T24 Haber Merkezi
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun adını açıkladığı bilirkişi ile yaptığı telefon görüşmesinin Halk TV'de yayınlanmasının ardından açılan dava kapsamında savunma yapan gazeteci Barış Pehlivan, "Konu, hukuksuzluk yaptığı ileri sürülen bir bilirkişiyle söyleşi değil de altın kaçakçılığı yaptığı ileri sürülen milletvekilleri olsaydı soruşturma bile açılmazdı. Gazeteci değil de bir uyuşturucu baronu, rüşvetçi bir bürokrat ya da tacizci bir tarikat şeyhi olsaydık dosyamız kapatılırdı. Ama değiliz. İyi ki de değiliz. Sadece gazeteciyiz. Biliyorum ki, bu davanın gizli suçu; Halk TV’nin yaptığı cesur gazeteciliktir. Tüm tehditlere ve baskılara rağmen sadece gerçeğe biat etmenin bedeli ödetilmek istenmektedir"dedi.
Pehlivan'ın ifadesinin tamamı şöyle:
"Sayın Hâkim, Ünal Tatar’ı tanır mısınız? Ya da Osman Pamuk’u? Kim olduklarını, burada sanık sandalyesinde olmamla ve hatta bu davayla ilgilerini de anlatacağım…
Ama önce… İddianamemize bakıyorum… Kaç sayfa? 13. Güzel… En özeti ne bu davanın? Bir bilirkişi ile yaptığım telefon görüşmesi. Peki… Açıyorum, iddianameyi… İlk başta 3 buçuk sayfa İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 27 Ocak Pazartesi tarihli basın toplantısının çözümleme tutanağı var… Evet, iddianame, sayfalarca İmamoğlu’nun basın toplantısında ne dediğini aktarmış. Bize ne, size ne, bu davaya ne? Bitmiyor… Onlarca televizyon, radyo, web sitesi ve sosyal medya kanalından biri olan Halk TV’deki, Ekrem İmamoğlu’nun bu basın toplantısına dair yapılan yorumların çözümleme tutanağı var. O da 3 sayfa. Aynı soruyu soracağım: Bu davayla ne ilgisi var o programda neler konuşulduğunun? Evet…
İddianamenin yarısı bu iki konuşma tutanaklarıyla dolu. Kaldı mı bize 6,5 sayfa… Sabırlı sabırlı sayfaları çeviriyorsunuz… Bir kez daha beş kez daha yüz kez daha çevirseniz neyi bulamazsınız biliyor musunuz? Bu davanın asıl konusu olan telefon görüşmesinin çözüm tutanağını. Evet, bu iddianamede her şey var ama 14 yıla kadar hapislerin istendiği, iddia edilen “suç delilinin” tutanağı yok. Sadece 12. sayfada şöyle bir cümleyi görüyoruz: “Dosya içeriğinde mevcut çözümleme tutanağında da belirtildiği üzere…”
Sayın Hâkim,
Bilgisayarın mürekkebi mi var ki bitsin, elektrik mi çok yazıyor da tasarruf edilsin, yoksa başka bir niyet mi var: Sahi, bu davayla doğrudan ilgisi olmayan her şeyi koyup 13 sayfalık iddianame yazan Savcı bey, yarım sayfalık görüşme tutağını neden esirger? Ama işte, sanık olduğum kadar da gazeteciyim. İddianame savcısının neyi neden sakladığını veya neyi neden koyduğunu anlayabilecek deneyimdeyim. Yok, yok… “Savcılık makamı lehimdeki delilleri de toplayıp iddianameye koymalıydı” gibi saf hukuk ilkelerini hatırlatmayacağım. Öyle ya, burası Çağlayan Adliyesi. Lakin, savcı beyin yapmaktan çekindiğini ben yapacağım. Ve o telefon görüşmemde neler konuşulduğunu irdeleyeceğim.
Neyi, neden yaptım?
