Gündem

Ayşegül Arslan: Ben tek kişilik ekibim

CNN Tük ekranlarında 'Medya Mahallesi' programıyla medya dünyasının nabzını tutan Ayşenur Arslan Medyaradar'a çarpıcı açıklamalar yaptı.

05 Ocak 2011 02:00

T24 - CNN Tük ekranlarında 'Medya Mahallesi' programıyla medya dünyasının nabzını tutan Ayşenur Arslan Medyaradar'a çarpıcı açıklamalar yaptı.

Medyaradar sitesinden Yüksel Şengül'ün Ayşenur Arslan'la yaptığı söyleşi şöyle:

Gerçek anlamda işkolik, kelimenin tam anlamıyla kusursuz çalışabilmenin peşinde bir kadın Ayşenur Arslan… Türkiye’nin en önemli habercilerinden birisi. Onu hafta içi her gün hazırlayıp sunduğu ‘Medya Mahallesi’ adlı programını yaptığı CNN TÜRK’teki odasında ziyaret ettim. Az önce kamera önünde yer aldığı programının yorgunluğu ve gerginliği içinde olur sandım… Yanılmışım… Dinç, diri ve güler yüzlü bir şekilde karşıladı beni. Bu arada ekibiyle tanışmak, onlarla birlikte fotoğraf çekmek istedim. ‘Ben tek kişilik ekibim’ karşılığını verdi gülümseyerek. Hiç zaman kaybetmeden de sohbetimize başladık.



CNN TÜRK’te ‘Medya Mahallesi’ni büyük bir keyifle izliyoruz ve yanılmıyorsam 36 yıllık bir meslek hayatınız var.

Evet, 36 yılı 15 Kasım’da geride bıraktım.

Ne kadar güzel. Bir 36 yıl daha dileyelim o halde.

(Gülüyor) Bir 36 yıl da emeklilik yıllarım için rica etsem.


Yaptıklarınızı konuşmadan önce Ayşenur Arslan’ı tanıyalım. Siz gazetecilik ve televizyonculuk okumadınız bildiğim kadarıyla. Medyanın alaylısı olarak buralara geldiniz.

Evet, okumadım.  Tam da dediğiniz gibi, alaylı bir gazeteciyim.


Örnek aldığınız, sizin yetişmenize katkısı olan kadınlar kimler oldu?

İlk olarak annem diyebilirim.  Annem, kendi kuşağında aklı, kendine güveni ve cesaretiyle öne çıkmış bir kadındı.  İkinci olarak, çocukken Yıldız Kenter’in hayranıydım. Sonra, Behice Boran idollerimden biri oldu. Sevgi Soysal’ı yaşarken tanıma fırsatı buldum. Ondan çok şey öğrendim. Arkadaşlığımız kısa bir süre devam etti ama o kısa sürede çok şey öğrendim. Aslında bir şeyler öğreten o kadar çok kadın var ki! Mesela çok ilgisiz gibi gelecek ama Kuzey ülkelerinde Lil Ulman diye bir kadın oyuncu var. Onun otobiyografisini okumuştum ve orada çok şaşırarak şunu gördüm; Ulman, Kuzey Avrupa ülkelerinin hayat şartlarında ve rahatlığında büyümüş, daha sonra Hollywood’da ünlü olmuş. Onun kadınlık ve annelik üzerine benimle aynı soruları sorup, aynı kaygıları yaşayan bir kadın olduğunu keşfettim. Onun da bana katkıları olmuştur. Mesela at üzerinde Ankara’ya giden Halide Edip Adıvar beni çok heyecanlandırmıştır.


Afife Jale de alanında bir ilk olduğu için sizin için örnek teşkil etmiş olabilir mi?

Afife Jale idol olarak gördüğüm biri değil. Çünkü maalesef güçlü olamamış ve o yüzden sağlığını yitirmiş bir kadın.


