Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında T24’te yayınlanmakta olan ‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizisi kapsamında kültür-sanat dünyasından isimlerle söyleşilerimiz devam ediyor. Kültür veTurizm eski Bakanı Ertuğrul Günay ile dün yayınlanan söyleşimizin ardından bugünkü bölümde sanat eleştirmeni ve küratör Beral Madra’ya kulak veriyoruz. Beral Madra, devletin kültür politikasının 1980’lerden günümüze küresel kültür sanayisinin gereklerine göre değil; siyasal ve yerel ideolojik çıkarlara göre yapılandırıldığını; yaratıcı insana değil; bina ve etkinliğe yatırım yapıldığını söylüyor.
Geçen yıl muhafazakar sanat tartışması sanat gündemini uzun süre meşgul etmişti. O tartışmanın üzerinden sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek adına yeterli bir zaman geçtiğini de düşünerek sormak istiyorum; Türkiye’de sanat AK Parti iktidarında sizce muhafazakarlaştı mı?
Guy Debord ‘Modern endüstriye dayanan toplum, raslantısal ya da yüzeysel olarak gösterisel değil, temelde gösteri yanlısıdır. Hakim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir. Gösteri, kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez’’ der.
Şimdi, AKP iktidarının son 10-11 yıllık sürecinde Türkiye’de sanat ve kültür konusunda ya da zihinsel perspektifte çok belirgin bir muhafazakarlaşma olduğunu düşünemiyorum. Çünkü zihinsel süreçlerin geriye doğru işletilmesi 10 yılda olacak bir şey değil. Biz hala 1800’lerde başlamış olan modernizmi hala yaşamaktayız ve Türkiye’de modernizm kendisini henüz tamamlamamış vaziyette. Post-modernizm ile çatışıyor ve küreselleşme de bu sürece ayrıca müdahale ediyor. Bu karmaşık yapıyı dönüştürmeye kalkışmak başarılı bir sonuç vermez.
Türkiye hala modernizmi mi yaşıyor?
Modernizmin 100-200 yılda yerleşebileceğini düşünürsek, ki hala yerleşmemiştir Türkiye’de, 10 yıl içinde modernist süreci yaşayan bir toplumu gerisin geriye muhafazakar bir ortaçağ zihniyetine dönüştürmenin, salt bir insanın televizyonlardan konuşarak gerçekleştireceği bir şey olmadığına inanıyorum ben.
İkincisi bugün görsel kültür diye bir alan içinde yaşıyoruz. Esasen görsel kültürün geçmişteki sözel kültür ile büyük çatışması yaşanıyor. Biz hala ABD veya Avrupa gibi tam olarak görsel kültüre geçmiş değiliz ve sözsel kültür ile çok ilişki içerisindeyiz. Görsel kültür içinde de tüketim kültürünün hakimiyeti var. Yani siz ne kadar muhafazakarlığı getirmeye çalışırsanız çalışın, görsel kültürde görünen her şey onun tersine işliyor. Tüketim sizin koyduğunuz ahlakın çerçevesine sığmıyor. Tüketim cinsel güçlendiricilerden tutun, kadın-erkek iç çamaşırına bedeni kullanıyor, insanı fetiş haline getiriyor. İnsanın görsel kültürde fetiş olmaması diye bir ihtimal yok artık. En basitinden, tüketim sistemi – muhafazakar yaşama kendini adamış olmasına karşın - tesettürlü kadın imgelerini kentin her tarafında reklam panolarında teşhir ediyor.
Bütün bu süreçler doğrultusunda Türkiye’nin nasıl bir muhafazakarlığa doğru gittiği çok sorgulanabilir bir şey. Sonuçta 10 yıl öncesi nasıldı? Türkiye muhafazakar değil miydi? Muhafazakarlığın ölçüsü ne? Cinsel muhafazakarlık mı yoksa dinsel muhafazakarlığı mı kast ediyoruz? Bunları da düşünmek lazım.
Biz bu dosyada kültür ve sanat alanına odaklandığımız için görsel sanatlar çerçevesi içinde soralım. Bu alanda muhafazakarlığın Türkiye’deki seyri hakkında neler söylenebilir?
