Gündem

Balyoz bavulu Taraf'a gitmeden önce yargı ve poliste bekletildi mi?

Balyoz sanığı, eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, 'adaletin ailesine zulmettiğini' öne sürdü.

01 Ocak 2011 02:00
T24 – Balyoz darbe planı iddialarıyla ilgili olarak açılan davanın 1 numaralı sanığı, eski 1. Ordu Komutanı  Çetin Doğan, “adaletin ailesine zulmettiğini” öne sürdü. Doğan, Balyoz dosyasının, davaya dayanak olan belgeleri 20 Ocak 2010 tarihinde yayımlamaya başlayan Taraf gazetesinden önce emniyette ve Beşiktaş Adliyesi'nde uzun süre bekletildiğine ilişkin “güçlü emareler bulunduğunu, bu hususun sonuna kadar takipçisi olacağını” açıkladı.

Emekli orgeneral Çetin Doğan, “Yazar-Çizer Kurulu”nda Ergenekon davası sanıklarından eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Kamran İnan, Yekta Güngör Özden, Cafer Tayyar Sadıklar gibi isimlerin de bulunduğu “Maya” dergisi  için Balyoz davası konusunda uzun bir yazı kaleme aldı.

Kendisi de derginin “Yazar-Çizer Kurulu”nda ilan edilen Doğan, yazısında Balyoz davasına
dayanak olan belgelerde saptadıkları “zaman ve mekân tutarsızlıkları” üzerinde durdu.

İkisi de Harvard Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan kızı Pınar Doğan ile damadı Dani Rodrik'in kaleme aldığı Balyoz kitabına da atıflar yapan Doğan'ın, Maya dergisinin salı günü yayımlanacak yeni sayısı için “Adalet Mülkün mü, Yoksa Zulmün mü  Temeli?” başlığıyla kaleme aldığı ve T24'e de gönderdiği 33 bin 58 vuruşluk yazı şöyle: (Siyah ara başlıklar Çetin Doğan'ın kendisine attir. Kırmızı ara başlıklar ise uzun metnin kolay okunması ve önemli noktalara dikkat çekilmesi amacıyla T24 editörlerince atılmıştır).


'Adalet Zulmün Maşası Oldu'


Yıl sonu yazılarımda, sene içerisinde ülkemizde ve dünyamızda öne çıkan olayları olabildiğince geniş bir perspektifle irdeleyerek, geleceğe ilişkin “ne yapmalı?”sorusuna yanıt aramayı sürdürmüşümdür. Geçtiğimiz yılın başlarından itibaren “adalete mütedair” olayların bir bakıma merkezinde bulunarak yaşamakta olduğum süreç, bana ülkemizde tartışılmaya başlayan “rejim sorunun” diğer sorunları sollayarak, ülkemizin bir numaralı öncelikli sorunu haline geldiği inancını pekiştirmiştir. Bu süreçte ülkemizde “adalet mülkün temeli” olmaktan çıkarak “zulmün maşası” haline gelişinin bir numaralı tanığı oldum. Bu nedenle yazımda ülke sorunları bazında perspektifi daraltarak, bütün rejimlerin temel belirleyicisi “adalet” üzerinde durmak istiyorum. Ülkemizin irili ufaklı bütün ciddi sorunlarının ötesinde adalet olmazsa, geriye tartışılacak hiçbir şeyin kalmayacağı, “egemen” olanın bildiğini okumaya ve okutmaya devam edeceği bilinmelidir.
Bu makalenin amacı, iktidar sahiplerinin güdümüne giren bir adalet sisteminde, istendiğinde belli bir amaca yönelik “kurgulanmış davaların” nasıl tezgâhlanabildiğini ortaya koymaktır. Bu durumun ülkemiz için doğurduğu ve sürdürülmesi halinde daha da doğurabileceği sonuçlarını “okurların” değerlendirmesine bırakmak istiyorum. Halkımız ses soluk vermeyen türü tükenmiş  “Ceviz Ağacı” gibi işin farkında değil gibi görünse de, işin farkında olduğu günü geldiğinde görülecektir.  Ülkemizin ekseninde kayışa paralel, yönetim tarzının nereye doğru kaymakta olduğunun da dünyanın gözünden kaçmadığı anlaşılmaktadır.

Economist Dergisi İstihbarat Grubu, dünyamızdaki 167 ülkenin Kasım 2010 itibariyle rejimlerini sınıflandıran “Demokrasi İndeks-2010” adıyla bir araştırma yayımladı. Yayımlanan raporda ülkeler; tam, kusurlu ve hybrit (melez) demokrasi ile otariter rejimler olarak dört gruba ayrılmış. Ülkemiz 2008 yılında 87'nci sırada boy gözükürken 2010’da iki derece alt sıraya düşerek 89ncu sıraya oturmuş, hybrit rejimden otariter rejime doğru 23 adımlık (ülkelik) mesafe kalmış. Ne hallere düştüğümüz konusunda bir fikir edinmek için bir kaç ülkenin listedeki yerini açıklamak uygun olacaktır: Çek Cumhuriyeti, Güney Kore ve Uruguay tam demokrasi sınıfında yeralıken, melez demokrasi klasmanında yer alan Bengaldeş’in 83'üncü, Arnavutluk’un ise 84'ncü sırada yer aldığını belirtelim.


