Can Kartoğlu
Ne güzelmiş Ereğli! Necmettin, denizsiz Ankara’dan sonra Ereğli’de otobüsten iner inmez önce mavi desen mavi değil, yeşil desen yeşil değil denizin karşısında durur, sonra döner dağlara tepelere, yeşilin her tonuna. Hem deniz olmak ister, hem dağ. Bağlık’taki bekâr lojmanlarındaki odasına yerleşir. Çantasını kenara koyup içinden kitaplarını çıkartır. Jack London’un Demir Ökçe’si, John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sı, Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri… Üstünde üniforma gibi yeşil pantolonu, kahverengi ceketi. Balkona çıkar. Mis gibi çilek kokar Ereğli. Aklı fikri ne girdiği işte, ne alacağı parada, sadece işçi sınıfında.
Dışarıda 1967... dünyanın en güzel yılına; 1968’e doğru akıp gitmekte. 1968’de dünya ayağa kalkacak, uyuyarak değil de uyanarak, gözlerini kocaman açarak, en güzel rüyasını görecek. Tarih, tarihe geçecek. Yıllardan başkaldırının yılı olacak. Paris’te üniversite öğrencilerinin ayaklanması yetmeyecek, dokuz milyon işçi de ayaklanacak, dünya bir kez daha genel grevi görecek... “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” Paris sokaklarına yazılan duvar yazılarından sadece biri. Bir diğeri, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!” Bunların hepsi Necmettin’in kulağına küpe, yüreğine umut olacak. Türkiye de açacak gözlerini… Üniversitelerde işgaller, boykotlar, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda örgütlenme... Üniversite gençliğinin salt üniversitelerin iyileştirilmesi için değil bütün dünya için ayağa kalktığı yıl olacak 1968… Sadece bir yıl değil 1968. Bir kuşak. Bir devrimci yükseliş; buram buram gençlik kokan, cesaret yayan, düşlerin en güzelini yaşatan… İşçi sınıfı da ayakta. Saraçhane meydanını dolduracak, Kavel’de direnecek... Paşabahçe Cam Fabrikası’nın kapısına grev pankartını asacak. DİSK’i kuracak. Ülkenin başında kıratında Süleyman Demirel… Namıdiğer Morrison Süleyman Başbakan, “Biz solcuların nefesi dinliyoruz” diyen Faruk Sükan İçişleri Bakanı... TİP on beş sosyalist milletvekiliyle mecliste...
Ankara’da Mimar Sinan Lisesi’nde okuyadururken dayakçı öğretmenin arkadaşına küfür edip vurmasıyla ayağa kalkan Necmettin, artık kendine dayatılan değil, hak bellediği yoldadır. O gün, bütün öğrenciler seyirci ve sessiz kalakalırken, hemen araya giren, öğretmene karşı gelen, arkadaşını savunan Necmettin’tir. El kadar çocukken annesiyle sinemaya gittiklerinde kapı önünde dilenen çocuğu görünce, “O burda dilenirken ben sinemaya giremem” diye feryat figan ağlamaya başlayan, sinemaya girmeden eve dönen, adalet duygusu coşkun, vicdanı uçsuz bucaksız Necmettin daha on sekizine gelmeden bilir: Sessiz olmak yok olmak demektir. Ama bilmez; sessiz olmayanın yok edildiğini... Okuldan atılır... Bir daha okula dönmez. Okulların özgürüne gider; Halkevleri’ne; tiyatro ve diksiyon dersi almaya... Sonra, Sergi Kitabevi’nin arkasındaki kültür merkezine; Çetin Altan’ı dinlemeye... Çetin Altan TİP’i anlattıkça etkilendikçe etkilenmeye... Liseyi bitirmeden üniversiteye; Siyasal’ın kantinine gidip gelmeye başlar... Ankara Devlet Tiyatrosu’nun bir iki oyununda küçük rollerde sahneye çıkmasına, çok etkileyici bir sese ve görüntüye sahip olmasına, oyunculuğunun da gelişmesine karşın devamını getirmez... Kendisini o kadar iyi bilir ki; TİP’e girecektir ve işçi sınıfı içinde devam edecektir. Sanatçı ruhunda patlayan volkanla...