Uyuşturucudan…

Sadece o yüzden değil, yaşadığı sorunlardan sonra ne yazık ki ayağa kalkamamış. O nedenle Afife Jale idollerim arasında olmadı. Sempati duymak ayrı, kahraman olarak görmek ayrı. Ama Türkiye ve dünya tarihi aslında sandığımızdan çok daha fazla ve önemli sayıda kadın kahramanla dolu. Biz kadınlar onların her birinden bir şeyler öğreniyor ve besleniyoruz.

Belki bu isimler arasında Nene Hatun’dan gelip Tansu Çiller’e giden bir süreci göz önüne alabiliriz. Her ne kadar eleştirilse de, Tansu Çiller bu ülkenin ilk kadın Başbakanıdır…
Tansu Çiller’in kadın Başbakan olduğunu düşünmüyorum. Evet, Başbakan oldu ancak kadın Başbakan olamadı. Çünkü ben kadınlıktan, kadın diliyle düşünüp konuşmayı anlıyorum. Yani erkek söylemiyle var olan politikaları tam da bir şahin gibi uygulamak bence kadınlıkla bağdaşmıyor. Orada farklı bir şey var.

Ama bu ülkede bir kadın başbakanın olması, eleştirilse bile yine de bir hoşluk yarattı.
Gerçekten kadın Başbakan olsaydı dediklerinizde haklı olabilirdiniz. Ama Çiller’i bu ülkede Başbakanlık koltuğuna getirdikten sonra, bugün de kadınlara dönüp ‘Evinize gidin ve çocuk doğurun’ demek nasıl bir uyum sağlıyor, bunu da merak etmiyor değilim.


Sizi tanıyanlar meslekte ve habercilikte çok hırslı olduğunuzu söylüyorlar. Bu hırs kimi zaman başınızı derde soktu mu?

Beni tanıyanlar gerçekten hırslı olduğumu söylerler, ama şunu da bilirler ki hırsım, isim yapmak ya da kendimi parlatmak adına olmamıştır. Ben yaptığım işi çok iyi yapmak gibi bir hırsa sahibim, ki bu da obsesif bir karakter özelliğidir. Evet, öyleyim (gülüyor). Şöyle bir örnek vereyim, benim ilk işim Sosyal Sigortalar Kurumu’nda emekli kartı basmaktı. O zaman bilgisayar yoktu ve bizler kişilerin bilgilerine göre kartlar basardık. O zamanlar üniversitede okurken para kazanmak amacıyla oraya girmiştim.


İlk işiniz kart basmaktı yani…

İlk işimdi evet, orada bir altı ay kadar çalıştım. Orada çalışırken kendime koyduğum hedef, aynı gün içinde en çok kartı basmak üzerineydi. Bu bir hırstır. Ben çabuk öğrenebilmek için sigara molasından feragat eder ve pratik yapardım. Ya da iki tane daha basardım. Ben ev temizliğine giriştiğimde bile kendimi kaybederim. Dediğim gibi bunun obsesif bir karakter olmakla ilgisi var. Yani bendeki hırs, şöhret olacağım, en çok ben kazanacağım, zirveye çıkacağım anlamına gelmiyor. Çok çalıştığım için belki o yol da açıldı. Güneş gazetesinde çalışırken başıma şöyle bir şey geldi. O zaman gazetenin başında Güneri Civaoğlu vardı ve benden haber müdür yardımcısı olmamı istedi. Ben reddedince de kavga ettik. En sonunda dedi ki ‘Anlamıyorum, dinlemiyorum, ben seni muhatap görmek istiyorum’.  Ben reddettim.



Neden reddettiniz?