Adaletin Ailemize Ettiği Zulüm


Ülkemizde demokratik hak ve özgürlüklerde gerilemenin sarsıntısını, olumsuz sonuçlarını 2010 yılı başından itibaren ailece çektik, çekmeye devam ediyoruz. En ağır bedelini ödeyenler  ise eşim, çocukarım ve de onların eşleri oldu. Özellikle binlerce kilometre uzaktaki kızım Pınar ve damadım Dani’nin, Harvard Üniversitesi’ndeki akademik çalışmalarından zaman ayırarak sahteciliğin izlerini sürmelerine  gönlüm hiç razı olmadı. Bir baba olarak beni nelerin üzdüğünü paylaşmak için kızım ve damadımın T24’te yayınlanan röportajlarından bir kaç satır alıntı yapacağım. Kızım şöyle söylüyor:

“Çok açık söylemek gerekirse, yakın geçmişe kadar orta vadede buraya dönmeyi planlıyorduk. Ama şu anda ben kesinlikle dönmek istemiyorum. Burada kendimi kesinlikle güvende hissetmiyorum. Sistem içerisinde, üzerinize resmen suç inşa etmek için çalışan ve çok etkili bir örgüt var. Bu beni çok korkutuyor, kendimi güvende hissetmiyorum.”   

“İnsanların siyasi duruşlarının, önyargılarının nefrete, intikama dönüştüğünü, deneyimlemek çok tedirgin edici.” 

Kızım ve damadım önce açık kaynaklardan yararlanarak, bilahare savcılığın belgeler üzerine koyduğu kısıtlamanın  mahkeme kararı ile kısmen kaldırılması ile erişime açılan binlerce sayfalık belgelerde sahteciliğin izlerini bıkmadan usanmadan sürdüler. Bu yolda elde ettikleri bulguları önce internet sitelerinde, konuya ilişkin düzenlenen toplantı ve seminerlerde ve nihayet TV’de  yaptıkları söyleşilerde, “Balyoz Davası’nın” meşru bir zemini kalmadığını Türk ve Dünya kamuoyunun bilgisine ve ilgisine bütün çıplaklığı ile sundular. Son olarak yazdıkları “BALYOZ, Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler” adlı kitaptan her kesimin kendine ders çıkarması gereken bölümler bulunduğu görülecektir. Kitaptan bir cümlelik alıntı yaparak  “Balyoz Davası’na”geçelim:

“İsterdik ki hukuk devletine ters düşen süreçlerle hukuk devletinin kurulamayacağı, anti-demokratik yontemlerle demokrasinin derinleştirilemeyeceği, kimi insanların hakları çiğnenerek diğerlerinin haklarının korunamayacağı daha iyi anlaşılsın.”


Neden Savunma Değil, Manifesto? Neden Sanık Değil, Tanık?


Meşru zemini olmayan, daha başlamadan dayandığı bütün savların çürütüldüğü, hak ve adalet kavramlarının çiğnendiği, yok sayıldığı  bir davanın sanığı olamaz. Olsa olsa tanığı ve kurbanı olur. Şahsıma karşı  yapılan haksızlık ve hukuksuzluğu bireysel bir mağduriyet olarak görmediğim için, mahkemede yapacağım konuşma, ortaya koyacağım deliller ile bir savunma değil, gerçek hâkim ve savcıları göreve çağıran “iddia ve ithamları” içerecektir. Mahkemede bir kere daha haykıracağım gerçekler karşısında yetkili ve ilgililerin kılları kıpırdamasa da, sözleriminin, yüce Türk Ulusu ve gelecek kuşaklar tarafından “tarihe not düşen bir tanığın manifestosu” olarak algılanacağından kuşku duymuyorum.


Silivri Davalarının Tarihteki Yerine İlişkin Düşünceler


Tarih, ülkemizde ve dünyada siyasal iktidarların belirli politik hedefleri uğruna nice  kişi ve grupların düzmece bahanelerle yargılandığına şahittir. Adaletin ayaklar altına alındığı, insanların korku ile sindirildiği, özgür basının büyük ölçüde susturulduğu bu gibi durumlarda geçiçici olarak gerçek suçluluların, zorbaların yüceltilmesi; toplumların yanıltılması doğaldır. Ancak bugün saygı ve rahmetle anılanlar ise, dünün düzmece davalarının  sanık ve mahkûmlarıdır. Lanetle anılanları da, “Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi” benzeri mahkemeler ile, bu tür mahkemelere  ruhsat verenler, kol-kanat gerenler, haksızlık ve hukuksuzluğa alkış tutanlardır.

“Balyoz” adıyla ün salan bu düzmece davayı fiilen kotaranların harcadıkları onca emeğe rağmen, davanın dayanağı olarak hazırladıkları belgelerde yaptıkları  acemilikler, zaman ve mekân çelişkileri  belgelerin uydurma olduğunu  hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır.  Dava dosyasında yer alan bazı bulguların sorgulanması ise, bir parmak izi niteliğinde,  bizi düzmece davanın üretilmesinde rol sahibi olanlara götürmektedir.

İğrenç suçlamalarla düzmece bir davanın kotarılması, gerçekte C.M.K. 250'nci maddesi ile yetkilendirilmiş Ağır Ceza Mahkemelerin yetki alanına giren örgütlü bir suç kapsamındandır. Bu dava vesilesi ile bizlere karşı uygulanan aşağılayıcı kampanya ve maruz kaldığımız fiiler ise; bir “insan hakları” ihlali olmasının yanı sıra, insanlığa karşı işlenen bir suç niteliğindedir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin temel dayanağı “Roma Yasası’nın” Açıklayıcı Memorandumu, adı geçen mahkemenin bakacağı “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” kapsamında, bir veya daha fazla insanın,  insanlık onuruna  saldırıyı veya şeref ve haysiyetini ağır bir şekilde  aşağılayıcı uygulamaları da, insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına almıştır. Bunun bedelini ödetmek istememiz, şahsi bir intikam arayışı değil, bunu kamusal bir görev saymamızdandır.

