Fatih Vural*
Önceki gece izledim, Tuluhan Tekelioğlu’nun çektiği ‘Persona Non Grata’ (İstenmeyen Adam) adlı belgeseli. Sona erdiğinde, içimdeki öfkenin taşmasına mani olamadım. Özcan Alper’in eşsiz filmi Sonbahar’da, 22 yaşında girdiği cezaevinden 10 yıl sonra çıkan, hapis günlerinde ölümcül hastalığa yakalanıp son iki ayında Hopa’da kendi yalnızlığına gömülen Yusuf’un bir anda uçuruma attığı o çığlık gibi aşağıdaki tweet’leri yazabildim sırasıyla…
-P24'ün belgeseline bakılırsa, son iki yılda mağdur olan gazeteciler Tuluhan Tekelioğlu'nun dostlarından ibaret. Klanlarınızdan gına geldi.
-Belgeselde A.Doğan'dan, D.Sazak'tan, F.Altaylı'dan mağdur yaratıp mahalleniz dışındakilere uğramamışsınız. Beyaz'lığınız tiksindirici.
-Salona alınmadığı için hüngür hüngür ağlayan gazeteci çocuk, klanınızın üyesi olsaydı, yer yerinden oynardı. Hadi be! Ne meslek dayanışması!
-Gazeteciliği kutsal meslek gibi göstermek, gazetecilere yapılmış en büyük kötülüktü. Ayakkabıcılık ne kadar kutsalsa gazetecilik de o kadar!
İlginçtir ki P24, tweet’lerimi sıcağı sıcağına okumuştu ve Twitter hesabını her kim yönetiyorsa bana, “Bu eleştirilerinde yalnız değilsin. Kendi içimizde de aynı senin gibi düşünenler var” cevabını yazdı. Ofislerine kahve içmeye davet ettiler. Beni dinlemek istediler.
Gittim, görüşlerimi orada ayrıntılandırdım. “Bu düşüncelerini bizim için kaleme al lütfen” ricası da gelince, yazmak kaçınılmaz oldu.
Mağduriyet hiyerarşisinin çatısı uçmuş
Tweet’lerimin sonuna kadar arkasındayım. Bu belgeseli, fazla homojen, kopuk, ‘Persona Non Grata’lar arasında yapmak istediği kategorilendirmeyi eline yüzüne bulaştırmış, meramını anlatamayan ve genel itibariyle bir sınıfsal düzlem/klan içinde yapılmış iş olarak görüyorum. Birkaç istisna dışında, belgeseli “Tuluhan Tekelioğlu’nun mağdur dostları” şeklinde okudum. Kendisinin, Aydın Doğan’ı, bu belgesele katıldığı için teşekkürle onurlandırdığı tweet’ini görünce de kanaatim pekişti.
Bu belgeselde yer alan herkes için bir mağduriyet paydası oluşturulabilir mi, pekâlâ evet! Ama buradaki mağdurların büyük bölümü, medyada isim yapmış gazeteciler. Pek çoğu da birbiriyle yakın arkadaş. Yani bir network’leri var ve bu network iyi işliyor. Bildiğim kadarıyla aralarında yeni ve hatta daha iyi bir işle (mesela genel yayın yönetmenliği) ve parayla hayatına devam eden gazeteciler var. Hâlâ iş bulamayan ‘baba gazeteciler’in de birikimleriyle ya da yan gelirlerle hayatı kotarabildiklerine zerre kuşkum yok.
Peki ya bu ve bu tür bir belgeselin uğramayacağı, klanın dışında kalan, ‘esmer-siyah’ gazeteciler ne olacak? Öteki mahallenin, dışlanmış çocukları?
Buraya geleceğim; ama Tekelioğlu’nun “En üstten en alta, medya patronundan yayın yönetmenine, köşe yazarından muhabirine her kesimi dinledim” gibi bir savunma refleksi geliştirebilmesini, bizzat üç kahramanı boşa çıkarmış! Aydın Doğan, Fatih Altaylı ve Derya Sazak. Mağduriyet hiyerarşisinin çatısını yıkıp geçmişler. Nasıl mı?