İzmir’in cezalı bölüğünde 22 ay yaptığı erken askerlik sonrası aslında Necmettin’in niyeti Almanya’ya işçi olarak gitmektir. Ablası gibi… Başvurusunu yapmış, kabul de edilmiştir ya, annesi Necmettin yurtdışına gitmesin diye evrakları saklamıştır. Tam da o sırada aile dostları, Ereğli Demir Çelik’in Personel Müdürü Yılmaz Bey, fabrikada uygun iş olduğu haberini verince Necmettin, Ereğli’ye başvurur. Üniversite okumamış, liseyi bile bitirmemiş biri için bulunmaz nimettir bu iş. Ereğli daha bilmez ya; bulunmaz nimet aslında Necmettin’tir.
Bekâr lojmanlarının önünden kalkan servis minibüsüne binerken göz göze geldiği, yanına oturduğu genç adam ne çok Necmettin’e benzer. Bıyıkları devrimci bıyıkları. Hâl tavır devrimci hâli tavrı. “Ben Bingöl Erdumlu.”1 “Ben Necmettin Giritlioğlu!” Aa! İkisi de Ankara’dan gelmiş. Aynı yerlerden, aynı yollardan... Sonra lojmanda yan odada kalan İbrahim Kalyoncu. Sabahlara kadar lojmanın önüne iki sandalye çekip dinledikleri şarkılar, önceden okudukları Bitmeyen Kavga’yı bir defa da birlikte okudukları geceler, Namık Aşçı’yla Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumaları... Hani o yazın ortasında nezle olduğu zaman, o cânım denize sadece bir defa girebildiği... Mektupkeş olduğu, Ankara’dan gelen, üstünde “Necmettin Giritlioğlu PK 41 Kdz. Ereğli” yazan zarflardan çıkan mektupları bir solukta okuduğu, edindiği dostların, kurduğu sağlam ilişkilerin, işçilerin arasında, işverenin karşısında Ereğli zamanları... Bi’ tek kendisi değil, bütün emekçiler ilerlesin diye yolu deniz feneri gibi aydınlattığı üç yıl...
1968’de Ereğli TİP İlçe Sekreteri, Maden-İş Gençlik Kolları’nın Başkanı Necmettin’dir. Beyaz yakalı işçidir. Toplu sözleşme haklarından yararlanamayan A personeli olmasına rağmen, sendikaya üyedir. Aslında Necmettin’in kendisi başlı başına bir sendikadır. İşçilerin arasında bir başka adamdır ama yabancı değil... Adamdır demek lafın gelişi, gencecik çocuktur. Daha yirmilerinin ilk yarısında... Sanki işçilerin içlerinden biridir... Onu bir gören bir daha bakar, sesini bir defa duyan bir daha duymak ister, anlattıklarını dinleyen yine bir şeyler anlatsın der, bir ayağa kalktı mı peşinden birilerini değil binleri sürükler. Şöyle elini kaldırıp “İşçi kardeşlerim!” diye seslendiğinde o elin kendi eli olmaktan çıkıp ne kadar işçi varsa o kadar işçinin eli olduğunu, o elin dünyayı sırtlayacağını, dünyayı yerinden oynatacağını görürsünüz. Böyle büyülü bir delikanlı. Yoksa teorik bilgisi o kadar da yeterli değil. İşçileri eğitirken kendisini de eğitiyor. Fabrikada, Tuğla Müdürü’nün sekreterliğini yaparken yapayalnız, işçilerin arasındaysa kalabalık mı kalabalık. Tuğla Müdürlüğü’ne gelmeden önce üretimde kızgın akkor halindeki demire damga vuran Necmettin, aslında Ereğli’de kızgın kor haliyle işçi sınıfına damgasını vurmaktadır. Daktilosuna kağıdı takıp “Öfkem” diye başlığı atıp “Benim öfkem kayalar gibi sert / Benim öfkem çocuklar gibi şen” diye yazan Necmettin’dir. Bir de yakışıklı ki sormayın.