Mahkemede yapacağım açıklamalar, düzmece davanın sahneye konması aşamasında televizyonlarda, Beşiktaş Adliyesi’nde söylediklerimi, Silivri Ceza ve Tutukevi’nden yazdıklarımı hatırlatarak; işlenen hukuk cinayetini, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde delilleriyle ortaya koyacaktır. Bu kapsamda, düzmece davayı kurgulayanların dava dosyasında acemice bıraktıkları, unuttukları parmak izi niteliğindeki bazı bulgular elbette sorgulanacaktır. Bu sorgulama bizi düzmece davanın üretilmesinde rol sahibi olanlara götürecektir. Bunu bir kamu görevi olarak kabullendiğim için, Silivri Ceza ve Tutukevi’nden ilk salıverilme işleminde, “Balyoz Davası’nın, ancak bu düzmece davayı kurgulayan gerçek suçluların hak ettikleri cezaya çarptırılmaları ile sonlandırılabileceğini belirtmiştim. “Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır” özdeyişinin canlı bir örneği olarak ülkemizin gösterilmesini hiçbir yurttaşın içine sindirmemesi gerektiğine inanıyorum.


Balyoz Davasının Dayanağı


Dava dosyasının ayrıntılarına girmeden, davanın neden meşru zemini, dayanağı kalmadığını kısaca ve çarpıcı bir şekilde ortaya koymaya çalışalım. İçerisinde  bir askeri darbenin ayrıntılı planlamasına ilişkin 5000 sayfa belgenin bulunduğu sav ve sanısı yaratılarak, Beşiktaş Cumhuriyet Savcılığı’na bir valizle teslim edilenlerin ne olduğu iddianamenin 42'nci sayfasında açıkca belirtilmektedir. İddianameye göre Baransu’dan teslim tutanağı ile alınanlar:
2229 Sayfa döküman, 10 Adet Teyp kasedi ve 19 Adet CD’den ibarettir.

2229 sayfa dökümanın nelerden ibaret olduğunu,   İddianamenin 43ncü ve 47nci sayfalarında yer alan ifadelere göre aktaralım;

“Bavuldan çıkan 1’den 1077’ye kadar numaralandırılmış dökümanların 1. Ordu sıkıyönetim K.Lığının 1980-1984 yıllarına ait bir kısmı ÇOK GİZLİ-GİZLİ yazışmalara ait olduğu tespit edilmiş...” (İddianame Sayfa-43)

“1077’den 2229’a kadar numaralandırılan 1. Ordu K.lığının 2002 ve 2003 yıllarına ait planları, farklı bir kısım soruşturmaya ait dökümanlar, fotoğraf albümleri, soruşturma ile doğrudan ilgisi tespit edilemeyen muhtelif  olduğu anlaşılmıştır.”(İddianame sayfa 47)


'Seminere katılan 14 subay sanık değil, tanık bile yapılmadı'


10 adet teyp kasedi ise, gizli bir tanık tarafından değil, Ordu Komutanı olarak verdiğim emir uyarınca, 05-07 Mart 2003 tarihlerinde icra edilen Ordu Plan Semineri’nde Seminer Cereyan Tarzı planına uygun olarak yapılan müzakerelerin, verdiğim emir uyarınca Ordu Muhabere Elektronik Sistemler Başkanlığı tarafından alınan ses kayıtlarıdır.  İçerisinde darbenin “D”’si, Balyoz’un “B”sine ilişkin herhangi bir ses kaydı yoktur. Ordu Plan Semineri’ne 15’i Ankara’dan gelen gözlemci olmak üzere toplam 162 subay katılmıştır. Ses kayıtları incelendiğinde zaman zaman gözlemcilerin de müzakerelerde söz aldıkları görülecektir. Bu konuda ayrıntıya girmeden şimdilik sadece şu hususu belirtmekle yetinelim:

Dava dosyasında yeralan 196 sanıktan sadece 48 subayın Seminer’e katılmış; geriye kalan 148 subay ise Seminer’e katılmamıştır. Sayın savcılar tarafından Seminer’e katılan diğer 124 subay (bunlar içerisinde müzakerelere fiilen katılan generaller de bulunmaktadır) sanık ve hatta tanık olarak tefrik edilmemiş, bir kısmının ifadesine dahi başvurulmasına gerek duyulmamıştır. Sayın savcılar Balyoz Davasında sanık olarak tefrik edilen toplam 196 kişinin, Plan Seminerine katılmamış 148 kişi dahil, tamamına yöneltilen suçlamalara ilişkin delilleri, CD’lerde buldukları ve gerçek olduklarını kabullendikleri belgelere dayandırmış bulunmaktadır.

Bavuldan çıkan 19 adet CD’den sadece üç adedinde (11, 16 ve 17 numaralı CD’ler) suç unsuru bulunduğu İddianamenin 50'nci sayfasında yer alan şu ifadelerle açıkça  belirtilmektedir. İfadeyi İddianameden okuyorum:

“Yukarıda da belirtildiği gibi dava konusu suç ile ilgili kayıtlar MEHMET BARANSU tarafından Başsavcılığımıza teslim edilen 19 adet CD’den 11, 16 ve 17 noluCD’ler içerisinde yeralmaktadır. Geri kalan CD’ler ise plan semineri, EGEMEN Harekat Planı ile ilgili....”

Gerçekte 11, 16 ve 17 numaralı CD’lerin dışında kalan CD’lerin hepsi 1. Ordu Komutanlığı’na ait usulüne uygun olarak hazırlanmış resmi dökümanları ihtiva etmektedir. 11, 16 ve 17 nolu CD’lerin 1. Ordu Karargâhı’ndaki mevcut bilgisayarlarda hiçbir izinin bulunmadığını da belirtelim.

