CNNTürk’te Medya Mahallesi programını yapan gazeteci Ayşenur Arslan, “Ben kendimi hakikaten muhalefet cephesinde hissediyorum. Sık sık şunu söylüyorum: ‘Herkes o kadar mutabık, alkış tutmaya hazır ki, ben televizyonda muhalefet çıtasını yükseltmek, muhalif sesi çoğaltmak ihtiyacı duyuyorum. Onun için aslında olmadığım kadar cesur, uçta, sivri görünüyorum’” dedi.
Arslan özel hayatına ilişkinse şu ipuçlarını verdi:
“Gerilim ya da tarihi atmosferde geçen entrika romanlarını severim. Caz dinlerim. Öğretici yemek programlarını izlerim, ama yemek yapmayı hiç bilmem ve sevmem. Moda, müzik yarışmalarındaki gençleri izlemek hoşuma gidiyor. Bir favorim oluyor, ona heyecanlanıyorum. Yalnızlık, kitaplar, müzik sinirimi, zihnimi, ruhumu onarıyor. Asosyal, yalnız bir hayat yaşıyorum ama bu benim tercihim ve çok mutluyum.”
Cumhuriyet gazetesinden Esra Açıkgöz’ün “Beni dönem cesur, sivri dilli yaptı” başlığıyla yayımlanan (3 Şubat 2013) Ayşenur Arslan söyleşisi şöyle:
Beni dönem cesur, sivri dilli yaptı
Ayşenur Arslan için habercilik tarihe müsvedde tutmak demek. O yüzden de bunu hakkıyla yapmak istiyor. Bütün baskılara, uyarılara rağmen konuşmaya devam etmesi bundan. Şimdi meslekteki 39. yılını kutluyor. Kimler yok ki çalışma hayatında? Ali Kırca, Mehmet Ali Birand, Aydın Doğan, Dinç Bilgin... Onlardan öğrendiğinden daha çoğunu öğrettiği konusunda iddialı. Kanıtı mı? Okuyun, onun için haberin ne demek olduğunu anlayacaksınız...
Haber hayattır. Bu sözün en anlam bulduğu insanlardan biri Ayşenur Arslan. Uludere’de 34 insanın üzerine bomba yağdırıldığında basındaki derin suskunluğu ilk bozan oydu; canlı yayında, kanal yöneticilerinin uyarılarına rağmen hem de. Üstelik açık sözlülüğün laneti üzerine çekmek olduğunu bile bile. Sonra programı “tatil”e girdi, geri döndüğünde yanında artık Akif Beki vardı. Neredeyse her gün bir tartışmanın yaşandığı bir program haline geldi Medya Mahallesi. Bu stresten yorulduğu da oluyor, ancak sözünü söylemek için ekranda olması gerek, çünkü o da susarsa muhalefetin sesi iyice kısılacak. Şimdi onun sesine kulak verin... Belki basının üzerindeki ölü toprağını az da olsa üfler o nefes.
- Programınız “tatil”e girince el çektirilmiş, sürülmüş gazeteciler arasındaki yerinizi alacağınızı düşünmüştük...
- Öyle gibiydi.
- Neyse ki döndünüz. Ama yalnız değilsiniz. Akif Beki’yle program yapmama şansınız var mıydı, diye sormayacağım, saflık olur. Ben, sinirlerinizin bozulacağını bildiğiniz halde neden kabul ettiğinizi merak ediyorum; geçiminiz bu işe bağlı olduğundan mı, her şeye rağmen laf söylemeye devam etmek gerektiği inancından mı?
- Bunların hepsi ve hiçbiri. Aslında bana o dönem, çok açık şekilde Medya Mahallesi bitti deyip başka şeyler önerdiler. Yapmam, dedim. O zaman CNN Türk’teki varlığımın gereksizleşeceği söylendi. Tamam, dedim. Yani işsizliği, ekrandan uzak kalmayı göze almıştım. Programın iki kişilik hali de bundan sonra ortaya çıktı. Programa çıkmadan sekiz gün önce Akif Beki ismi geldi. Onunla ilgili çok bilgim yoktu, bir iki kere program yapmıştık, o kadar. Ekrana çıkabileceğim isim olabilir diye düşünmüştüm.