Bir kere, Osmanlı’dan başlayan oldukça erken olduğunu kabul etmemiz gereken bir modern sanat serüveni var. Bu, Güzel Sanatlar Akademisi’nin (Sanayi-i Nefise Mektebi) 1882’de açılmasından itibaren görsel kültürün modernist kurallar çerçevesinde Osmanlı toplumuna sunulması anlamına geliyor. Batı’da o güne dek gelişmiş sanat türlerinin de sunulmasına tanıklık eden bir dönemden söz ediyoruz. Akademi’nin açılmasından itibaren, o güne dek en sert muhafazarlık olan insan suretinin canlandırılmaması gibi bir tabuyu yıkmış oluyorsunuz. Zira o akademide çıplak insan figürü de yapılmıştır bahsettiğimiz dönemde. Ressamlarımız kendilerinin, eşlerinin portrelerini yaptılar. Orada bir muhafazakarlık kırılmıştır zaten. Buraya fotoğrafın yani mekanik ve çoğaltılabilir görsel temsiliyetin de Osmanlı’ya girmesini eklemek gerekiyor. Demek ki böylece bir muhafazakarlık daha ortadan kalkmış oluyor.
Bundan sonra hangi muhafazakarlıkların yıkıldığına bakalım... Resme veya heykele baktığımızda Çallı’lar, Ziya Paşa’larda hep insan figürünü görüyoruz. İkinci aşamada ise geç modernist akımlar, figür bozmaları , kübist resimler geliyor. Böylece bir muhafazakarlık daha kırılmış oluyor. Üçüncü aşamada ise 60’lı yıllarda toplumcu gerçekçi resimler yapılmaya başlanarak devletin ideolojik muhafazakarlığı yıkılıyor. Güleryüz, Komet gibi ressamlar toplumun marjinal kesimlerini, bireysel sorunlarını ve sosyo- psikolojik sorun manzaralarını, bilinçaltını boyutunu gündeme getiriyorlar. 1980’lerde ise artık sanatın kendine özgü muhafazakarlığı da kırılmaya başlıyor. Kavramsal sanat, minimal sanat, yerleştirmeler ortaya çıkıyor. 1990’lar ve 2000’lerde ise tümüyle devlet ideolojisine, neo-kapitalizme ve toplumsal muhafazakarlığa muhalif ve köktenci eleştirel bir sanat üretimi söz konusu.
Yani tarihsel gelişimine göre, neredeyse her 10 yılda bir ‘muhafazakarlığın’ yıkılması gibi bir durum var görsel sanatlar alanında?
Öyle fakat burada bir sorun var. Sorun, devletin sanatın geçirdiği bu evrelere saygı duymamasında ortaya çıkıyor. Devletin sanat görüşü yaklaşık 1940’larda kalmış ve o gün bugündür çok fazla değişmiş gibi durmuyor. Bu sanat anlayışı “Benim görüşüm doğrudur” durumuna geldi bugün.
2000’lerde kültür sanayi diğer sanayilerin yanında yükselmeye başlayınca devlet bir sanat ve kültür politikası olması gerektiğini düşünmeye başladı; ancak bunu nasıl gerçekleştireceğini bilemiyor. Bu sefer, 1940’lı yıllardakine benzer bir muhafazakarlık sunuyor.
Sizin sözünü ettiğiniz muhafazakarlık işte bu. Yani ‘Osmanlı motiflerine geri dönelim’ muhafazakarlığı. Ancak burada şöyle bir paradoks var. Yeni Osmanlıyım diyerek bir siyaset ve kültür politikası yürütüyorsun yani belleğe sahip çıkmak istiyorsun fakat belleğin ne olduğunu bilmiyorsun. Belleği bilmeyince bugün sanatı el sanatlarından veya minyatürden ibaret sanmak gibi büyük bir çelişki ortaya çıkıyor.
Bugünkü hükümetin zihin ve bilgi yapısı Osmanlı’nın çok altında. Batılılaşma projesini ve modernleşmeyi başlatan Osmanlı’yı hiçbir şekilde anlamamış bir kadroyla karşı karşıyayız. Muhafazakar bir kültürü savunmaya çalışan bir kadronun bilgisizliğinden söz ediyoruz, neyi savunuyorlar belli değil.
Peki bugün alıcısı olan bir muhafazakar sanat veya toplumun muhafazakar kesiminden böyle bir sanat olsun yönünde talep var mı sizce?