İçerdikleri sahte belgelerde ıslak, kuru veya elektronik hiçbir imza bulunmayan 11, 16 ve 17 nolu CD’lerin “kötü niyetli bir çete tarafından” belirli bir merkezde imal edildiğinin yüzlerce kanıtı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ne var ki, Balyoz Davası’na ilşkin soruşturmanın başlangıcından itibaren dalga dalga gözetim altına alınan, tutuklanan ve nihayet bugün dava konusu iddianamede yer alan, muvazzaf ve emekli 196 kişinin tamamı, ya bu CD’lerde “kullanıcı” olarak adları görüldüğü, ya da CD’lerde yeralan belgelerde adları geçtiği için “sanık” sayılmışlardır.


'Boynumuza takılan sanık kimliği T.C için bir utanç belgesidir'


Otoriter rejimler dışında dünyanın hiçbir ülkesinde bir CD’nin içerisinde suç unsuru taşıyan imzasız (Islak veya elektronik imza yok) belgelerin üstverilerine bakarak birilerine suç isnadında bulunulamaz. Konuya ilişkin 26 Şubat 2010 tarihinde Savcı Bilal bayraktar ile Hâkim Ali Efendi Peksak’a verdiğim ifadelerde bu tür sahte CD’lerin günümüz teknolojisinde kolaylıkla üretilebileceğini, delil vasfı bulunmadığını ve bu konuda herhangi bir üniversitenin ilgili bölümünden bilikişi rapororu alınabileceğini ısrarla söylememiz hiçbir işe yaramadı. Bu nedenle mahkeme salonuna girerken boynumuza takılan “Sanık Kimliği” aslında Türkiye Cumhuriyeti için bir utanç belgesidir. Çünkü uluslararası hukuk literatüründe  delil vasfı  bulunmayan uydurma belgelerle, ki bu belgelerin günümüz teknolojisinde kolaylıkla üretilebileceğini başından itibaren ısrarla ileri sürmemize rağmen, ülkesine onurla hizmet etmekten başka bir suçu olmayan muvazzaf ve emekli subay aylarca hapishanelere kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti'ne hizmetleri karşılığı kendilerine tevcih edilen “Üstün Cesaret ve Feragat Madalyaları” ile “Üstün Hizmet Madalyaları” karartılarak üzerine “sanık” yaftası yapıştırıldı.

Aylar sonra, Savcı Bilal Bayraktar’ın görevden alınmasını müteakip, 28.05.2010 tarihinde Cumhuriyet Savcılığı yine TÜBİTAK’tan yeni Bilirkişi Heyeti tefrik etmiş ve bu heyetin 16.06.2010 tarihinde verdiği raporda, “Dökümanların CD ortamına aktarılmadan önce ilgili dosyaların son kullanıcı, dökümanların oluşturulduğu tarih, saat bilgisi, dökümanlar üzerinde işlem yapan son yazar bilgisi, en son kaydedilme zamanı, kaç işlem yapıldığı gibi üstverilerde değişiklik yapılması teknik olarak mümkündür”  ifadesi kullanılarak öteden beri ileri sürdüğümüz “Sav” resmen doğrulanmıştır.


'Havada uçak değiştirebileceğimden kaygılandılar!'


Ardından bir Tümgeneralin başkanlığında oluşturulan bir heyet tarafından bir aya yakın zamanda icra edilen Plan Seminerinin kayıtları didik didik edilerek, seminerin usullere uygun olarak icra edildiği ve 11, 16 ve 17 Nolu CD’lerde yer alan Balyoz, Suga, Oraj v.b. planların sahte olduklarını açıkça ortaya koyan raporu 28.06.2010 tarihinde yayınlandı. Ancak bütün bunlar, sanıklar için mahkemece yeniden 102 sanık için “yakalama kararı” verilmesini engellemedi. Ben mahkemenin kararına uyarak Bodrum Havaalanı’nında İstanbul uçağını beklerken, “havada uçak değiştirebileceğim kaygısını duyan müteyakkız bir polis” tarafından, savcıların da oluru alınarak tutuklandım. Bundan sonra gelişen olaylar, “Yakalama Kararı’nın” 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hukuksuz bulunuşu, davanın başlayacağı zamana 48 saat kala 10'ncu Mahkeme Başkanı’nın değiştirilmesi, bir kısım arkadaşların “Reddi Hâkim” talebinde bulunmaları kamuoyunun gözleri önünde ceryan etmiştir.

~

Balyoz Davasının Dayanağı olan  11 Nolu CD Niçin Sahtedir?


Buna yanıt ararken 11 No'lu CD’nin üst verilerine göre bu CD’deki belgelerin tek oturumda, 05 Mart 2003 tarihinde kaydedildiği unutulmasın. Bu nedenle de belgelerde belirtilen tarihten sonraki bilgilerin yer alması, CD’nin bir çete tarafından üretildiğinin kesin kanıtını oluşturmaktadır. Şimdi fazla detaya girmeden “Belgelerde bulunan zaman çelişkilerine” ve “tuhaflıklara” birkaç örnek vermekle yetinelim. Belirteceğimiz çelişkilerin, açık kaynaklar dışında, başta TSK olmak üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü, il valilikleri ve diğer kurumlardan alınan resmi yazılarla teyit edilmiş olduğunun altını çizelim. Davayı yürüten Cumhuriyet Savcılığı da planlarda geçen birçok şahıs ve kurumların doğru olup olmadığı yönünde sorular sormuş, ne yazık ki; aldığı yanıtları sanıklardan gizleyerek, adli emanete kaldırmıştır. Konuya ilişkin iddianamenin 207'inci sayfasında “İlgili kurumlarla yapılan yazışma neticesinde belgede ismi geçen şahısların belirtilen kurumların personeli oldukları anlaşılmaktadır” ifadesi ile 299’uncu sayfasında  “ilgili kurum ile yapılan yazışmalardaki bilgiler ile listede yer alan yerlerin örtüştüğü anlaşılmıştır” ifadeleri bulunmaktadırlar. Bu ifadelerin ne ölçüde gerçeği yansıttığı aşağıda vereceğimiz örneklerden kolayca saptanabilecektir. Bu arada muhtemel  sahteciliklere ilişkin daha fazla bulgu ortaya koymamız için, mahkemeden adli emanete kalındırıldığı belirtilen belge ve bilgilerin bize verilmesini istediğimizi ve isteğimizin savcılığın mütalaası paralelinde reddedilmiş olduğunu da belirtelim.