- Başka isim önerilmiş miydi?
- Bazı isimlere hayır demiştim. Aslında programı iki kişiyle yapmayı kabul edip etmeme konusunda hem kendimle çok mücadele ettim, hem yakınımdakilere çok danıştım. Herkes, “Bir şeyleri dile getirmek için ekranda olmalısın” dedi. Yaptığım işi bir misyon olarak görmüyorum. Hiçbir siyasi aidiyetim de yok. Yalnız bu mesele beni aşıp neredeyse misyona dönüşecek bir hal aldı, zamanla. Çünkü adalet arayışı medya tarafından görülmüyor ya da çalakalem yürütülüyor. Ben de bütünüyle yapamıyorum ama en azından, evimde, kanalda cezaevinden gelen yüzlerce mektup var, -sonradan örgütsel doküman yerine geçer mi bilmiyorum tabii- bunlar insana vicdani bir yük getiriyor.
- O halde bitti dendiğinde bir rahatlama olmuştur…
- İtiraf edeyim, oldu. Kolay kolay veremeyeceğim bir kararı benim adıma birileri vermişti ve sırtımdaki yükü benden almışlardı. Çünkü maalesef ben bu iş diye düşünüp onu işte bırakabilen biri değilim. Tek tek o insanlar ve çektikleri benimle yaşıyorlar neredeyse, o kadar ağır bir yük ki anlatamam (gözleri doluyor).
- Haberciliğin yapılamadığı bir dönemden geçiyoruz, oysa siz bu işin altın dönemlerini yaşadınız. Onları hatırlayınca sinirleriniz daha çok bozuluyordur.
- İşe TRT’de başladım. Hiç unutmam Orman Bakanı’na gönderilmiştim, haberi yazdım, ama müdürüme dedim ki, “Bu lafların hiçbirini bakan söylemedi, o hiçbir şey söylemedi, söylediyse de ne yanındakiler ne ben anladık. Bunu bilerek kullanın.” Okudu, “Güzel olmuş, söyleseydi eşoleşek” dedi. Bakandan da habere itiraz gelmedi. Böyle tuhaflıklar vardı, ama habercilik de yapıyorduk. Sıkıyönetim mahkemesinde bazı davaları izlerdim, birkaç kere davanın muhatabı ülkücüler tarafından arabaya kadar kovalandım. Hayatımızın tehlikede olduğu zamanları da yaşadık. Sokakta bir muhabirdim. Nokta’dayken sonu suikasta varan karanlıkların bulunduğu bir meseleyi aydınlatacağını iddia eden biriyle gizlice buluşmamız film gibidir mesela. Ben işimizi bir cerrahın kalbi elinde tutmasına benzetirim. Cerrah hayatı elinde tutar, biz de tarihi. Çok saçma haberlere de gittim ama her seferinde bu hissi yaşadım.
- Bu büyük sorumlulukla nasıl baş ediyorsunuz?
- İzleyiciye ulaşınca tatmin duygusu yaşıyorsunuz ve stres üzerinizden akıyor. Ancak şimdi iş haberin ötesine geçti, insanlar sizden sesi olmanızı bekliyor. Telefonum kimlerde var, aklım duruyor. Soramıyorum da kimden buldunuz, diye çünkü gazeteciyim, insanlar bana ulaşmalı. Kaç zamandır Grup Yorum’dan bir çocuk arıyor, abla diyor, ben ona evladım; ama yüzünü hiç görmedim. Bir defa Silivri’ye girdim, Balbay’ı görmeye. İlk o zaman tanıştık, sarıldık. Silivri’nin kapısına, arkadaşlarımızı almaya hep gittim, Nedim’i, Ahmet’i, Barış’ları, Soner’i, inşallah diğerlerine de tek tek gideceğim, gecenin kaçı, hava nasıl olursa olsun, hepsini almaya gitmek zorunda hissediyorum kendimi.
- Hükümeti eleştiren kimse kalmadı ekranda, sizden başka. Korkuyor musunuz?