Son dönemde bu konu çok şişirildi; Akyavaş’ın hatlı resimleri, Doğançay’ın camili kolajı muhafazakar kesim olduğu söylenen kesim tarafından satın alındı. Geçen yıl ALLART adı altında muhafazakar kesimin talebini karşılaması beklenen bir sanat-el sanatları fuarı bile yapıldı. Türkiye’de muhafazakar veya liberal, küçük bir grup insanın arasında dönen ve son derece bilinçsiz bir koleksiyonculuk var. Şimdi, resim satın alan bir muhafazakarın kriterlerine bakalım; Bu kişi genellikle yağlıboya yapılmış, modernist ve piyasa değeri olan resim satın alıyor. Koleksiyonculuk bu değil. Bu, parasını sanat yapıtıyla değerlendirmek ve iş dünyasında farklı bir konuma geçmek gibi yan bir uğraş aslında.
Daha az muhafazakar bir işadamının koleksiyonuna bakıyorsunuz. O da her dönemde kanımca yanlış ve piyasa odaklı yönlendirmelerle resim almış. Bu koleksiyonlar ancak kitleye gösterilmeye başlayınca değerlendirilebilir; kuşkusuz eleştirilerek… Gösterilmesi gereken sanat üretiminin – ki 1970’ler sonundan başlayarak bu üretim yerel ve küresel düşünce sistemlerine karşılık veriyor- gösterilememesi epistemolojik bir boşluktur.
Türkiye’de 1970’den beri sayamayacağım kadar çok yerleştirme (enstelasyon) üretildi. Peki nerede bunlar, kim satın aldı? İstanbul Modern’e gidiyoruz bunları göremiyoruz. Demek ki takip etmiyor koleksiyonerler. Yine aynı şeyi söylüyorum, bilgi boşluğu üzerine kuruluyor her şey.
Hükümetin Kültür-Sanat Programı başlıklı metninde bu bahsettiğiniz ‘bilgi boşluğu’ eleştirisi yok belki ama dikkatimizi çeken şu cümleler var: ‘’Plastik sanatlar ve Türk-İslam sanatlarının gelişimine özel bir önem verilecektir. Kültürel yozlaşma, müstehcenlik ve şiddet unsurlarının ön plana çıkarılması, kitabın hayatımızdan her gün biraz daha uzaklaşması, partimizin öncelikle mücadele edeceği konular olacaktır’’ . Bu tespitleri nasıl yorumlarsınız?
Önce buradaki hataları düzeltelim. Bir kere hiç kimseye danışılmadan plastik sanatlar diye bir terim kullanılıyor. Böyle bir terim yok artık. Plastik sanatlar ya da plastic arts diye bir şey dünyada kullanılmıyor. Küresel terimlerle konuşmak zorundayız. AKP’nin buradaki yanlışı maalesef bir danışmana danışmadan bu terimleri kullanıyor olması. Burada çağdaş sanat, güncel sanat veya daha doğrusu görsel sanatlar demesi gerekir.
İkinci olarak kültürel yozlaşma çok tehlikeli bir terim. Ben bunun ne anlama geldiğini söylemekte zorluk çekiyorum. Dünya terminolojisinde kültürel yozlaşma ‘Tüketim kültürünün, kültürün tüm katmanlarına egemen olması’ anlamına geliyor. Bu konuda İstanbul Art News gazetesinde de düşüncelerimi açıkladım. Orada şunu söylemesi gerekiyordu AKP’nin: Tüketim kültürü ile değerlerinden uzaklaşmış kitlelere yeniden kültürel değerler haritası sunmak’.
Şiddet konusuna gelirsek, günümüz sanatı tamamen şiddeti eleştirir. Burada böyle bir kavram kullanılması hata. Öte yandan Türkiye’de müstehcenlik aslında kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, kadın bedeninin istismarında var. Bunlarla mücadele edilecekse edilsin ama bunu sanat ve kültürle bağdaştırarak gündeme getirmek son derece yanlış. Günümüzün sanat ve kültür alanı “uzmanlıklar” alanıdır; özellikle görsel sanatlar alanının, sosyoloji, ekonomi, tarih, felsefe gibi uzmanlık, bilgi ve eğitim gerektiren bir alan olduğunun bilincinde olmayan insanlar bugün karar odaklarında yer alıyor. Kültür politikalarını biçimlendirmeye çalışanların yeni bir eğitimden geçmelerini öneriyorum. Türkiye’de nedense bu son derece karmaşık içerikli alanda herkes fikir sahibi ve bu fikirlerini rahatça açıklıyor .
Ancak muhafazakar kesim de, Türkiye’de sanat alanında Batı odaklı, elitist, hakim bir zümre olduğu yönünde eleştiri getiriyor ?
