frankist İspanya’nın uluslarası yanlızlığının sonlanmasında Opus’çuların katkıları da az olmaz. Lafın kısası Opus, Vatikan, Frankizm, ABD hepsi komunizm karşıtlığında birleşmişlerdir.
Ispanya’da 1957’de başlayan teknokrat hükümetler dönemi Opusçu kadroların önemli bakanlıkları ele geçirdiği dönemdir. ABD’den gelen parayla, işçi haklarının esamesinin okunmadığı, hak ve hukukun adının Franko olduğu İspanyol ekonomisine at koşturur Opus Dei. İspanya ekonomik olarak geliştikçe, sınıflararası farklar açıldıkça, camia da her alanda gücünü artırır. Diktatörle iktidarı paylaşan Opus altın yıllarını yaşamakla kalmaz, Franko’ya da altın yıllar yaşatır. O kadar ki bir dönem Franco Hükümeti’nin yarısı Opus militanı ya da sempatizanı bakanlardan oluşur, İspanyol ekonomisini 20 yıla yakın onlar kontrol eder.
1970 ortalarına doğru Frankizm zor günler geçirir; işçi protestoları, ETA’nın silahlı mücadelesi vs. Üstelik Frankist rejim o günün Avrupası’nda artık yürüyecek durumda değildir, ekonomik gelişme de frenlenmiştir. Bu dönemde Frankistler ile Opusçular arasındaki tek fark, birinciler hem içerik hem de görünüş olarak bir nevi has/harbi Frankist iken, Opusçular dünyanın gidişatını biraz daha kavrayan tiplerdir, içleri acıyacarak da olsa, vitrin değişikliği düzeyinde de olsa değişikliklerden yanadırlar. Frankistler ortodoks, Opusçularsa pragmatisttir; değişim zamanı gelmiştir, direnip intihar etmektense reformdan yana olmayı tercih ederler.
Franko dönemi boyunca siyasi baskılarla ilgilenmeyi unutup ekonomiye, şirketlere, üniversiteye vs. odaklaşmış olan Opusçuların asla Frankizmi ikame etme, onun yerine geçme gibi bir arzuları olmaz. Frankizm uzatmaları oynamaya başladığında rejimin Avrupalılar için hazmedilebilir bir versiyona ulaşması için yumuşak siyasi reformlardan yana olurlar.
Kader Franko’yu da Escriva’yı da demokrasiden korur. 1975’de, beş ay arayla, önce Baba Josemari Escriva, ardından da generaller generali Fransisco Franco hayata gözlerini yumar. Franko’nun ölümünü müteakip başlatılan ‘diktatörlükten demokrasiye geçiş dönemi’nin başlıca mimarları İspanyol Sosyalist İşçi Partisi ve reformcu Frankistlere nasip olur, bu ikincilerin bir kısmı Opusçulardır.
1982’de bu dönem tamamlanıp demokrasi dönemine geçilince, artık ipi iyice pazara çıkan bir Opus Dei vardır. Kendilerini besleyen diktatöryel cennetin bitmesi ile İspanya’daki siyasi güçleri önemli oranda frenlenmiş olur, her ne kadar özellikle Latin Amerika ülkelerinde hala güçlerini korusalar da. Arjantin ve Şili’de diktatörlüklere destek vermekle kalmayıp, cuntaların içinde bizzat yer almışlardır.
Opus’un stratejisi ve ilham kaynakları
‘Halkı denetim altına almanın yolu elitleri kontrol etmekten geçer’ fikrinin hayata geçmesinin iki yolu vardır. Elitlerin çocuklarına teşkilatın değerlerini kazandırmak için elit kolejler kurmak ve militanlarını her tür güç-iktidar odağına sızdırmak. Bu yolla siyaseti etkilemek, partiler düzeyinde değil –‘partilerin kitleleri koyun sürüleridir’ zira-, onların yöneticilerini ve liderlerini etkilemek. Güç uluslar üstü olmalı, devletin dar sınırlarına hapsedilmemeli.