'Darbe için seçilen 200 personel ortada yok'


Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nın uygulanmasında “titizlikle seçilerek” kendilerine görev verilmesi planlanan 1400 kişinin yer aldığı askeri personel listesi bulunmaktadır. Ne var ki yapılan inceleme sonucunda bu listedeki 200 kişi, 05 Mart 2003 tarihinden önce listedeki görev yerlerinden emeklilik, yurtiçi veya yurtdışı kurs veya başka nedenlerle, belirlenen görev yerlerinde ayrılmış oldukları saptanmıştır. Sözde bir darbe planlanıyor, titizlikle personel seçimi yapıldığı iddia ediliyor, ne var ki, bu personelden 200’ü ortada yok!

Darbe planlamasında  İstanbul ve çevre illerde darbe için yararlanılacak “Güvenilir Emniyet Personeli” listesi yapılmış. Bu personelin sorgulama ve infaz timlerinde görevlendirilmeleri öngörülmüş. Ancak belirlenen personelin bir bölümünün İstanbul’a ve diğer çevre illere atamalarının, Temmuz 2003 ve daha sonraki tarihlerde olduğu tespit edilmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün dilekçemize verdiği cevabi yazı ile de bu husus teyit edilmiştir.


'2003'ten sonra kurulan hastane ve dernek 2003 belgesinde'


Dava dosyasında “İstanbul’da Bulunan Özel Hastaneler” belgesi bulunmaktadır. Bu hastanelerden üç adedinin isimlerinin listede görülen isme dönüşme tarihlerini verelim: “Medical Park Sultangazi” hastanesi (eski ismi Sultan Hastanesi) 28 Haziran 2008’de, “Avrupa Şafak Hastanesi” (eski ismi Şafak Hastanesi) 15 Aralık 2004'te, “Nisa Hastanesi” (eski ismi Hayrunisa) Aralık 2004’de eski  isimleri değişerek adı geçen listedeki yeni isimlerini almışlardır.

11 Nolu CD’de “İstanbul İlinde kapatılacak Dernekler” meyanında “Bölücü” olarak nitelendirilen “Liberal Avrupa Derneği” (eski ismi olan Hür Demokratlar Derneği) 08 Nisan 2006’da listedeki ismi almıştır. Yine aynı listede “İrticai, Bölücü” olarak yer alan “Türk-İran Sanayiciler ve İşadamları Derneği”, önce “Türk-İran İşadamları Derneği” olarak, 13.05.2002 tarihinde kurulmuş ve 03.07.2004 tarihinde Olağanüstü Genel Kurul Kararı ile Sanayicileri de kapsaması için yeni adını almıştır.


'ABD'deki subay Türkiye'de belge hazırladığı iddiasıyla sanık'



SUGA Planı sözde denizcilerin hazırladığı bir plan, diğer sahte planlar gibi üzerinde ıslak veya elektronik bir imza yok. Bu Planın EK-E’si “Ankara Bölgesi Müzahir Sb. Ve Astsb. Listesi’ini” oluşturuyor. TÜBİTAK raporundaki üstverilere göre bu belge Nuri Alacalı tarafından 06.01.2003 tarih.nde oluşturulmuş. Bu nedenle Nuri Alacalı 107 Sıra Nolu sanık konumunda. Buradaki yanlışlıktaki doz katmerli. Nedeni de şu; adı geçen subayın, Temmuz 2002- Haziran 2003 tarihleri arasında kesintisiz olarak ABD’de Deniz Komuta Koleji’nde eğitimde olduğu belgeleriyle ispat edilmiş durumda. Dava dosyasında yer alan ifadesini gözardı eden savcıların bahanesini kestirmek zor.


'İtalya'dayken suçlanan subayın 2007'de aldığı isim 2003'te yazılmış'



Yine ayni dokümanın EK-D’sinde “Öncelikli ve Özellikli Görevlendirilme Listesi” yer almaktadır. Bu listede ismi geçen Tuğamiral Yaşar Barboros Büyüksağnak Kasım 2002-Eylül 2003 döneminde tayin nedeniyle İtalya’da bulunduğunu ve bu dönem içerisinde Türkiye’ye hiç giriş-çıkış yapmadığını pasaportunu ibraz ederek belirtmesine karşılık, 131 Nolu sanık olmaktan kurtulamamıştır. Diğer yandan anılan amiralin Deniz Kuvvetleri'ndeki bütün yazışmalarda, özlük haklarında Haziran 2007 tarihinde Dz. K.K.lığınca yapılan kimlik güncelleşmesine kadar adında “Yaşar” kelimesi yok, sadece “Barboros Büyüksağnak” olarak geçiyor.


'2004'te kurulan NATO komutanlığı 2003'te yoktu'



Yine ayni listede A.D.M.nin (Her nedense ismi kısaltmalı yazılmış) görev yeri olarak “CC MAR NAPLES” belirtilmiş. Oysa listenin sözde oluşturulduğu iddia edilen tarihte böyle bir kuruluş yok. Gnkur. Bşk.Lığından Cumhuriyet Savcılığı'na yazılan yazıda adı geçen NATO Dz. K.lığının 01 Temmuz 2004 tarihinde Napoli’de kurulduğu açıkça belirtilmektedir.