Modernizm ve Post-Modernizm yaşanıyorsa, küreselleşmenin yönlendirdiği kültür sanayisi gerçeği varsa, bu durum kaçınılmazdır. Modernizmin kaynağı dolayısıyla Batı odaklı denilen sanat kültürel emperyalizmle tüm dünyada yaygınlaşır. Kimi kültürler bu Modernizmi kendi kültürleriyle birleştirmeyi başardı. Biz de başarmalıydık; ancak Osmanlı 19.yy sonunda Batı perspektifini programa alarak bir kırılma yarattı. Bu kırılmayla bu kadar gecikmiş bir hesaplaşma bence tarih dışıdır.
'AKP sanatı seçkincilikten çıkaracağını söyleseydi kabul edilebilir bir söylem olurdu’
Liberal ekonomiye geçişle, kültür endüstrisinin parasal önem kazanmaya başlamasından itibaren de iş dünyasının sanat üretimlerine ilgisi arttı. İş dünyasının ilgisi arttıkça bu üretimleri kendi imajına mal etme süreci başladı. Finansal kaynağı güçlü birtakım büyük kurumlar, etkinlikler düzenleyerek ve yatırımlar yaparak büyük bir tekel oluşturdular kuşkusuz. Nasıl oluştu bu tekel? Büyük sermayenin yönlendirdiği kültürel hareketler karşısında kamusal sermayenin etkinlikleri içerik ve estetik açısından cılız kaldı. Denge kurulamadı. Aslında bunların hepsinin temelinde yaratıcı insanın üretimi var. O üretim olmaz ise bu esasen bu etkinlikler olmayacaktı. Bu üretimi yapan insanın başvuracağı parasal kaynak yok. Olsa bile bunlar özel sektör ya da kamusal kurumların denetlediği bağımlı kaynaklardan ibaret.
Gerek devlet gerekse özel sektör, sanatçıya bazı kurallar koyuyor ki, bu günümüzde bireysel, özgür, eleştirel ve sübjektif olan sanat üretiminin karakterine uymuyor. Günümüz sanatı yerel ve küresel toplumlara hitap ediyor ve o yönde yapılandırılması gerekiyor. İstanbul’da bir kaç ilçeye sıkışmış çağdaş sanat etkinlikleri – Anadolu’da şimdilik Sinop, Çanakkale, Mardin Bienalleri var diyelim- seçkinci özellikler taşıyor. Dolayısıyla AKP kültür sanatı seçkincilikten çıkarıp daha geniş kitlelere mal edeceğini söyleseydi, bu kabul edilebilir bir söylem olurdu kuşkusuz.
Sizin devletle temasınız Venedik Bienalleri Türk Pavyonu’nun sanat yönetmeni olmanızla başlamıştı. Daha sonra 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Görsel Sanatlar Yönetmeni oldunuz. Yani devletle çalışmak açısından farklı dönemlere ait tecrübeleriniz söz konusu değil mi?
90’lı yılların başında, AB’ye entegre olma sürecinin başlamasıyla, devlet bazı adımlar atmaya başladı. Devlet ile çalışırken çok sert bürokratik kurallarla dağları aşarak ilerlemek zorundasınız. Kuralları çok iyi bilmeniz ve hata yapmamanız lazım. Bu anlamda zor bir süreçti. Ben 1990-2005 arasında devletin ve özel sektörün parasını kullanarak beş kez Venedik Bienali Türkiye Pavyonu yapabilen şanslı bir küratörüm.
Ancak 80’li ve 90’lı yıllarda – ve şimdi de - devlet Türkiye’de gelişen ve küresel ortamda etki yaratan sanat gelişmelerini desteklemek için yurtdışında hiç bir yatırım yapmıyor. Büyük başkentlerde – bırakın Batı’yı yüzümüzü döndüğümüz Doğu ülkelerinde bile – Türkiye çağdaş sanat ve kültürünü tanıtacak donanımlı bir merkez kurmak için gerekeli irade yok.
‘Devlet, sivil toplumla çalışmaktan feci ürktü’
Devletle çalışmak konusunda daha derin ilişkim ise 2007-2010 arasında oldu. Türkiye’nin o döneme kadar yapmadığı bir şeyi yapmak zorunda kaldığı, yani sivil toplumla ortaklık, işbirliği, proje paydaşlığı gibi yöntemlerle çalışmak zorunda kaldığı bir dönemdi bu. Devletin hayalinden bile geçirmediği bir durumdu. Sivil toplum – yerel ve AB grupları - geldi ve devlete ‘’Bizim programımız budur, bunu uygulayacaksın’’ dedi. Bu taleple devlet 2010’da sivil toplumun düşlerini, taleplerini, projelerini gerçekleştirmek zorunda kaldı. Bu dönemde İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçildiği dönem 600’ün üstünde proje gerçekleştirildi.