Opus’un bu programı, Basklı Aziz İgnacio Loyola’nın öncülüğünde1539’da yola koyulan Cizvitlerin o tarihte yürürlüğe koydukları projenin aynısıdır. Protestanları durduran ve 400 yıl boyunca kilisenin elit kadrosu olan Cizvitler 20. yy ortalarında ağır bir kriz yaşarlar. Üyelerinin, üstlerine ve Papa’ya katıksız bağlılık yeminleri yaptığı Cizvit tarikatı ikiye bölünür: Geleneksel aşırı sağcılar bir yanda, ‘işçi’ ve ‘savaşçı’ (gerilla) yeni bir rahipler nesli diğer yanda. Bu ikinciler, bazen kendilerini Roma’daki Papa’dan çok Mao Zedung’a ya da Che Guevara’ya daha yakın hissetmeye kadar götürür işi. Hala pek çok üniversiteyi kontrol ediyor olsalar da etkileri epey azalır. Cizvitlerle yıldızı pek barışmayan Papa II. Jean Paul, onları daha ‘modern’ örgütlerce ikame eder, bunlardan biri Opus olur.
Cizvitlerin 400 yıl boyunca yaptığı gibi, her zaman ve her koşulda güçlülerin tartışmasız müttefiki olan Opusçular için dava uğruna yalan söylemek mubah olduğu gibi, amaçları uğruna her şeyi, ama ne olursa olsun, savunabilirler… İki modelden ilham alırlar. Bunlardan biri 1909’da kurulan ve daha çok İtalya, Fransa ve Belçika’da faaliyet gösteren, bir tür ‘dini gizli polis’ örgütü-tarikatı olan V. Aziz Pio Birliği’dir. Amacı ilericilere karşı kilise içi ve dışında mücadele etmekti, gizlice ve her tür yöntemi kullanarak. Zamanı geldiğinde Benito Mussolini’yi desteklemekte hiç tereddüt etmeyen bu örgüt kilise içindeki muhaliflerini izlettirip onlara iftira atmakta da tereddüt etmeyecekti.
İkinci ilham kaynağı ya da modele gelince, bu, hem kendisine ‘ilham’ veren hem de ilk sıradaki düşmanı olan Özgür Eğitim Kurumu’dur. Opus’un kurucusu Escriva herşeyden önce “Özgür Eğitim Kurumu’nun laik eğitimine karşı koyabilecek Katolik entellektüel gençlerden oluşan bir hareket kurmak istemişti” (Von Balthasar, Der Spiegel, 1965). “Masonculuğun etkili gizli yapılanmasını örnek alarak gizli bir örgütlenme modeli aracılığıyla düşmanını kendi silahları ile vurmak istedi.”
Özgür Eğitim Kurumu: İspanya’da 1876 yılında bir grup öğretim görevlisinin başlattığı ‘dini, siyasi ve ahlaki her tür resmi dogmanın kriterlerini rededen’, özgürlükçü bir eğitim hareketidir. Devlet dışında (devletten ayrı) özel laik eğitim kurumları kurar. Bu model üniversiteden başlar, sonra özellikle ilk ve orta öğretime yayılır. Yurtlar da kurulur. 1927 kuşağı olarak anılan pek çok İspanyol entellektüeli bu modelin kurumlarından geçer. O dönemin yetiştirdiği en önemli yazar, şair, sanatçı ve bilim insanları oradan geçmiştir: Şair Federico Garcia Lorca, ressam Salvador Dali, sinemacı Luis Bunyuel, 1959 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü sahibi Severo Ochoa, 1956 Nobel Edebiyat Ödüllü Juan Ramon Jimenez, şair ve yazar Rafael Alberti bunlardan sadece birkaçıdır.
Devletin eğitim sistemi, Özgür Eğitim Modeli’ni uygulamasa da ondan etkilenir, yapısını önemli oranda modernleştirir. 1939’da İspanyol İç Savaşı’nın Franko’nun galibiyetiyle sonlanması ile bu modele de veda edilmiş olur.
Opus Dei, Özgür Eğitim Kurumu’nu içerik olarak değil, şekilsel olarak model alır, şekli bazı özelliklerini de elimine ederek tabi. Özgürlükçü ve ilerici yönünü, biat ve muhafazakârlıkla ikame eder. Haremlik selamlık bu uygulamalardan ilk akla geleni. Ailelerinden koparılan öğrencileri, eğip bükecek abi ve ablalardan oluşan ‘sorumlu’ ve ‘ruhani-manevi’ yöneticiler bir diğeri.