Ama önce… Sahi, ne oldu da bu buradayız şu an? Bir iddianame bazında yazılan, bir de işin özünü ortaya koyan ama yazılmayan neden var. İlkinden başlayayım… 22 yıldır gazetecilik yapıyorum. Asistanlıktan muhabirliğe, köşe yazarlığından genel yayın yönetmenliğine kadar birçok alanda çalıştım. Bugüne kadar yüzlerce habere, yazıya, belgesele ve beş kitaba imza attım, onlarca televizyon programında yorumculuk yaptım. Tüm bunlara baktığınızda, ağırlıklı olarak işlediğim ve eğildiğim iki konu vardır: Türkiye yakın tarihi ve ülkedeki yargı sistemi. Haliyle, İBB Başkanı İmamoğlu’nun basın toplantısına davet edilen gazetecilerden biriydim. Müsaittim, gittim. Giderken basın toplantısının konusunu bilmiyordum. Giderken kimseden izin almadım. Giderken Halk TV ile de yani Suat Toktaş ile de Kürşad Oğuz ile de bir ön görüşmem ya da planım olmadı.
Şimdi… Düşünün… 16 milyon insanın yaşadığı İstanbul’u yöneten bir siyasetçi, milyonların izlediği bir basın toplantısında çok çarpıcı bir iddiada bulunuyor. Bilirkişi S. B. için şu cümleleri kullanıyor: “Olmayan şeyleri yazıyor…” “Adli makamları yanıltıyor…” “Mahkemeyi aldatıyor…” “Hukuksuz rapora imza atıyor…” “Sahte bilirkişi raporu yazmaktan yargılandı…” Normalde… Bu binanın, bu binadaki savcı odalarının ve mahkeme salonlarının, bu binada görev yapan yargı mensuplarının görevi nedir? Türkiye Cumhuriyeti’nde hukuku egemen kılmak değil mi? O halde, milyonlarca insanın takip ettiği, oy verip yönetici yaptığı bir siyasetçinin dedikleri ihbar kabul edilmez mi? Yani, İmamoğlu’nun iddialarının asıl olarak araştırılması lazım değil mi? Diyelim ki bu adliyedeki tüm yargı mensupları böyle düşünmüyor. Ben safım. İyi güzel de hafızam var benim. Bırakın yaşadıklarımı, gazeteci olarak görevim var benim. Hani, konuşmamın başında iki isim saydım ya: Ünal Tatar ve Osman Pamuk… Onlar kim, biliyor musunuz?
Bundan tam 14 yıl önce… Bu salonlarda, sizin koltuklarınızda teröristler oturuyordu. Fethullahçıların cübbe giymiş örgüt elemanlarıydı. İşte onların bir de bilirkişi ayağı vardı. Diledikleri hukuksuz kararı o bilirkişilerin hukuksuz raporlarıyla alabiliyorlardı. Adını andığım iki kişi de bu ülkenin TÜBİTAK bilirkişileriydi. Ve yazdıkları hukuksuz raporlarla kumpasları desteklediler. İşte ben de bundan 14 yıl önce Ergenekon kumpasıyla hapse atıldığımda, o kumpasçı bilirkişilerin hukuksuz raporlarıyla 19 ay hapis yattım. Ama işte tarih geç de olsa gerçeği ortaya çıkarıyor: Örgütün bilirkişilerinin kimi hapiste kimi firarda, ben ise gazeteciliğe devam ediyorum. Hal böyleyken… Bu kumpas süreçlerini yaşamış bir ülkede, bir siyasetçinin, bir bilirkişi hakkında böylesi iddialarda bulunması bu topraklarda yaşamış herkesin dikkatini çekmelidir. Benim de bir gazeteci olarak, o siyasetçinin iddialarını ciddiye almak ve bu çarpıcı tezlerini muhatabına sormak gibi bir görevim var. Hatırlatmak bile garip geliyor: Gazetecilikte “cevap hakkı” dediğimiz bu hak Fransız kanunlarına 1822’de, Türk kanunlarına ise 1864’te girdi. Yani aslında biz burada, kanunlarımızda 161 yıldır var olan bir hakkı kullandırdığımız için sanığız. Peki, ben ne yaptım özetle? Ekrem İmamoğlu’nun basın toplantısı bitti… Ben de ilgili bilirkişiye hakkındaki iddiaları sormak istedim… Bunun için kendisine ulaştım ve sorularımı sordum. Tamamen gazetecilik refleksi ve haber atlatmak için yapılan bir görüşmeydi. Eminim ve biliyorum ki, Kürşad Oğuz da Suat Toktaş da “yaptığım görüşmenin bir kelimesi bile eksiksiz aktarılmasın, iddialara karşı objektif durmak için yanıt hakkı da verelim ve iyi bir gazetecilik yapalım” diye davrandı.
