Murat Belge
Gezi Direnişi sırasında ortaya sürülen “Kabataş” hikâyesinin aslı faslı olmadığı söylendi. Söyleyenler, böyle bir kayda rastlanmadığını, “Ben gördüm” diyen bir kimsenin çıkmadığını, üstüne işendiği söylenen giysilerin inceleme yapılması için teslim edilmediğini sıraladılar. Avukat da böyle bir şey olmadığını söylüyor. Bu sıralanan maddelerin böyle olmadığına dair bir kanıt gösterilmedi.
Ama Tayyip Erdoğan “O kadına hakaret yağdırdılar” diye atıldı ortalara. “Oldu mu, olmadı mı?” noktasını çoktan aşmış o; olduğunu kesinleştirmiş, o noktadan konuşuyor.
Önemli siyasi olaylar olurken, insanlar çok zaman kasıtlı da olmadan bir şeyleri abartır, büyütürler. Bu söylentileri işitenler de kendi siyasi doğrultularına göre kabul ederler, etmezler vb. Bunlar normaldir. 27 Mayıs’ta –herhalde kasıtlı olarak– o mide bulandırıcı “kıyma” söylentisi çıkmıştı. İnanan inanmıştı. Gidip adama, “Vay niye inandın?” diye hesap soramazsın. Söylentiyi çıkaranıysa zaten bulamazsın.
Ama bugün kimse, “27 Mayıs’tan önce öğrenci öldürüp Et-Balık Kurumu’nda kıyma yapmışlardı” diye hikâye anlatmıyor.
Tayyip Erdoğan ısrar ediyor: kadına o anlatılanlar yapıldı ve camiye ayakkabılarıyla girip bira içtiler.
Bunların doğru olmasını istiyor. Bunların doğru olmasına ihtiyacı var. Çünkü kendi cephesini nefretle donatmak istiyor. Çünkü nefrete ihtiyacı var.
Bu tavır bizim gibileri kızdırıyor. Ama Tayyip Erdoğan’ın çeşitli davranışlarına baktığımızda, gitgide böyle bir dünyaya yöneldiğini de görüyoruz. Örneğin Amerika’nın keşfi hikâyesi.
Bu dünyada inanacak kaç kişi var? Bilmiyorum, ama bir tanesi Tayyip Erdoğan. Erdoğan, inanmak istediğine inanıyor. İnanmak istemesi yeterli, başkaca kanıta gerek yok.
Gelmiş geçmiş en büyük psikologlardan William Shakespeare, herhalde ülkesini tarih boyunca biçimlendirmiş insanların kendilerinin nasıl biçimlendiğini merak ettiği için, Holinshed’in tarihleri gibi eserlerden yararlanarak, “tarihî oyunlar” yazdı; birçok İngiliz kralının hayatını dramatize etti. Bunların arasında, kişilik analizi bakımından, kurmaca oyunları kadar başarılı olanları vardır (III. Richard, IV. Henry vb.).
Tayyip Erdoğan siyaset sahnesine ilk çıkışından bugüne ciddi bir kişilik dönüşümünden geçmiş biri. En azından kamuya sunduğu imge çerçevesinde, 2010’a kadarki Erdoğan’la sonraki Erdoğan arasında ciddi bir fark olduğu, genel bir ittifak oluşturacak bir iddiadır. Bunu “Şekspiryen” bir dönüşüm gibi görüyorum. Çok çarpıcı buluyorum. Ne yazık ki Tayyip Erdoğan, Shakespeare’ini bulamamış bir kral ya da sultan.
Nasıl çalışan bir zihin olmalı, şu Ankara’daki sarayı tasarlayan, sonra da somutlaştıran, gerçekleştiren?
Bütün bu “majestik” tasavvurlar arasında, “sigara içenlere mahalle baskısı uygulayın” düzeyinde tavsiyelerde bulunabilen?
Amerika’yı Müslümanların keşfetmesinin kesin kanıtı olarak da Kolomb’un Küba’da cami gördüğünü söyleyebilen? Çamlıca’da yaptırdığının benzerini Küba’ya da yapmayı önerebilen?
Derken on altı palabıyık adamı sıraya dizip aralarından emperyal adımlar atarak merdiven inen?
Bu kişi, nasıl bir kişidir?
Birçok şey söylenebilir herhalde. Uzmanları söylesin. Ben uzmanı değilim.
Ama şu kadarını söyleyebilirim. Tayyip Erdoğan sarayına girerken sanki biraz da özel “rüyalar âlemine” girdi. Kendi eliyle kendisi için kurduğu dünya orası. Kendine biat etmiş birilerinin girmeye desturlu olduğu bir yer. Erdoğan’ın gezilerine götürdüğü ya da televizyon ekranında yüzünü görmek istediği gazeteciler gibi. Korumalar, danışmanlar, gazeteciler… İstenmedik olayların, konuların ve insanların bulunmadığı bir dünya.
Ama gel gör ki sahici dünya böyle değil.
Örneğin IŞİD var, sahici dünyada. Bu IŞİD, Erdoğan’a biat etmiyor, hiç değilse beklediği gibi riayet etmiyor. “Mümin” olsun, mümin olması iyi, ama ille de kelle kesmesi şart mı, müze yıkması şart mı? İstenmeyen heykeli Erdoğan da ortalık yerden kaldırdı, göz tırmalamasına izin vermedi. Ama her şeyin bir usulü var. Erdoğan da bunu usulüyle yaptı. Oysa bu IŞİD’ciler yok diri diri insan yakıyor, yok tarihî türbe yıkıyor, insanı mahcup ediyorlar.
İşin kötüsü, saraydan çıkınca dünya böyle.