Gün emperyalizme ve sömürüye karşı durma zamanıdır. Necmettin, 16 Şubat 1969’da İstanbul’a gelir; Ereğli’den fabrikadan arkadaşlarıyla birlikte. Amerikan 6. Filosu'nun İstanbul'a demirlemesini protesto için "emperyalizme ve sömürüye" karşı düzenlenen mitinge katılacaklardır. Beyazıt'ta toplanırlar… Yaklaşık 30 bin kişiden biri Necmettin’dir. Yürüyüşe geçilir. Sultanahmet, Sirkeci, Karaköy, Tophane... Taksim'de bir grubun toplandığı haberi gelir. Sakallı, bereli, tespihli...Günlerden pazardır. Henüz bir sıfatı yoksa da pazarın, çok geçmeden o pazar Taksim’de “Kanlı Pazar” olacaktır. Gericiler mitinge "Müslüman Türkiye" sloganlarıyla saldırır. Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülür, iki yüz can yaralanır. Necmettin, gericilerin elinden bir genç kızı kurtarırken hücuma uğrar. Alnındaki yara izi, Kanlı Pazar’ın izidir. Alın yazısı gibidir alındaki iz… Güneş kadar aydınlık Necmettin’in alın yazısı karadır.
Seçim zamanıdır: 12 Ekim 1969... Necmettin’e göre, “Ecevit, kara gözlerine ve ‘halktan’ gibi gözükmesine rağmen, hatta gerçekten öyle bile olsa, şu an Türkiye halkına en çok zararı olan kişidir. Olmayan bir demokrasiyi var gösterip, çok büyük bir devrimci birikimi (halktaki) bozuk para gibi harcayan, ayakları yere değmeyen, katiyen bilimsel konuşmayan bir demagog”tur, o kadar. Paşa’ysa, “eski bir burjuva devrimcisi”dir. “Şimdi, 86 yaşın rehavetiyle eskiye sımsıkı yapışan, ‘Bize daha kötülerini gösteren bir politika tilkisi”dir... Ve Necmettin, “onlara söylenecek tek lafın Lenin’in ‘Zor, her eski toplumun yeniye ebesidir’ lafı” olduğunu yazar mektuplarında. Seçim sonuçları ise “çok normal bir netice”dir. diyecektir. “Demokratik olmayan bir ülkede, emperyalizmin alabildiğine hüküm sürdüğü bir ülkede, feodalitenin ezici baskısı olan bir ülkede; seçim yoluyla değil yelpazenin solundaki TİP, CHP gibi bir parti bile iktidarı alamaz. Ancak AP gibi en sağdaki bir parti, daha doğrusu sırtını emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibe üçlüsüne dayayan bir parti kazanır oyunu.” diye de sürdürür. MDD’ci (Milli Demokratik Devrim) anlayışını vurgulamaktan geri durmaz: “Yerli işbirlikçilerine karşı MİLLİ... Feodalizme karşı da DEMOKRATİK devrim diye çizmişiz. Ondan sonra SOSYALİST DEVRİM. Gerçek bir burjuva demokrasisinin bile olmadığı bir ülkede sosyalizmi kurmak ham hayaldir.”