- İçeriye girmekle ilgili tek kaygım saçımı boyamama izin verip vermeyeceklerine dair. Gülmeyin. Sordum hatta kendim boyayabilirmişim… Abdi İpekçi, bana yaşını başını almış bir adam gibi gelirdi, oysa 50’sindeymiş öldürüldüğünde. Uğur Mumcu, 51’indeymiş. Birçok insan hayatının en verimli çağında koparılmış. Ben 62 yaşındayım, bu saatten sonra kişisel kaygım kalmadı. Romatizmam artar mı, saçımın boyası ne olur gibi, saçma sapan kaygılarım olabilir, onları da gideririm.
- Kendinizi “pavyondaki bakire”ye benzetiyorsunuz. Medyanın, sermaye ve iktidarla göbek bağının bu kadar güçlendiği bir dönemde temiz kalabilmek mümkün mü?
- Türkan Şoray’ın filmlerinden hareketle yaptığım o benzetmede şunu söylemiştim, bakiresinizdir ama neticede içki ve sigara kokusu üzerinize siner, mutlaka bir el dokunur. Yani tamamen temiz kalmak diye bir şey yok. Bu lafı bir üniversitedeki konferansta söylemiştim. Bir yıl sonra o üniversitenin rektörü gördü, “Siz genelevdeki masum kadındınız” dedi, ben de “Yok henüz oraya düşmedim” dedim. Fakat bakın Allah’ın işine sonra Star’a gittik, o zaman dedim ki, büyük konuşmuşum. İşin latife dozu yüksek, ama gerçek yanını bir kenara bırakırsak temiz kalabilmek çok zor, ama mühim olan bunun farkına varıp direnmek yani içselleştirmemek. Ben onu yapmaya çalıştım, çalışıyorum.
- Açık sözlü olmak lanete de dönüşebiliyor demiştiniz, bu laneti en çok ne zaman üzerinize çektiniz?
- Uludere olayında... Çok var aslında. Zaten bir kere adınız çıkmış. Bunu yakınmak için söylemiyorum. Ben kendimi hakikaten muhalefet cephesinde hissediyorum. Sık sık şunu söylüyorum: “Herkes o kadar mutabık, alkış tutmaya hazır ki, ben televizyonda muhalefet çıtasını yükseltmek, muhalif sesi çoğaltmak ihtiyacı duyuyorum. Onun için aslında olmadığım kadar cesur, uçta, sivri görünüyorum.” Benim için en yumuşak ifade sivri dilli, bunu yöneticilerim yüzüme de söylüyor. Hayatımda hiç yumuşak dilli olmadım ama hiç bu kadar sivri de olmadım.
- Programa çıkarmayı istediğiniz kimse var mı?
- Peşinde koşup çıkaramadığım olmadı ama Orhan Pamuk’a soracaklarım olurdu. Kendisini Türkiye’den birden bire neden ve nasıl soyutladığı mesela. Başbakan Erdoğan’la ikili program yapmak ve birçok soru sormak isterdim ama olamayacağını bildiğim için hayal etmem.
- Dünya hızla değişiyor, Türkiye ise gündemi en hızlı değişen ülkelerden ve dünü unutturmakta çok başarılı. Gündeme yetişmek büyük bir telaş. Bir de yaşanacak bir hayat var; aşk, çocuklar... Yaşanmamış bir hayat görüyor musunuz baktığınızda?
- Bunu zaman zaman düşünüyorum doğrusu. Bu, hayattan ne anladığınızla çok bağlantılı. Hayatıma bakanlar bir yaşanmamışlar zinciri görebilir, hep iş, hep iş diyebilir, ancak bu beni mutlu eden, zenginleştiren ve hayatıma anlam katan bir şeyse bu hayatı dibine kadar yaşamış kabul ederim kendimi, böyle de hissediyorum zaten. Ama tabii bazen ben de kepenkleri kapatıyorum.
- Nedir sizin kaçış noktalarınız?