Sayın Melih Aşık 26 Şubat 2010 tarihli köşe yazısında Taraf gazetesinde yayınlanan Balyoz  Güvenlik Harekât Planı’nın Hükümet Programı'nda yer alan iktisat politikaları ile ilgili bölümün, Sayın Haydar Baş’ın 27 Kasım 2005’de düzenlenen Milli Ekonomi Kongresi’nin kapanış oturumunda yaptığı konuşmadan birebir alıntı yapıldığını yazmıştı. Balyoz planına resmen erişimimiz aylar sonra gerçekleşince, Sayın Baş’ın anılan kongrenin tebliğlerini kitaplaştırdığı eserinden “kopyala-yapıştır” metodu ile yapılan sahtekârlığı da doğrudan görme olanağına sahip olduk. İşin ilginç yanı Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nda Sayın Baş “Tutuklanacak Personel Listesi”nde neredeyse baş köşeye oturtulmuş!

Balyoz Güvenlik Harekât Planında daha yüzlerce “zaman-mekân” çelişkileri bulunmaktadır. Ana planın “durum” başlığı adı altında ele aldığı Türkiye’nin Aralık 2002’nin Türkiye’si değil, 2008’den sonraki Türkiye olduğu olduğu daha ilk bakışta göze çarpmaktadır. Plan’ın yazım tekniğinde yapılan hatalar, bu iğrenç planları hazırlayanların işlerini düzgün yapmalarını sağlayacak yetenekte TSK’dan profesyonel bir askeri henüz devşiremediklerini kanıtlamaktadır.


Belgeler Baransu'ya gitmeden emniyet ve yargıda bekletildi mi?



Sahte Belge Üretme Çetesi, planılarını hazırlarken 1980 Bayrak Harekât Planını örnek alarak çalışmalarına başlamışlar, ancak bu durum kendilerinin fahiş hatalar yapmalarını yine de engelleyememiş. Önlerinde Deniz ve Hava harekâtına örnek olacak plan bulamadıkları için, bu planları hazırlarken (SUGA ve ORAJ) tabiri caiz ise büsbütün çuvallamışlar. Bütün bunları yaparken de “planların hazırlayıcıları”nın parmak izlerini dosyada bıraktıklarının farkına varamadıkları görülmektedir. İz sürmede başlangıç noktamız, hiçbir suç unsuru bulunmayan, içlerinde önemli askeri sırların bulunduğu belgelerin ne zaman ve ne surette 1. Or. Karargahı’ndan çıkarıldığı konusunda elimizdeki bulgular olacaktır. Şimdilik şu hususu belirtmekle yetinelim; Baransu’ya bir bavul ile geldiği ileri sürülen belgelerin, uzun süre Emniyette ve  Beşiktaş Adliyesi’nde bulunduğuna ilişkin güçlü emareler bulunmaktadır. Mahkemede bütün bu hususların sonuna kadar takipçisi olacağımızdan hiç kimse kuşku duymasın!


Seminerin Ses Kayıtları


Ana hatları ile yukarıda açıkladığım nedenlerle “Balyoz Güvenlik Harekât Planı”nın bir çete tarafından kurgulandığı, sahte olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Olmayan bir planın “Seminerde” tartışılması söz konusu olmayacağına göre, seminerde bir darbe planının tartışıldığı savı da havada kalmaktadır. Kaldı ki, Ordu Plan Semineri’nde yapılan bütün takdimler ve konuşmalar benim emrimle banda alınmıştır. 10 adet ses kaydı Dava Dosyası’nın içerisindedir. Plan Semineri’nin “Ceryan Tarzı Planı” Gnkur. Bşk.lığına, K.K.K.lığına ve 1. Ordu Kh. ve Birliklerine 31 Ocak 2003 tarihinde gönderilmiştir. Ses bandları incelendiğinde seminerin panlandığı şekilde ceryan ettiği kolaylıkla görülebilir. Ses bandlarının tamamının çözümü, İst. Em. Md.lüğü, TEM Şube Görevlilerince hazırlanan 195 sayfalık “Video-Kaset Çözüm Tutanağı’nda”, geniş özeti ise “Askeri Bilirkişi Heyeti Raporu’nda” bulunmaktadır. Bunların incelenmesi suretiyle, seminerde  yapılan takdim ve konuşmaların bire bir Ceryan Tarzı Planı ile örtüştüğü görülmektedir. Kasetlerin ses çözümlerinde, bırakın tartışmasını, darbenin “D”si, Balyoz’un “B”si dahi geçmemektedir.  Seminerde yapılan takdim ve konuşmalardan özenle cümleler seçilerek “kopyalandığı” ve ürettikleri planların uygun gördükleri yerlerine bunların “yapıştırıldığı” açıkça görürülmektedir. Bu işlemi yaparken bile “Aziz Nesin’lik” hatalar yaptıkları dikkatlerden kaçmamaktadır.

Konuyu bir örnekle noktalayalım: 02 Aralık 2002 tarihli “Balyoz Planı’nında” Sıkıyönetim Karargâhı olarak “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkez Binası” belirlenmiş. Oysa ses kasetlerinin konuya ilişkin çözümleri dikkate alınırsa, 05-07 Mart 2003 tarihinde icra edilen seminerde, anılan yerin Sıkıyönetim K. Yardımcılığı Karargâhı’nın konuşlandırılabileceği yer olarak önerildiği, tartışmalarda adının geçtiği ve benim sorduğum sorulardan bu yerin mevkiini bie bilmediğim kolaylıkla anlaşılır. Bir darbe planlayacaksın ve darbenin sevk ve idare yeri olarak, en modern emir komuta sistemlerine, kolaylıklarına sahip, koskoca “Selimiye Kışlası’nı” bırakacaksın ve yerini bile doğru dürüst bilmediğin bir mekânı Sıkıyönetim Karargâhı olarak belirliyeceksin. Geri zekâlılığın bu kadarına ancak “pes” denir. İst. B.Şehir Belediyesi’ne ait anılan yer, tartışmalarda, ordunun sıkıyönetim karargâhı için değil, bir savaş durumunda Ordu Karargâhı’nın mevcut planlara göre  cepheye kaydırılması durumunda, geri bölge emniyetinden sorumlu olacak, Sıkıyönetim Komutan Yrd.cılığı’nın “Komuta Yeri” olarak önerilmiştir.