Türkiye’de Süleyman Demirel’in iktidarı, Türk-İş’te de Halil Tunç’un iktidarı sürer. Ereğli Demir Çelik, grevlerinin en acayibini yaşar. “Biz bu grevi iki puşt yüzünden yaptık” diyen Türk-İş’in Genel Sekreteri Halil Tunç’un başlatmak zorunda kaldığı, Metal-İş’in Başkanı Fikri Yıldız’la, Sekreteri Yusuf Sarı’yla birlikte sağ gösterip sol vurduğu, işçiyle birlikmiş gibi durup işçinin karşısına dikildiği, haliyle işçilerin Türk-İş’le yüzleştiği, Türk-İş’in rengini belli ettiği, “Sendikadan Satılık 1969 Grevi”nde “iki puşt”tan biri Necmettin, biri Bingöl’dür. Sendika sanırsın ki işçi sendikası değil, işveren sendikasıdır. Düşünün ki, sendikanın başkanı sizi “grev kışkırtıcısı” diye ihbar ediyor. Metal-İş’in Başkanı Fikri Yıldız, Metal-İş dergisinde “Bunlar komünist, bunlar grev kışkırtıcısı” diye Necmettin’in, Bingöl’ün, daha nicesinin adını yazar. Fikri Yıldız’ın “Bunlar” dediği “TopluSözleşme Uyarma ve Dayanışma Komitesi”ndeki herkestir. İşçiyi sendikadan korumak için, sendikaya rağmen işçinin haklarını korumak için, grev sürecini çıkar sürecinden çıkarıp hak sürecine çevirmek için kurulan bu komitede Ahmet Geçenoğlu, Osman Arslanbay, Erdem Arkun, NuriYıldırım, Yalçın Gülbiz, Yakup Erdem, Necmettin Giritlioğlu, Bingöl Erdumlu vardır… Sessiz kalmayanlar… Sessiz kalıp yok olacaklarına seslerini çıkararak var olanlar… Karşılıksız kalmayacaktır böyle var oluşları… Necmettin’in deyişiyle morali, “sıfırın altında buz tutmuş vaziyette”dir. Ve yine dediği gibi “atide güneş falan yok”tur...
“Sendikacılar, “Protokolü imza edeceğiz” diye on gündür oyalıyorlar... Bu, işçinin tansiyonunu düşürmek için bir taktik... Bakalım, devran ne gösterir... Yalnız, atide güneş falan yok... Herifler bizi bit pazarında yırtık ceket satar gibi sattılar. (...) Kabahat mi: İşçinin... Grev yaptı... İsteseydi biz ona hakkını vermez miydik, çok ayıp. Ama, tüm suç onda değil. Memleketteki anarşistlerin işi bu. Ezmek lazım onları. Ah şu anayasa... Değiştirmeden onu, bu memlekete huzur gelmez!”
Grev, katakulli sözleşmeyle greve çıkılmadan önce verilen hakların daha azıyla bitirilir, kaybedilmişlik zafer diye ilan edilir, işverenle sendika el ele, varlık gösterenleri yok etmek için, ellerinden geleni artlarına koymazlar. Necmettin “Kimse her şey bitti diyemez. Bu büyük bir tecrübe idi. Bunun ışığında çok şey yapılır” diye bakar yarına. Bu defa, “moralim beton gibi” der. Çok şey yapacaktır yapmasına TİP’in ilçe sekreteridir ya, ters giden bir şeyler vardır… Değil çok şey, bir şey yapacak olsa, dur der Parti. Yapacağı her eylem için Parti’den buyur beklemek aklının alacağı şey değildir Necmettin’in. Parti, oy goygoyculuğu yapmalarını istemektedir. “Aman, fabrikada fazla faal olmayın, sizi işten atarlarsa orada örgüt dağılır, köylere gidip, köylülerle diyalog kurun” diyeduran Parti’dir. Necmettin’in gitmediği köy, girmediği maden, konuşmadığı