Üye sistemi
‘Tanrı’nın Eseri’ anlamına gelen Opus Dei, günlük etkinlik ve işler yoluyla toplumu Tanrı yoluna koymak için yola çıkar. Bunun için üç kategoriye ayırdığı militanları ile gizli karakterde bir yapıyı harekete geçirir. Hedeflerine ulaşmak için her yolu mubah gördüğü gibi, bir ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminde en yüksek etkiye sahip olmaya çalışır. ‘Halk dediğin önderler tarafından güdülmesi gereken bir sürüdür’ felsefesiyle yetiştirdiği elitleri onların örgütlerine sızdırmaya odaklanır.
Opus’un ilk ve belki de en çok örgütlendiği alan eğitimdir. Enerjisinin en önemli bölümünü eğitim merkezleri açmak için kullanır. Okullara, özellikle üniversite düzeyinde teknik bölümlere özel bir önem verir. Temel stratejisi teknik eleman, işadamı, yönetici, üniversite öğretim üyesi ve lise öğretmeni gibi kadroların formasyonudur. Bu nedenle üniversiteye o kadar önem verir.
‘Yoksul ve zeki’ çocuklara yönelik kurslar, kolejler, üniversiteler açmak, bu öğrencilere burs sağlamak vs. Opus’un en tipik politikalarıdır. Daha çok kırsal alandan gelen yoksul, dindar, özellikle hayatta ilerleme arzusuyla dolu, ama ailevi ve sosyal koşulları buna izin vermeyenler arasından seçtiklerini kolejlerine alır, burs ve yurt gibi yardımlar sunar.
Opus’un hâlihazırda 17 üniversite, 8 üniversite hastanesi, yüzlerce teknik okul, orta öğretim, mesleki eğitim merkezi ve üniversite yurdu ağı var. Bu ağa, pek çok “kulüp”, her tür dernek ve öğrenci yurdunu da eklemek lazım. Bütün bu merkezlerde “en iyileri”, yani “elitler”i kapma ya da seçmeye çalışır. Bu “elitler”, geleceğin potansiyel yöneticileridir. Camianın profesyonel militanları bu kişilere doktrin aşılama ve onları yavaş yavaş örgütün içine çekme işini üstlenirler...
Üç tür üyesi vardır: “numerarios” (elçiler), “agregados” (ateşeler) ve “supernumerarios” (kadro dışı görevliler) olarak. Evlenemeyen ilk grup daha çok Opus’a ait ev ve yurtlarda, manastırdaymış gibi yaşarlar. İkinci gruptakiler de evlenemezler, ancak kendi evlerinde oturabilirler. Sonuncu gruptakiler ‘normal’ bir hayat sürdürebilirler. Kuşkusuz her üç grup da Opus disiplinine tabidir.
Opus’un beyin takımı “elitler”den oluşur, en iyi üniversite eğitimi almış olan, teknik olarak en iyi yetişmiş olanlardan seçilir. Toplusal ve ekonomik sistem içinde önderlik rolü oynayabilecek kişilerdir bunlar aynı zamanda. Önemli olan bir Opus Dei üyesinin mevki sahibi olmasıdır, mümkünse yüksek, işini iyi yapması ve çok dindar olmasıdır.
Teorik olarak herkes ya da her isteyen Opus Dei üyesi olabilir, üyeleri herhangi bir ideolojiye sahip olabilir. Ama pratikte bu pek de böyle işlemez. “Kim olursan ol gel” der bir nevi, nitekim bu çağrıya teşrif eden sınırlı sayıda ateist, liberal ya da solcu da olmuştur, özellikle altın dönemini yaşadığı yıllarda. Ama onların pozisyonu sempatizan olmanın ötesine geçmediği gibi, birliktelikleri de çıkarın bittiği yerde sonlanır.