İddialar ve gerçekler
Peki, Savcı ne diyor? Üç ayrı suçlamada bulunuyor ama bunları delillendirememiş. Özetle tezi de şu: 1- Bilirkişi Canayakın, konuşmak istemediğini ısrarla beyan etmiş ama ben sorularıma devam etmişim. 2- Bilirkişinin bağımsız ve tarafsız olmadığı yönünde bir kamuoyu oluşmasını amaçlamışım. 3- Bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs etmişim. Şimdi… Bir de bilirkişi Canayakın’ın hem şikayet dilekçesinde hem de ifadesinde söylediklerini özetleyeyim: - İmamoğlu’nun basın toplantısından sonra telefonu bilmediği numaralar tarafından defalarca aranmış. - Benim telefonumu açmış ve ben kendimi “Halk TV’den Barış Pehlivan” olarak tanıtmışım. - Ben ısrarla kendisiyle konuşmak istemişim. O benim teklifimi kabul etmemiş ama ben buna rağmen baskıcı bir üslupla medyadaki iddialara cevap vermek zorunda olduğunu söylemişim. - Bir de, ben kendisiyle zorlayıcı bir üslupla konuşmuşum. Sahi, görüyor musunuz neler neler yapmışım! Savcı beyin ve müşteki bilirkişinin iddiaları böyle. Peki gerçek öyle mi? İşte tam da burada, savcının iddianameye koymaktan imtina ettiği çözümleme tutanağına bakmamız lazım. Yani sözde “suç delili” olan telefon görüşmesindeki diyaloğa… Çünkü tüm bu 14 yıl hapis istemi haklı ise, buradan çıkacak.
1. İDDİA NE: Bilirkişi konuşmak istememiş! 1. GERÇEK NE: Telefon görüşmesinde benimle konuşmak istemediğine dair bir cümle yok. Aksine, ben kendisine yaşını sorunca espri yaparak “Geceleri katma 36 buçuk” diye yanıt veriyor. İnsan konuşmak istemediği bir kişiye, görüşmenin ortasında bu espriyi yapar mı? Özetle, bilirkişinin benimle telefonda görüşmek istemediğime dair bir irade beyanı olmadı. Benim Halk TV’den arayan bir gazeteci olduğumu bilmesine rağmen sorularımı yanıtladı. Bilirkişinin istemediği şey konuşmak değil, Halk TV stüdyosunda ağırlanmak ve gazetecilik amacıyla yüz yüze görüşme isteğim…
2. İDDİA NE: Baskıcı bir üslupla konuşmuşum ve hatta iddialara cevap vermek zorunda olduğunu söylemişim! 2. GERÇEK NE: Baskıcı bir üslupla konuşsam, bilirkişi bana 4 kez “kusura bakmayın”, 2 kez de “başarılar dilerim” der mi? Elbette demez. Kaldı ki, ben konuşma boyunca hiçbir cümlemde “iddialara cevap vermek zorunda olduğunu” söylemedim. Özetle konuşmamız bir gazeteci ve söyleşi yapılan kişi arasında geçmesi gerektiği mesafede, nezaket içinde geçti.
