Etyen Mahçupyan
(Zaman, 20 Eylül 2012)
AKP'nin demokratlığı
Referandum sonrası 'ustalık döneminde' hükümetin Kürt meselesinde reformcu anlayıştan saparak tamamen çatışma odaklı bir siyasete sarılması, Başbakan'ın ise yargı ve basın üzerinde tahakküm yaratan tehditlerle dolu üslubu, AKP'nin demokratlıktan uzaklaştığı yorumlarına neden oldu.
Bu yorumun anlaşılır bir tarafı vardı, çünkü hem bu parti kendisini 'muhafazakâr demokrat' olarak adlandırmayı yeğlemişti hem de iktidarının ilk yıllarında atılan adımlar gerçekten de demokratikleştirici nitelikteydi. Ne var ki sosyal alanda sonuçlar zihniyete ilişkin nedenlerin kanıtı olarak ele alınamaz. Çünkü bunlar bir zihniyetin dolaysız değil, belirli bir durum ve koşullar karşısında ürettiği sonuçlardır.
Dolayısıyla, AKP hükümetlerinin demokratikleştirici adımlarından hareketle, demokrat zihniyete sahip olduğunu öne sürmek mümkün değil. Bir kişi veya kurumun 'demokrat' olduğunu söyleyebilmek için, onun davranışlarını demokrat zihniyetle tutarlı kılan belirli ilkesel tutumları gözleyebilmemiz gerekir. Oysa AKP'nin örneğin şeffaflık, katılım, ikna ve benzeri prensipler açısından herhangi bir duyarlılığı olduğunu söyleyemeyiz. Diğer bir deyişle Başbakan'ın üslubu son derece yumuşak olsaydı bile, ne kendisinin ne de partisinin demokrat olduğunu öne süremezdik. Nitekim gerçek çok daha yalın: AKP zaten hiçbir zaman demokrat zihniyetin ilkesel yaklaşımını savunmadığı gibi, esas olarak mağdur dindar kesimin merkeze yaklaşmasının, giderek o merkezi fethetmesinin, kamusal alanda bir yetki devrinin sözcülüğünü ve taşıyıcılığını yaptı. Bunu yaparken de esas olarak kendi temsil ettiği kesimin hak ve özgürlükleri üzerinde durdu ve söz konusu iktidar değişimini bir haksızlığın giderilmesi olarak sundu. AKP söyleminde 'normalleşme' kelimesi, sadece demokrasinin vesayetten kurtulmasını değil, devletin asli sahiplerine iade edilmesini de ifade etmekteydi... Zaten vesayetten kurtulmanın zorunluluğu da buradan kaynaklanmaktaydı, çünkü İslami kesimin mağduriyeti doğrudan bu vesayetle bağlantılıydı. Yani vesayetten kurtulma meselesi AKP için ilkesel bir tutumdan ziyade, 'adaletin' ihsas edilmesi için yapılması gereken bir ameliyat gibiydi.
AKP Cumhuriyet rejiminin otoriter yapısına karşı çıktı, ancak söz konusu karşı çıkışın temelinde rejimin hiyerarşik niteliği yoktu. AKP hiyerarşinin kendisiyle değil, bu hiyerarşinin nasıl yapılandığı ile sıkıntı yaşamaktaydı. Öte yandan rejimin toplumsal tahayyülü ile AKP'ninki arasında net bir karşıtlık vardı: Rejim homojen bir laik-Türk vatandaş kitlesi tasavvuruna dayanırken, AKP heterojen bir toplum gerçeğini kabullenmekteydi. Diğer bir deyişle AKP ataerkil zihniyete sahip bir parti olarak yola çıktı ve hep öyle de kaldı... Bu partinin demokratikleştirici özelliği, ataerkilliği otoriterlik karşısında daha özgürlükçü kılan heterojen toplum anlayışıyla bağlantılıydı. Nitekim Alevi açılımı, Kürtlere yönelik kimi söylemler, gayrimüslimlerin mağduriyetlerini giderecek kimi adımlar bu bağlamda hayat buldular. Ataerkillik hem İslam'dan hem de Osmanlı'dan beslendiği için son derece güçlü köklere sahipti ve AKP de kozmopolit niteliklerini birer emanet olarak taşıyan ahlaki ve dindar bir yeni cumhuriyet kurmaya yöneldi. Ne var ki bu iktidar sürecinde hiçbir alanda demokrat yaklaşım sergilenmedi... Katılımcılık yerine daveti, ikna yerine istişareyi kullandılar ve sonuçta hiyerarşinin hükmünü geçerli kıldılar. Çünkü ataerkil zihniyet İlahi bir yansımanın sonucu olarak gerçeği bildiğimizi varsayar ve dolayısıyla bu bilgiye sahip olanların yönetmesi gerektiğini, yönetenlerin ise seçilmiş rehberler olarak söz konusu bilgiye yanaşmak durumunda olduklarını ima eder. Bu bağlamda demokrasi çoğulcu bir fikirsel ortamın değil, çoğunluk eliyle rehberin meşrulaşmasının ifadesidir. Aterkil rehber doğruları bilir, ancak bunu zorla değil 'güzellikle' yapmak ister ve buna karşılık da yapılan 'hayırlı' işin takdir edilmesini bekler. İnsani ilişkilerde 'saygı' kritik bir işlev görürken, sıradanlığın kabulü pek kolay olmaz, çünkü ataerkilliğin epistemolojik varsayımı herkesin biricik olduğunu ve bu meyanda rehberlerin de bilgiye yakınlıkları nedeniyle üstün vasıflara sahip olduklarını kabul eder.
Gerçekliğin manevi bir zihinden cansız varlıklara doğru giden hiyerarşik bir yapısının olduğu fikri, her varlığın kendine has anlamının ve yerinin olmasıyla bütünleşir. Bu anlayışın uzantısı olan toplumsal tahayyül de hiyerarşik ve heterojendir. Öte yandan her varlığın kendi yerinin olması özgürlük ve eşitliği ikinci dereceye iterken, bu varlıkların dengesini kollamayı üstlenen adalet fikrini öne çıkarır. Bu nedenle ataerkil siyasetler hep bir adil düzen ararlar, ama bu adil düzen kendilerini yönetici kılan bir hiyerarşiden ötesini üretemez. Bu hiyerarşi, hak kavramını dışlamayan bir yönetimle bütünleştiği ölçüde demokratikleştirici bir işlev görebilir. Özellikle sistemin otoriter olduğu toplumlarda, ataerkillik demokrasi yönünde açık bir 'ilerleme' anlamına gelecektir. Yeter ki verilen miktara razı olun ve rehberlerin öngördüğünden fazlasını istemeyin...