Aydın Doğan: (Gezi olayları sırasında CNN Türk'te penguen belgeseli gösterilmesini değerlendiriyor) O tamamen bir şapşallık. Yani bir kasıt falan değil. Gece 12’den sonra yahut gece yarısından sonra tam saati bilmiyorum, otomatiğe bağlıyorlar. Geceye bir kişi kalıyor. Ötekiler programı otomatiğe bağlamış gitmişler. Sabahleyin benim en küçük kızım holdingin Yönetim Kurulu Başkanı Begümhan da geldi "Ne yapıyorsunuz siz" dedi, "Ne yapıyoruz" dedim. "Belgesel yayınlıyorsunuz" dedi. Ondan sonra, erken saatte bunu söyledi. Biz oradan fark ettik. Meslek kazası olmuştur. Hiçbir kasıt yoktur. Hükümet bunu o dönemde kasten yaptılar dediler. Hayır, biz öyle şeyde değil, tamamen mesleki bir hatadır.
Fatih Altaylı: …Fakat tapeler ortaya çıktığı zaman şoke oldum ben. Ülkeyi, 80 milyona yaklaşan nüfusuyla büyük problemlerle boğuşan bir ülkeyi yöneten bir liderin, bu kadar detay medya haberleriyle medya analizleriyle uğraşması bana çok absürt geldi.
Derya Sazak: ('Aydın Doğana’ın size hediye ettiği ev mi' sorusu üzerine) Hayır, hediye değil. Öyle bir şey söz konusu bile değil. Ben Ankara’dan geldikten sonra ikinci yılın sonunda yalnız bana değil, Ertuğrul’a, Mehmet Ali Yalçındağ’a da gazetedeki ücret ve mukavelemizin gereği olarak alınan ev. Benim gazeteci olarak Ankara’dan geldim ve bir yerde oturmam gerekiyordu. O yıllarda hakikaten medyada çok iyi para kazanılan dönemdi. Maaşım, sözleşmemin karşılığı olarak bu ev alındı. O zaman yüksek bir rakam da değildi yani. 700 bin dolara alındı, söyleyeyim yani.
Yemeyin bizi!
Bana bu belgeselde baştan beri garip gelen de bu üç isim. Kazandığı paradan olmamak ve kovulmamak için her yolu deneyen; maaşlarının şehvetine kapılıp aldıkları yat için gazetecilerini görevlendirecek kadar arsızlaşan (Bkz. http://t24.com.tr/yazarlar/dogan-akin/uzun-bir-milliyet-hikayesi-demiroren-koske-neden-gitti,7202), görevde oldukları süre içinde de patronlarına kamuoyu anketlerinde manipülasyon yapmayı teklif edebilecek kadar pervasızlaşan genel yayın yönetmenleri ve medya patronları, işler kötüye gidip kızağa çekildiklerinde ya da işsiz kaldıklarında mağduriyetin başrolünü kimseye kaptırmıyorlar!
Herkes kendi evinde
Ben, kendi hikâyemden de yola çıkarak, bu klanların duvarına çarpmanın ne anlama geldiğini kısaca anlatayım… 2012 yılında, tam 8 yıl çalıştığım Cemaat medyasından istifa ettim. İçinde yer aldığım kozayı yırtıp, gazetecilik maceramı yeni yerlerde sürdürmeyi ve yeni insanlar tanımayı istiyordum. Herhangi bir yerde 8 yıl kalmanın getirdiği sıradanlığı, yorgunluğu, alışkanlığı da atma isteğiydi. Maddi gerekçelerim de vardı.
Ayrıldıktan sonra biyografi yazarlığına da adım atarken, medyada çok güvenilir ve sevilen de bir ismin aracılığıyla, belgeselin konu ettiği ve az önce eleştirdiğim üç isimden birinden randevu istedim. Yeni genel yayın yönetmeni olmuştu ve kendi ekibini kuruyordu. Daha önce de telefonda, birkaç haber için görüş almak üzere diyaloglarımız olmuştu. Nitekim görüşmemizde de bu diyaloglardan bahsederek, kendimi hatırlattım. Yaptığım öne çıkan haberlerimi, röportajlarımı göstermek istedim. Gerek duymadı. Benimle çalışabileceğini, hatta daha önce benimle aynı yerde çalışan ve Cemaat’e yakın başka bir ismin de gündemlerinde olduğunu ve ikimizle de çalışmayı istediğini ifade etti.