Seminerde Rutin Dışına Çıkılmış, Suç İşlenmiş midir?


Eğer bazılarının kabullendiği gibi “rutin” kelimesini yasal, nizami sözleri ile eşanlamlı tutarsanız, hayatım boyunca meşru ve yasal olmayan bir zeminde bulunmadım ve daima meşru zeminin savunucusu oldum. Eğer rutin kelimesini gerçek anlamı olan “sıradanlık” için kullanıyorsanız, hayatım boyunca yeniliğin peşinde koşarak, yapılması alışkanlık haline gelmiş işleri sorguladım. Sıradanlıkla hiçbir gelişimi sağlayamazsınız. Bu anlayış çerçevesinde, seminer her seviyedeki subayın fikirlerini açıkça ifade etmesine imkân veren bir beyin fırtınası şeklinde icra edilmiştir.  Ordu plan seminerinden önce icra edilen Tugay ve Kolordu seviyesindeki plan çalışmaları da Ordu Plan Semineri’ne ön hazırlık mahiyetinde planlanmış ve mevcut planların test edileceği “siyasi ve askeri otamı belirleyen” ayni jenerik senaryo kullanılmıştır. Jenerik Senaryo, “Olasılığı En Yüksek Tehlikeli Senaryo” olarak adlandırılmıştır. Belirtilen jenerik senaryonun dayanağı da dönemin “Milli Siyaset Belgesi” ile “Türkiye’nin Askeri Strateji” dökümanlarıdır. Bu konuda daha önce yaptığım açıklamaları özetleyerek tekrar etmemin yararlı olacağını sanıyorum:

Bilindiği gibi komşumuz (Yunanistan) EGE Denizi’nde kara sularını 12 mile çıkarma hakkına sahip olduğunu iddia etmektedir. Komşumuzun böyle bir karar vermesi durumunda ülkemizin Batı’dan açık denizlere çıkma imkânı kalmayacağı için, önce T.C. Hükümeti tarafından 15 Nisan 1976 yılında A.B.D’ye yazılan mektupla, bilahare Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından resman ilan edilen komşumuzun “Karasularını 6 milin ötesine çıkarması durumunda bunu harp sebebi sayacağına” ilişkin halen de yürürlükte olan bir kararı bulunmaktadır. Seminerde irdelenen “Egemen Harekât Planı”, TBMM’nin verdiği bu kararın, hükümet tarafından uygulanmasına ilişkin direktif alındığı zaman 1'nci Ordu K.lığınca yürürlüğe konması için hazırlanmıştır.

Seminerde yapılan irdeleme ve müzakerelerin zeminini teşkil eden Jenerik Senaryo, ülkemizin dışarıdan iki cepheye angaje olması ve içeride irticai ve bölücü unsurların ayaklanma girişimlerinin var olduğu faraziyesine dayandırılmıştır. Jenerik Senaryo’nun “olasılığı en yüksek, tehlikeli bir senaryo” olarak nitelendirilmesinin nedeni, komşumuzun gerçekten kara sularını 6 milin ötesine çıkarma gibi bir niyeti varsa, bu kararını ülkemizin en zayıf bir anında gerçekleştirmek isteyeceğinin olasılık bakımından da yüksek olmasıdır. Jenerik Senaryoda “Türkiye’nin Irak’a müdahalesini gerektiren bir durum” yaratılmış, bu nedenle 1'nci Ordu Birlikleri’nin bir bölümü Türkiye’nin Güneydoğu’suna, 2'nci Ordu Bölgesi’ne kaydırılmıştır. İçeride başlayan karışıklıklara paralel olarak, Batı’daki komşumuzun da karasularını 6 milin ötesine çıkarma yolunda bariz adımlar atmaya başlaması ile ortaya çıkmakta olan siyasi ve askeri tabloda Egemen Planı’nın uygulanabilirliği irdelenmiştir.

Bu irdelemede İstanbul ve mücavir bölgede ortaya çıkan irticai ayaklanmalar karşısında hükümetin aldığı sıkıyönetim kararını uygulanması konusunda kuvvet yeterliliği ile  EMASYA Planları da doğal olarak gündeme gelmiştir. İrtica tehdidinin resmen kırmızı kitaplardan çıkarılması, irticanın resmiyet kazanmasından başka bir anlam taşımayacakır. Nitelikleri Anayasamızda belirlenmiş Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı irticayı bir tehdit olarak görmek suç ise, evet bu suçu ben işledim ve işlemeye de devam edeceğim. İrtica’dan söz etmek, bir askeri plan seminerinde kullanılan jenerik senaryoda (OYTS) irticai bir kalkışmadan söz edilmesi suçsa evet ben bu suçu işledim. İrtica  yaşayan bir gerçek haline geldiğinde, serpildiğinde tehlike olmaktan çıkar,  egemenlerin felsefesi, hayat tarzı haline gelirse laik düşünce yapısına sahip olanlar tehlike haline gelir. Evet ben bu anlamda tehlikeliyim. Seminere katılanlar benim emrimle katılmıştır.
Cemaatın gölgesininin düştüğü yargılama, acemice sahnelenen bir  “ortaoyunu”na  benzeşiyor. Bu oyunu kurgulayanların yaptıkları soytarılık ve acemiliği “Yandaş Basının” alkışları ve goygoyları “oyunu” kurtarmaya yetmeyecektir. Hangi kesimden olursa olsun bu iğrenç oyunda rol alanlar sadece hedef alınan bireylere ve bu bireylerin temsil ettiklere kurumlara karşı değil, aynı zamanda insanlığa karşı işlenen bir suçun ortağı olmuşlardır. Diğer taraftan bu dava vesilesi ile “devlet sırrı” niteliğindeki bazı belgelerin  yabancılara servis edilmeleriyle ağır suç işlendiği de unutulmamalıdır.