insan kalmaz. Hele o haftada iki defa kurulan pazara ne çok gider. Pazar yeri Subaşı’ndadır. Necmettin köylülerle tanışıp arkadaş edinince onu köylerine davet ederler. Hele birinin köyünün adı Kızılca’dır ve o köyün adı Necmettin’in haliyle çok hoşuna gidince tabana kuvvet; Kızılca’ya gider. Köyün bütün evleri kerpiçtir, tek bir taş bina yoktur. Yol çamurdur. Lağım yola akar. Bütün iktidarlar söz verdikçe, Kızılca da bütün iktidarlara oy vermiştir vermesine de köye yirmi yıldır okul yaptırılmamıştır. Köyün girişinde gıcır gıcır tabelasıyla “Cami Yaptırma Derneği...” Köyde cami olsa da, Kızılca sivri minareli, kubbeli cami istemekte... Necmettin o zamanlar, çözümün daha diyalogla olabileceği inancında... O yüzden saatlerce konuşur köylülerle... Sekiz on yaşlarında güzel bir kız çocuğu geçer önlerinden... Ayakkabısız ayağında koca bir yara... Lağımlı suya bata çıka... Necmettin boşalıncaya kadar küfretmek, kıyasıya dövüşmek ister. Sonra der ki: “Neye yarar? Suyu kaynağından keseceksin. Yoksa, orta yerine kurduğun bendi bir gün gelir aşar su. Suyun kaynağı Amerika. Suyun kaynağı işbirlikçiler. Suyun kaynağı feodalite... Bütün bunlarda hepimizin suçu var. Bizim anladığımız politikayı herkes hep beraber saptar. Bunu yapmasına izin vermezlerse, insan hayatında yapacağı en güzel şeyi yapar; DİRENİR...”
Ve Necmettin işçi ve köylülerin diyalogdan ziyade ancak devrimci eylem içinde bilinçleneceklerini, kavgada öncü durumuna geçeceklerini görür. TİP’i düzeltemese de kendisini düzeltecektir. Hatalarını düzelte düzelte çoğalacaktır. Bingöl işten çıkartılıp Ereğli’den ayrıldığında Necmettin Parti’de iyice yalnız kaldığını düşündüğü anda Parti dışından bağ kurduğu arkadaşlarıyla “tabelasız-tüzüksüz” bir örgüt kurar. Akıl varsa çare de vardır. 1969’un sonbaharıdır. İlk eylemleri işçilere İşçi-Köylü gazetesi dağıtmak olur. Artık her şeyi yapabilirim diye düşünür Necmettin: “Bir yayılabilirsek, Parti’de yapamadığım her şeyi yapabilirim.”
Necmettin, 1970’in ilk ayında TİP’in önce Ereğli’deki İlçe, sonra Zonguldak’taki İl Kongreleri’ne katılır. Mahir, İstanbul’dan gelir. Sadun Aren’in konuşmasına Necmettin’le, Bingöl’le ve diğer Ereğlili arkadaşlarıyla birlikte müdahale eder. Salonda gürültüler koparan uzun bir konuşma yapar. Sadun Aren, “Bay Aren”, TİP Senatörü Fatma Hikmet İşmen’ ise “Bayan Fatma Hikmet İşmen”dir, Mahir’in dilinde. Aren'in gerçekleri tahrif ettiğini, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka bir şey olmadığını söyler. Herkes birbirine girer. Her iki taraf da birbirini oportünistlikle suçlar. Tabii ki oportünist olan onlar, diye düşünmektedir Necmettin. Zira emperyalizme karşı verilmesi gereken kavgayı pasifize etmeye çalışıyorlardır. TİP de çok geçmeden MDD anlayışıyla Parti için var gücüyle çalışan Necmettin’i ve her kim varsa onları pasifize etmenin yolunu hepsini Parti’den çıkartmakta bulur.