İki hafta geçti, ses yok. Üç hafta… Dört hafta… Hâl böyle olunca, on beş günde bir, bilgi almak ve o genel yayın yönetmenine ulaşmak üzere asistanını arasam da gayretlerim boşa çıkıyordu. Köşe yazarıyken kolayca ulaşabildiğim gazeteciye, genel yayın yönetmeni olduktan sonra ulaşamıyordum!
O sıkıntılı günlerde, Beyaz Türkler’in birebir içinden gelip kendi sınıfını yerden yere vuran belki de yegâne (kadın) gazeteciyle bir kahvaltı için sözleştik. “Mahallenin en dik duruşlu ve eyvallahı olmayan gazetecisi’ olduğu için o sırada işsizdi. Bugün de öyle!
Görüşmeden başlayarak yaşadığım sürüncemeyi anlattım. Bana, “Seni, gazetesine almayacak. Birincisi, Cemaat medyasından, öteki mahalleden geliyorsun, yani esmersin. O adam, klanının dışına çıkmaz. Ha diğer isim Cemaat’ten ağabeyleri ve bir network’ü olduğu için daha şanslı. Onun lobi gücü var. Muhtemelen onu alacaktır. Senin iyi gazeteciliğin dışında neyin var?” dedi. Medyadaki en açık sözlü yazardı ve konuşmamızda aynı açıklığı beklemiyordum doğrusu.
Kahvaltı sonrası kasvetle, ‘esmerler’in dünyasından gelen ve o sırada en hakikatli medya eleştirilerini kaleme alan gazeteci ağabeyimi aradım.
"Kadın haklı!” demez mi?
O genel yayın yönetmenine ulaşıp daha fazla bekleyemeyeceğimi söylemek için, uzun bir bekleyişin ardından asistanını yine aradığımda, “Fatih Bey artık aramayın bence” sözlerini işittiğimde gururumun nasıl incindiğini anlatamam. O konuşma sırasında, 5 yaşındaki kızım yanımdaydı ve baba-kız, İzmir Havalimanı’nda İstanbul’a dönmek üzere uçak bekliyorduk. Yüzümün düşmemesi için kızıma rol yapmayı denedim, bilmem başarabildim mi?
Duvara çarptığım o olayla birlikte, ana akım medyada, muhafazakâr-sağ kanattan gelen bir gazeteciye duyulan o alerjiyi iliklerime kadar hissedince, bir daha asla böyle bir girişimde bulunmayacağıma dair kendime söz verdim. O hırsla yazmakta olduğum biyografiye yüklendim.
İyi bir iş çıkarmış olmalıyım ki, söz verdiği üzere işe almak bir yana, beni sonrasında muhatap bile almayan o genel yayın yönetmeni, kitabını yazdığım işadamını telefonla arayarak, kitabıma bayıldığını belirtmiş!
Hayatını yazdığım işadamı bir Beyaz Türk’tü ve kendi hayatında, mensubu olduğu Beyaz Türkler’i Türkiye’yi okuyamamakla ve dahi tepeden bakmanın getirdiği cahillikle suçluyordu. Haklıydı.
Bana, o genel yayın yönetmeninden kitap için tebrik telefonu aldığını söyleyince, ikimiz de müstehzi bir ifadeyle gülüşmeye başladık. “Bunlar böyledir Fatih” dedi. Beni işe almayan o genel yayın yönetmeni, gazetesinde, kitabıma tam sayfa röportaj için yer açtı. Yetmedi, yarım sayfalık kitap tanıtım yazısı yazdırdı, eminim ki kitabı yazan kişinin, ayrımcılık uyguladığı genç gazeteci olduğunu bilmeden.
