Gündem

Bir gün sonra Ankara: Ne güzeldi sevdiklerimize sarılmak...

Evet, ne güzeldi sevdiklerimize sarılmak. 97 kişinin ailesi bir daha yapamayacaktı...

12 Ekim 2015 00:45
Işıl Sarıyüce

Karanlık günde Ankara
Işıl Sarıyüce*

Saat akşamüstü 6. Karanlık çöküyor kapkara Ankara’nın üstüne. Geleli daha 24 saat olmadı ama gördüklerim ve işittiklerim yıllara yetecek acı. 

Sabah Ankara Garı'na, bir gün önce 97 kişinin öldüğü noktaya ulaşmaya çalışarak başladı. Polis yalnızca elinde tren bileti olanları geçiriyordu. Sırtında çantasıyla bir genç bileti gişeden alacağını, 9:15 trenini yakalaması gerektiğini anlatıyordu, ama nafile. Dün iki canlı bombanın elini kolunu sallayarak katliam yaptığı bölgeye bugün girmek imkânsızdı. 

Bir sonraki polis noktasına şansımızı denemek üzere giderken Serdar Çil dün patlamanın olduğu yere 30 metre mesafede olduğunu anlattı. Bağırmaktan sesi kısılmıştı. Gece boyu İstanbul'dan beraber geldikleri kadın arkadaşlarının çığlıkları yankılanmıştı kulaklarında. Gözlerini kapattığında da gördüğü ceset parçaları. 

Ankara Garı'nın Kızılay yönünde, ellerindeki karanfilleri arkadaşlarının öldüğü yere bırakmak isteyenlerin gözlerindeki öfkeyi gördüm. Dün neredeydiniz, diye hesap soruyorlardı polise. Çiçekleri ellerinde kaldı. 

Sonra Sıhhiye Meydanı. Yani dün gerçekleşseydi eğer Barış Yürüyüşü'nün sonlanacağı yer. Her eyleme, her protestoya katılan ve devrimci sloganlar atan o grup vardı. "Sıradan insan, sokaktaki insan"  yani örgütlü olmayan kalabalık yoktu meydanda. Korkmuş olmalılar diye düşündüm. Her eylemde gazlı, sulu, bazen plastik mermili görüntüleri geride bıraktı Türkiye aylardır. Artık canlı bombalar patlıyor ve topluma bir korku siniyor diye düşündüm. 

Ölenlerin aileleri girdi meydana, kafamızı kaldırıp gözlerine bakacak yüzümüz var mıydı? Koruyamamıştık barışı arayan o güzel insanları. Ne Reyhanlı'nın, ne Diyarbakır'ın, ne Suruç'un hesabını sormuştuk, ne de faillerinin ortaya çıkmasını sağlamıştık.

Ardından Gazi Hastanesi'ne geçtik. 89 yaşındaki ananem bir haftadır burada yatıyordu, hem onu da görecektim biraz içim ısınırdı. Hastane önünde bekleyen yaralı yakınlarıyla sohbet ederken ananemi ziyaretten çıkan teyzemle karşılaştım. Ne güzeldi sevdiklerimize sarılmak. 97 kişinin ailesi bir daha yapamayacaktı. 

56 yaşındaki, elektrik mühendisi eşinin doktoruyla az önce konuşan Berrin hanım mutluydu. Yoğun bakımdaki eşinin iç kanaması durmuştu, ayağındaki kırıklar ve dalağındaki sorunu da doktorlar önemsemiyordu zaten. 

Patlamalarda yaralanan arkadaşlarıyla ilgilenmek için İstanbul'dan gelen çiftle sohbet ettik. 36 yaşındaki ağır yaralı beden eğitimi öğretmeni Ata'yla beraber geleceklermiş yürüyüşe ama kızlarını bırakacak kimseyi bulamamışlar. Arkadaşlarının durumu ciddiydi, beyni hasar görmüştü ve doktorlar henüz ameliyata alamamıştı. Sizden daha yakın kimsesi var mı burada, derken tanıdık bir çift gözle karşılaştım. Kızarmış gözler Malatya'dan lise arkadaşım Halil'indi. Kardeşim gibi dediği kuzeninin tomografi sonuçlarını yeni almışlardı. Toparlayıp normal bir hayat sürmesi konusunda pek umut vermemişti doktorlar. Ne denirdi? Geçmiş olsun? Bir şey diyememenin özrünü dilemek anlamlı mıydı?

11. kattaki ananemin yanına çıktım. Gözünü açar açmaz önce nasılsın dedi, sonra da çikolata ye. Gayet iyiyim dedim. Anlatılmaz ki 89 yaşında birine dışarda olanlar. On dakika kalabildim. Bir dahakine yarın ya da öbür gün evde görüşme dileğiyle ayrıldık. 

5. kat ortopediydi. Hastabakıcılar ve güvenlikçiler saldırıda yaralanan üç kişinin katta yattığını söyledi. 46 yaşındaki Esma Oğuz perdeyle bölünmüş iki kişilik bir odada yatıyordu. Mersin'den kalkan 27 otobüsten biriyle gelmişti. Siirtliydi. Hastaneye, tanımadığı bir genç taksiyle taşımıştı onu. İki bacağı kırık, birinde hâlâ şarapnel parçaları vardı. İkinci ameliyata hazırlanıyordu. Eskisi gibi yürüyememekten korkuyor muydu? Onu düşünmeye daha sıra gelmemişti, yaşıyordu ya. 

Hastaneden sonra Kızılay'a, Güven Park'a geçtik İsveç'ten gelen gazeteci arkadaşımla. Sokaktaki sıradan insanın ne düşündüğünü öğreneceğimiz en iyi yer diye düşündüm. Parkta oturan birkaç kişiyle sohbet ettik. 19 yaşındaki genç Ankara'nın ortasında, bakanlıklara 5 dakika mesafede bu çapta bir saldırının yapılabilmesinin -olağan koşullarda- imkânsız olduğunu söyleyip güvenlik açığına işaret ediyordu. O anlatırken elinde telsizle bize yaklaşan kişiyi gördüm. Arkadaşıma sivil polis geliyor, derken yanıbaşımızda bir başkası "Ben de polisim" dedi. Kim olduğumuzu açıkladık, sivil polisler arkadaşımın kimlik fotoğrafını çektiler. "Hep mi buradasınız yoksa bugün mü güvenlik arttı" diye sorduk. Görev alanları orasıydı. Görevleri? "Orada olan her şeyi kontrol etmek" diye açıkladılar.

İsveçli gazeteci arkadaşım sabah Sıhhıye'de Selahattin Demirtaş'ın söylediği "uçan kuştan haberi olan devlet" sözünü hatırlattı. Ne ülkesi İsveç'te, ne de yaşadığı Berlin'de polis parkta sohbet edenlere kimlik sorarmış. Burada soruyordu işte. Diyarbakır'da yabancı gazetecilerin tutuklandığını mı anlatsaydım? Yoksa içeride aylarca yatan gazetecilerden mi başlasaydım? Evet dedim. Burası Ortadoğu. 


* Serbest gazeteci