İlk Duruşmanın Düşündürdükleri


16 Aralık 2010 tarihinde yapılan davanın ilk duruşmasına 196 sanıktan sadece birkaç kişi sağlık nedeniyle katılamadı. Muvazzaf görevde bulunan bütün general ve amiraller, her rütbeden sb. ve asb.lar, Avustralya ve Tunus ateşelerimiz görevlerinin başından ayrılarak Silivri Cezaevi Kampüsü’nün spor salonundan duruşma salonuna dönüştürülen mekânında, boyunlarımıza sılı “SANIK” kimlikleri ile toplandık. Bir çetenin tezgâhladığı davada kaç bin top kâğıt harcandığı, davanın bugüne kadarki safhasında hâkim, savcı ve avukatlar ile sanıkların, bilirkişilerin, “özel tutulmuş danışmanların” yüzbinlerce sayfayı bulan çalışmalarında harcanan emek, boşa giden zamanı düşündüm. Maddi ve manevi bakımdan perişan olan insanları düşündüm. Ve hemen duruşma salonunun 200-300 metre uzağında  3 yıldır duruşmada ifade sırasının kendisine gelmesi için sıra bekleyen, “kapatılmış” insanları düşündüm ve yüreğim sızladı, kahroldum.  İnsanların sağlıklarının bozulmasının,  aileleri ile birlikte perişan olanların bedelini kim ödeyecek diye düşündüm.

Konuyu yakından takip eden bir yabancı, “Bizde olsa, böylesine sahte ve delil vasfı bulunmayan belgelerle, polisin savcıların karşısına çıkması halinde, savcıların polisin peşine düşeceği, savcıların böylesine uyduruk belgelerle hâkimlerin karşısına çıkması halinde, hâkimlerin savcıların peşine düşeceklerini” dile getirmişti. Biz de ise aylar, yıllar geçtikten sonra özür bile dilenmeden, “delil yetersizliğinden” dava kapanıyor. Sanıklar dışında kimsenin yanlış yapılandan, hukuk cinayetinden ötürü, bunda rol oynamış hâkim, savcı ve bütün kamu personelinin bir bedel ödememesi için tedbirler alınmaya çalışılmakta. Göz göre göre hukuk cinayetlerini işleyenlere kol kanat gerilmek istenerek, bu tür cinayetlerin işlenmesi adeta cesaretlendirilmektedir. Bu yaklaşım “hâkim teminatı” ile maskelenmeye çalışılsa da, siyasetin özel mahkemelerin “adaletini” sarmalına alarak “tasallutta” bulunduğunun “resmi” değil midir?


Sonuç ve Değerlendirme


Aylar önce (15.03.2010) Silivri Kampusü’nden yazdığım mektupta belirttiğim gibi CMK 250'nci maddesi ile görevlendirilmiş Ağır Ceza Mahkemeleri ve yetkilendirilmiş savcıların  uyguladığı  yargı usulünün görünen iki boyutu var:

Birincisi, geçmişi, söylemleri ve duruşu tepki uyandırmış, hakkında imzasız ihbar mektuplarına dayalı dedikodular üretilmiş, hedef alınan kişiyi, elde gerçek anlamda delil olup olmadığına bakılmaksızın, “önce içeri alıverelim, gerisi Allah kerim” anlayışı ile başlatılan bir yargı süreci mevcuttur.

İkinci olarak ise, işbirlikçi basın-yayın organları aracılığıyla, iğrenç, şok edici, sansasyonel haberlerle kamuoyunda dehşet yaratarak, hedef alınan kişiyi, ortaya dökülen bilgi ve belgelerin gerçek olup olmadığına bakılmaksızın zan altında tutmak ve linç etmeye yönelik, uzun bir yargı sürecini ya tutarsa anlayışı ile başlatmak ve tutuklamayı cezaya dönüştürmek istemi mevcuttur.

Her iki durumda da, ortaya atılan iddialarda size ait bir iz, gerçek anlamda bir delil bulunmaması durumunda da hâlâ şayet şüpheli veya sanık iseniz, işin gerçeğini ortaya koymak savcılara ait bir görev olduğu halde, bu sizin (suçlanan kişinin) asli göreviniz olarak kabul edilmektedir. E. Org. Çetin Doğan’dan istenen kendini aklamasıdır. Müfterilerin iddialarını ispat gibi yükümlülükleri yok gibi. Daha yargılama başlamadan kendimizi akladığımız inancındayım. Kızımın bana moral vermek için her zaman söylediği gibi, “Biz haklı taraftayız, bu nedenle güçlüyüz.”  Son sözü kitaplarından bir alıntı yaparak çocuklarıma bırakıyorum:

“İsterdik ki siyasi irade ve yargı sistemi gerçek suçları ve suçluları araştırsın.  Şimdi olduğu gibi sahte belgeler ve hiçbir hukuk rejiminde delil sayılmayacak şeyler üzerinden suçsuz insanların üzerine – onu yapmamışlarsa bunu yapmışlardır, onlar yapmamışsa başkaları yapmıştır mantığıyla - gitmesin.  Türkiye’de bugün izlenen strateji kısa vadede bir siyasi getiri sağlasa da, uzun vadede ya otoriter bir rejim yaratacak ya da kendi sorunlarını doğuracak bir karşı tepkiye sebep olacaktır.”