1970 şubatının son günleridir. Zonguldak’ta Türk- Vietnam Dostluk Derneği kurulmuş. Bu dernek, Amerika Vietnamlıları bombalarken, Türk halkı Vietnam’da Amerika’ya uşaklık eden Güney Vietnamlıları sevsinler istiyor. Nasıl sevsinler? Açılan fotoğraf sergileriyle. Yalan dolanla. Necmettin, birkaç arkadaşıyla Ereğli’den çıkmış yola, hani o 12 Mart işkencelerinde tek kelime konuşmayacak olan İrfan Uçar da Ankara’dan gelmiş. Sergi, Zonguldak Halkevi’nde. Necmettinler camı çerçeveyi bir güzel indirirler. Maden işçilerinin olduğu ocak ağızlarına gidip bildiriler dağıtırlar. Sonra yakalanıp yaka paça götürülürler, gözaltına alınırlar. Zonguldak’takiler yetmez, Ankara’dan gelen iki kişi de özel olarak sorgular Necmettin’i. Kimdir bu delikanlı? Görmeleri lazımdır. Bu kadar hızlı, bu kadar büyülü, bu kadar çekici, bu kadar kendiliğinden lider, göz yumulamayacak kadar göze giren... İşkencelerden işkence beğensindir... “Seni öldüreceğiz!” derler Necmettin’e. “Seni öldüreceğiz!” Necmettin, bunun gözdağı olmadığını o anda anlar. Sonra İncivez Cezaevi’ne konulur arkadaşlarıyla birlikte. İncivez Cezaevi Zonguldak’a tepeden bakar. Çok aşağıda deli bir deniz. Dalgalar neredeyse hapishanenin duvarlarını yalar. Necmettin bilir mi bilinmez Sabahattin Ali’nin Aldırma Gönül şiirini... Bir sabah İncivez’den alınıp Zonguldak’ın merkezine; Adliye’ye götürülürler. Ekrem Yılmaz, Hakan Yeğen, Şükrü Ayhan, Reşit Ersoy, Coşkun Aday, Necmettin... Tarih, 5 Mart 1970’dir. İlk dava olur. Komünizm propagandası yapmaktan yargılanırlar. Tahliye edildikleri o gün, önce İncivez’e götürüleceklerdir. Adliye’den elleri kelepçeli çıkarken bir kız çocuğuyla göz göze gelir. Annesinin elinden tutmuş, uzun çırpı bacaklarıyla, iki yandan örülmüş uzun saçlarıyla bir kız çocuğu... Belki de ilk defa kelepçeli birini görür. Annesi “Can! Haydi!” diye seslenir. Adı Can’mış. Can kız adı da olurmuş demek. Muzaffer nasıl kız adı oluyorsa... Necmettin’in burnunun direği sızlar...
Nasıl liseden atıldığında okuluna geri dönmez, cezaevi sonrası da atıldığı işine dönmez. Üstünde “Necmettin Giritlioğlu PK 41 Kdz. Ereğli” yazan zarflardan mektup almayacaktır artık. Ankara’ya gider. Yusuf Küpeli, Mahir Çayan, Münir Aktolga, Cengiz Zaptçı, Taylan Özgür’le arkadaş... İşçilerle yaren... İsmet Demir’in meşhur Yapı İşçileri Sendikası’nda önce Ankara örgütlenmesinde çalışır, Aliağa’ya gittiğinde ise genel başkan olur. Daha 26’sında. Yüreğinin yarısı Ereğli’dedir. Ara ara gider, dostlarını görür, işçilerle sohbet eder. “Faşist dikta geliyor” diye uyarır Namık Aşçı’yı son gördüğünde, “DİSK’e, Maden-İş’e destek verin!” der.
Can Kartoğlu
Teşvikiye, 22 Temmuz 2017
1- Bingöl Erdumlu, 1969’da Maden-İş üyesi. 1970’te 15-16 Haziran eylemcilerinden. THKP-C kurucularından. 1971’de Yapı İşçileri Sendikası başkanı. 1976’da DİSK’in Örgütlenme Dairesi’nde. 1977 1 Mayısı’nda Taksim’de. 80’lerin ortasında Hollanda’da. ‘90’ların başında Nikaragua’da. Şimdi Hayır Adalar Meclisi’nde. Çok yakında emek tarihi yazarı Can Şafak’ın Altıncı Süit adlı kitabında...