“İlahi adalet işte bu” dedim. Bir aya kalmadı, genel yayın yönetmenimiz çalıştığı gazeteden atıldı. “Bu kadar çabuk mu Allah’ım?” dediğimi hatırlıyorum ki bu sözü söylediğimde çoktan sağ-muhafazakâr bir gazetede işe başlamıştım.
Kimse kendini kandırmasın
Belgesele dönersek... Bu hikâyelerin birçoğu zaten biliniyor(du). Ama benim aklım ve kalbim, bilinmeyen hikâyelerde. Sadece çalıştığı gazete ya da ajans yüzünden, salondan atıldığı için dışarıda hüngür hüngür ağlayan genç muhabir kardeşimde mesela.
Beyaz gazetecilerin mahallesinde onun mağduriyetinin geçerliliği yok. Muhtemelen sadece ismine uğrayıp geçtiniz! İlginiz, muhalifliğin getirdiği homojenlikle alakalı. O çocuk umurunuzda bile olmaz; ama düşman gördüğünüz iktidara sallayabilmek için elinize bir mermi daha geçmiştir!
O acıyı birebir yaşayan genç kardeşimin iç dünyası, benim derdim. Eve gittiğinde, onu ağlarken televizyonda izleyen çocuklarının ve eşinin yüzüne nasıl baktı acaba? Biliyorum ki zaten iki kuruş maaşa çalışıyor. Esmer olması bir yana, esmerlerin içindeki ideolojik kavga nedeniyle de gidebileceği bir yer kalmadı. Sanmıyorum ki yükselebilmek için elinden tutacak ‘ağabeyleri’ de olsun! O da kendi işyerindeki atanmışlar/kast sistemine takılacak ve emeğinin maddi karşılığını hiçbir zaman alamayacak.
Hem ‘esmer’, hem ‘paralel’! Alın size iki taraflı bir ‘Persona Non Grata’!
İktidarın etrafında kümelenen, esmer olarak yola çıkıp bambaşka bir veçheye bürünen medyaya da galiba en çok bunun için kızgınım! En azından daha önce gidilebilecek bir ‘esmerler mahallesi’ vardı. İktidar olmanın getirdiği şehvet ve kibir, o mahalleyi de tarumar etti.
Gazetecilikten uzak, savaş psikolojisiyle hareket eden iktidar medyasının homojenliğini ve kapalılığını bir yana koyarak söyleyebilirim ki sağ-muhafazakar kökenli bir gazetede yıllarınız geçmişse sevgili arkadaşlar ve bulunduğunuz konumdan memnun değilseniz, ya bu hâle rıza gösterip mutsuz bir hayata devam edeceksiniz ya da gazeteciliği bırakıp kendinize yeni bir ekmek kapısı bulacaksınız. (Ben ikincisini yaptım.) “Karşı mahalleye geçeceğim” derken gururunuz kırılmasın. Gazeteciliğin, ayakkabıcılıktan daha kutsal olduğu gibi vehimlere de kapılmayın! İş, iştir.
Var olan ‘muhaliflik’ paydasının bir pragma üzerine şekillendiğinden zerre kuşkum yok. Amaca varılırsa, herkes kendi mahallesine geri dönecek ve duvarlarını kırmadan, belki de yükselterek yaşamaya devam edecek. Yani muhafazakâr-sağ mahalleden gelmiş, ‘kimsesiz’ bir gazeteci, ‘olağan şüpheli’, gerçek bir ‘Persona Non Grata’ olarak görülmeye devam edecek ve yine beyazların hakim olduğu ana akım medyaya layık görülmeyecek.
Yaptığı haberler, röportajlar ne kadar iyi olursa olsun, ne kadar ses getirirse getirsin, gönderdiği yarışmayı düzenleyen meslek birliğinin ideolojik süzgecine takılacak.
Hasılı, ekmek parası kazanmak için yediği etiketi, bir ömür boyu üzerinden atamayacak.
Kimse kendini kandırmasın!
*Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün internet sitesinden alınmıştır.