Suçlama ya da eleştirilere yanıtları
“Aziz Mafya”, “Beyaz Eldivenli Mafya” olmakla suçlanan Opusçular her tür eleştiriye karşı toptan retçiler bir nevi: Tarikat değiller, siyasetle hiç bir ilgileri yok ki siyasi çıkarları olsun. Ekonomik çıkarları mı? Hâşâ, Tanrı yolunda ilerleme dışında hiç bir çıkarları yok… Bu yola hayatını adayan, iyi birer Hıristiyan olarak yaşamak isteyen, ve kısır mücadelelerde yer almak istemeyen bir gruplar yalnızca.
“Tanrı hepimizi seviyor ve bize hakaret edenleri bile bağışlamayı öğretti bize” en çok tekrarladıkları cümledir muhtemelen.
Peki bir Opusçu teşkilatı bırakabilir mi? Pek tabi ki, ama bedelini de göze alarak. Opus hiyerarşisindeki yeri ile doğru orantılı olan bedelin en hafifi, örgütün bir iftira ve karalama kampanyasıyla gidenin prestijini yerle bir etmesidir.
İftira ve karalama kendilerine yardımcı olmayanlara karşı da kullandıkları en etkili yöntem olur. Çok enerji sarf ettikleri üniversitelerde rektörlük, bölüm başkanlığı elde etmek için pek çok yöntem kullanırlar. Kendinden olmayanı kendine yakınlaştırmak, hizmetine almak, boşalan kadrolara kendi adamlarını getirtmek. Sınav jürilerinin kendilerinden olmasını sağlamak vs.
Son birkaç not
Miguel Fiscal ‘Anılar’ kitabında, şu sözü Escriva’dan onlarca kez duyduğunu yazar: “Biz devletin imkanları ve binalarını kullanarak çalışacağız.”
Pragmatist ve takiyeci, her tür kurumu içine sızarak yönlendirmeyi, yönetmeyi deneyen, dolayısıyla onların sevaplarını sahiplenen, açıkça kendi adına yapmadığı için günahları o kurumlara havale eden bir çalışma tarzında kirli işler yaptığında da eli kirlenmediği için ‘beyaz eldivenli mafya’ sıfatı takılan Opus partileşmeyi aklının ucundan bile geçirmez.
Kurucusu Escriva, uysal ve ılımlı bir imaj vermeye çalışsa da otoriter, eleştiriye tahammülü olmayan biridir. Bu nedenle çevresi dalkavuktan geçilmiyordu. Onun arkadaşı olamazdı, yalnız ve yalnız takipçileri, hayranları olabilirdi.
Escriva, seküler-dini cemaati feodal ve askeri bir hiyarerşik örgütlenme şeklinde kurdu. Öyle bir hiyerarşik yapı ki eşit yetkili iki üye bile bulunamaz, piramidin tepesinde Baba Escriva ve ailenin geri kalanı...
Opus’un kadın kolu 1941’de kurulur, yani Escriva’nın annesinin ölümünden bir kaç ay sonra. Bu tarihe denk gelmesinin sebeplerinden biri de annesinin Escriva üzerindeki etkisidir. Opus’un el kitabı Yol’da da yer alan Escriva’nın şu sözü kadınlar hakkındaki fikrini özetler aslında: “Onların bilgili olması gerekmiyor, ketum olmaları yeterlidir.” Yine hatırlayalım, aristokrak kadınlara o kadar hayranlık duymasa ve onları işlevsel bulmasa kadınlarla çalışmayı düşünmüyordu başlangıçta. Opus’ta müdür, siyasi komiser düzeyindeki kadınlar genellikle bir manken gibi güzel, zengin ve kariyer sahibi kadınlar olur. Diğerleri ev ve yurtlarında hizmetçilik yapanlardır. Ve bunlar üniforma giyerler, tıpkı Escriva’nın hayran olduğu aristokrat ailelerin hizmetçileri gibi.
Onun kendilerine bakışının, rahipler hakkındaki fikirlerinden daha “yumuşak” olmasında teselli bulabilir Opusçu kadınlar. Sık sık rahiplerin salak olduğunu söyleyen Escriva “kızlarım rahipler kadar aptal olmayın” der zira.
Josemari Escriva, kendi kendisini Padre (Baba, Tanrı’nın oğlu) ilan etmiş biridir. Franko da kendisini ‘generalisimo’ (generaller generali) ilan etmiş ve bu sıfatla 40 yıl boyunca kralı olmayan bir krallığı yönetmişti.