Bence bu, 1800’lerden gelip Cumhuriyet’le devam eden sürecin en önemli kırılma noktasıydı. Devlet sadece Türkiye’deki sivil toplum ile değil AB’li sivil toplum ve sanatçılar ile de birlikte çalıştı 2010 sürecinde. Evet, altyapı konularında çok olumsuz tepkiler aldık. İstanbul’da büyük sergi alanları ve konser salonları olmadığı için büyük sorunlar çıktı. Bu projelerin kitap, katalog gibi belgelenmiş kanıtları var.
Bu deneyim her nedense devleti feci ürküttü. 2011’de sert bir şekilde bırakıldı bu iş. Çünkü devlet sivil toplumdan çok korktu. Devlet ve hükümet,2010’daki sivil toplumun hayallerini gerçekleştirmeye devam etseydi belki de 2013’e geldiğimizde Gezi Parkı olayları hiç yaşanmayacaktı. 2010 bir geçiş dönemiydi devlet için. O süreçte devlet gücünü kaybettiğini düşündü oysa tam tersine sivil topluma kulak verseydi, işbirliğinde korkak davranmasaydı çok daha güçlenerek çıkacaktı aslında.
Şimdi gündemde biliyorsunuz Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) tasarısı var. Sanat dünyası ve sivil toplum tasarıya tepkili. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu revizyon fikrini?
Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanlığı döneminde büyük bir çalıştay yapılmıştı, çok önemliydi. Ancak tutmadı ve ilerleyemedi. Bunun nedenleri çok: Modernizm tamamlanmadı, sürüyor ve Post-Modernizm ile sürekli çatışıyor. Türkiye’de disiplinlerarası daynışma yok, herkes ayrı ayrı çalışıyor. Bu yüzden de birlikte adım atılamıyor. Devletin kültür politikası 1980’lerden günümüze küresel kültür sanayisinin gereklerine göre değil; siyasal ve yerel ideolojik çıkarlara göre yapılandırılıyor. Yaratıcı insana değil; bina ve etkinliğe yatırım yapılıyor. Özel sektör, devlet ve yerel yönetimler birbirlerine karşı çalışıyor, ortak bir kültür politikasında anlaşamıyorlar. Çağdaş sanat ve kültür üretimi tüm ülkeyi kapsayan bir işleyişe sahip olamıyor.
Bu yeni tasarı ise tamamen bir Sovyet modeli. Böyle bir yapı kurulsa bile işlemeyecektir. Uzun süredir Ankara’da bu işin başına geçmiş olan bürokratların keyfine göre dağıttıkları bir para var. Bu para hiçbir zaman gerçek sanat üretimine ve toplumun kültürel gelişimine ulaşmıyor. Bu tasarı uygulanırsa sanat ve kültür üretimi daha da zarar görecek ve nitelik ve nicelikten yitirecektir.
Kültürel çatışma eksenli bir siyaset sürdürülebilir bir siyaset midir dersiniz? Yaşanan bu çatışmanın veya kutuplaşmanın diyelim, toplumsal bir karşılığı, oturduğu bir zemin var mı?
Kültürün ideologların, siyasetçilerin, yöneticilerin, özel sektörün kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye çalıştığı bir olgu olduğu tarihsel örneklerle kanıtlanmış. Bütün ‘izm’lerin kendilerine özgü kültür yapısı var. Kapitalizmin de bir tüketim kültürü yapısı var. Bunun karşısındaki en sağlam direniş alanları ise “özgür düşünce”, “yaratıcı düşünce, ‘yaratıcı eylem”, “estetik bilinci” gibi yine tarihsel örneklerle kanıtlanmış alanlardır. Kapitalizm bu direniş alanlarını sever, çünkü üretim ancak böyle olabilir. Kapitalizm uzlaşır ve işbirliği yapar. Sanat ve para arasındaki o karmaşık ilişkidir bu. Günümüzün gerçeklerine uymayan siyasal ideolojiler, demokrasiden yetkeciliğe kaymalar sırasında kültürün yozlaştırılması, yolsuzlaştırılması gibi süreçler yaşanıyor. Ancak bu süreçleri tetikleyenlerin işinin zor olduğunu görüyoruz.