Okuyorum. Gazeteci arkadaşlarımızın, Balbay’ın, Ahmet Şık’ın, Soner Yalçın’ın, Tuncay Özkan’ın kitapları başucumdadır. Bazen kişiye, dosyaya ya da davaya odaklı okuyorum. Gerilim ya da tarihi atmosferde geçen entrika romanlarını severim. Caz dinlerim. Öğretici yemek programlarını izlerim, ama yemek yapmayı hiç bilmem ve sevmem. Moda, müzik yarışmalarındaki gençleri izlemek hoşuma gidiyor. Bir favorim oluyor, ona heyecanlanıyorum. Yalnızlık, kitaplar, müzik sinirimi, zihnimi, ruhumu onarıyor. Asosyal, yalnız bir hayat yaşıyorum ama bu benim tercihim ve çok mutluyum. O kadar çok ünlü tanıyorum ki, tanımadığım kadar çok ünlü de şimdi beni tanır oldu tuhaf bir şekilde. Onlarla yemeğe, kokteyle gideyim falan, bu beni yorar. Bir de artık daha çabuk yoruluyorum.
Kırca ve Birand’a ben daha çok şey öğrettim
- Gazeteci olmaya, ne zaman, nasıl karar verdiniz?
- Karar vermedim, tesadüfen oldu. 1974’te TRT sınav açtı, redaktör muhabir aranıyor diye. Ne anlama geldiğine dair fikrim yoktu. Sadece o zaman TRT çok gözde bir yerdi, sınava girdim. 250-500 kişi yazılı sınavdan geçtik. Jüri sözlüsünde 150’ye indik. Sonra bizi kampa aldılar, bir ay ders verdiler. Yazılı olduk. O notlarla tekrar başka jürinin önüne çıktık. 49 kişiye indik. İşe başlayınca hayatımı bütünlediğini anladım.
- Meslekteki 39. yılınız. Ali Kırca, Mehmet Ali Birand, Aydın Doğan, Dinç Bilgin gibi basın sektörünün kilit isimleriyle çalıştınız. Size onlardan ne kaldı, ne öğrendiniz?
- Bir şeyler öğrendiğim insanlar var, mesela oğlum bana mesleğimin ve hayatımın sloganını hediye etti: “Sınırsız samimiyet, ölçülü cesaret.” Arkadaşlarımdan, meslektaşlarımdan, özellikle kitaplardan çok öğrendim, ama saydığınız isimlerden öğrenmekten çok onlara mesleki anlamda öğrettiğimi düşünüyorum. Çünkü bu isimler ve benzerlerinden çok çok daha fazla bu mesleğe kafa yorduğumu, çabaladığımı, ter döktüğümü biliyorum. Sözünü ettiğim DHKP-C dosyalarına, Kürt meselesine, Balyoz’a hâkim olmak değil, hâlâ yabancı televizyonları neleri önemsiyorlar, grafik anlayışlarında ne gibi gelişmeler var, diyerek izliyorum. Kimi dizilerin neden fenomen olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu kişilerden öğrendiğim hiçbir şey olmadı demiyorum, ama fazlasını da öğrettiğim kanaatindeyim. Tevazu dışı oldu, ama bazen gereksiz tevazu yanlıştır derler.
Biz tarih için müsvedde tutuyoruz
Bana göre haber programı yapan, köşe yazan, manşeti atan yazı işleri haber hazırlarken fotoğrafın genelini vermese bile görmek zorundadır. Bence haberciliğin asıl yönlerinden biri bu. Türkiye’nin genelini, geçmişini, geleceğini, bölgeyi, yeni dünya dengelerini… Bilmek; bunun içinde görmek, okumak zorundasınız. Maalesef genç arkadaşlarımız az okuyor. Sadece kendilerine söylendiği kadarını tırnak içinde, bildirildi, denildi diye yazmanın haber olduğunu zannediyorlar.
Görevimiz tarihe müsvedde tutmaktır. Sonra tarih o müsveddelerden bazılarını temize çeker. Bu niye böyle olmuşu vermezseniz sözcükler çöplüğünden farksız hale gelir. Anlıyorum, tabii başka haberleri veremeyince mecburen buna yöneleceksiniz. Ama ortada o kadar haber var ki, sadece Türkiye değil dünya değişim sürecinde. Bir haberci bütün bu süreçleri bilmeli.