3. İDDİA NE: Bilirkişiyi etkilemeye teşebbüs etmişim ve onun tarafsız olmadığı yönünde bir kamuoyu oluşmasını istemişim! 3. GERÇEK NE: Eğer bu iddia doğru olsaydı, siz bugün çözüm tutanağında “yalan konuşuluyor, AK Parti ve MHP davalarında da görev aldığı” karşı argümanını da göremezdiniz. Konuşmamızın tamamına baktığınızda, bilirkişiyi etkileme veya aleyhinde bir kamuoyu oluşturma amacından ziyade, onun kendisini ifade etme yani tam tersi bir amaç kastımızın olduğu kolaylıkla görülebilir. Kaldı ki, ilgili sorular CHP’li belediyelerin eski soruşturmalarına dair. Ve ilgili suç maddesi (yani TCK 277) soruşturmayı değil, “görülmekte olan davayı” kapsıyor. Yani, zaten geçmişte yazılıp teslim edilen bilirkişi raporuna dair bir etkileme yapmam için zaman makinesinin icat edilmesi gerekiyor. Böyle bir makine bildiğim kadarıyla icat edilmedi, ben de ışık hızından hızlı hareket edip geçmişe doğru yolculuk yapamıyorum ve zaten isnat edilen suç maddesi soruşturmayı kapsamıyor… Özetle bu iddia da kadük.
Sayın Hâkim,
Bilirkişi ile yaptığım telefon görüşmesinin çözümleme tutanağında, benim adım yerine, yakın dostum ve meslektaşım ama benden ayrı bir insan olan Barış Terkoğlu’nun adının iki kez yazılmasındaki hukuksuzluğa ya da kibar bir deyimle ciddiyetsizliğe hiç girmiyorum bile… Keza bize soruşturma açan, bize operasyon yapan, bizi tutuklatan yargı sisteminin aynı bilirkişinin ses kaydını sosyal medyalarında yayımlayan Melih Gökçek ve Hamza Dağ gibi AKP’lilere, geçtim gözaltını “yahu siz ne yapıyorsunuz” deme cesaretini bile gösterememesini irdelemiyorum bile… Ya da patronlarının aleyhine rapor yazdılar diye “düzenli olarak görevdeki bilirkişileri hedef gösteren Yeni Şafak gazetesine neden kılınız kıpırdamıyor” diye sorma saflığında olmayacağım bile…
Ya Halk TV'de gazeteci olmasaydık?
Lakin… Söylemezsem, yani en başta işaret ettiğim işin özünü anlatmazsam eksik kalır. Kitabın ortasından konuşacağım: Bu soru-yanıtı yayımlayan Halk TV değil de A Haber olsaydı, bugün bu dava olmazdı. Kimseyi kandırmayalım. Sanık Suat Toktaş değil de ölüme neden olan Kızılay Başkanı’nın çocuğu olsaydı, bu davada tutuklu sanık olmazdı.
Konu, hukuksuzluk yaptığı ileri sürülen bir bilirkişiyle söyleşi değil de altın kaçakçılığı yaptığı ileri sürülen milletvekilleri olsaydı soruşturma bile açılmazdı. Gazeteci değil de bir uyuşturucu baronu, rüşvetçi bir bürokrat ya da tacizci bir tarikat şeyhi olsaydık dosyamız kapatılırdı. Ama değiliz. İyi ki de değiliz. Sadece gazeteciyiz. Biliyorum ki, bu davanın gizli suçu; Halk TV’nin yaptığı cesur gazeteciliktir. Tüm tehditlere ve baskılara rağmen sadece gerçeğe biat etmenin bedeli ödetilmek istenmektedir. Öyle ya; hukuktan bahsetseydik, 14 yıl hapsi istenen ben dışarıda olup 9 yıl hapsi istenen Suat Toktaş içeride olur muydu? Doğru, başımıza indirilmek istenen yargı sopasının ucu sizde, lakin tarihin yazımı bizde. Dün nasıl bu devlette örgütlenen çeteleri isim isim olay olay deşifre ettiysem, kimse konuşamıyor ya da yazamıyorken çürümüşlükleri belgeleriyle ortaya çıkardıysam, onlarca tehdide ve davaya rağmen bu topraklarda adaletin hüküm sürmesi için bedel üstüne bedel ödediysem… Kimsenin kuşkusu olmasın; yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır. Bu ülkedeki insanların sadece gerçekleri öğrenmesi için gazetecilik yaptım, yapıyorum ve yapacağım."