Ankara’dan yeni gelmiştim. İstanbul’da, yazılı basında yeniydim ve kadındım. ‘Bütün bunlarla beni aslanın ağzına atacaksınız, yine çalışayım ama neden burada o kadar eskiler dururken beni onların başına getiriyorsunuz? Bunu yapmayın’ dedim. Ama dinlemedi ve haber müdür yardımcısı yaptı. Ardından tam da korktuğum şeyler başıma geldi. Orada çok zor zamanlar yaşadım. İşin ilginç tarafı, bu görevi alırken Ankaralı olduğum, TRT’de işe başladığım ve memur çocuğu olduğum için para konuşmak, yüksek ücretler istemek bana ağır geldi ve hala da ağır geliyor. Aslında saçma bir şey ama para konuşmak çok yakın zamana kadar da ağır geldi.  Evet, hırsım var ama bu hırsın karşılığı, sosyal sigortalarda kart basmakta, belediyede dergi çıkartmak da olabilir. Ben Ümraniye Belediyesi’nde dergi çıkartırken sadece iki kişi çalışıyorduk ve arkadaşımla tashih konularında kavga ederdim.


İş konusunda ciddisiniz…

Yani bir şey yapıyorsanız iyi yapacaksınız. Ama bunun adı, çalışmaktan hoşlanmayanlar tarafından hep kötü bir hırs, canavarlık, cadılık gibi algılandı. Ama hakikaten bir kişinin çalışmasını istiyorsam ondan daha fazla çalışmalıyım diye düşünmüşümdür. Bu tuhaf bir şey. Yöneticiler oturur çalıştırırlar, oysa ben çalışanımdan sabaha kadar ayakta kalmasını istediysem, ben de ayakta kalmalıyım. O sıkıntıyı ben de hissetmeliyim. İşte böyle bir obsesyon halindeyim. Yapabileceğim bir şey yok.


Habercilik yapmak beraberinde belaya da davetiye çıkartıyor. Saldırıları, kimi zaman mahkumiyetleri de beraberinde getiriyor. 

Davalarım oldu, yıllarca yargılandığım, sözel saldırılara maruz kaldığım zamanlar oldu ve çok şükür onun dışında bir saldırıya maruz kalmadım. Söylediğiniz anlamda herhangi bir cümle kurmaya utanırım. Çünkü bu ülkede gazeteciler bedel olarak canlarını verdiler. Abdi İpekçiler, Uğur Mumcular…  Cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler oldu. Hala cezaevinde olanlar var. O yüzden bu konuda bir şey söylemeye utanırım. Çünkü hakikaten çok küçük bedeller ödemiş bir insanım. Daha çok işsiz kaldım ya da yıllarca çok küçük işlerle uğraştım. Bu benim 20 küsuruncu işim ve birçoğundan atıldım ya da istifa ettim. Başka yerden gelen teklifler sonucu işten ayrıldığım da oldu ama medyada ortalama bir insanın başına ne gelebilirse onları yaşadım. Yani çok da şikayet edecek bir şey söyleyemem. Çok ağır bedellerin yanında yaşadıklarım hiç kalır.


Sizin medyayla ilgili,   ‘Kendimi pavyonlardan kirlenmeden çıkmayı başarmış Türkan Şoray’a benzetiyorum’ ifadeniz var.  Bunu yapmak zor olmadı mı? Çünkü hayat filmlere benzemiyor ve gerçek hayatta kadınları koruyacak beyaz atlı prensler pek yok…

Ben orada şunu kastetmeye çalışmıştım; pavyona düşüp de lekelenmeden çıkmak değil de, bir yerde bir sorun varsa sizin bütünüyle o sorundan azade olmanız mümkün olmaz. Yani Türkan Şoray o pavyondan bakire olarak çıkabilir, ama ruhunda kırıklıklar vardır. Orada çalıştığı için hayatında bedeller ödemek zorunda kalır. Sigara, içki kokusu, tenine ve saçına siner. Tümüyle etkilenmeden, yara almadan çıkamazsınız. Bunca yıl medyada, sahada ya da yönetici olarak masada çalışıp da hiç yanlış yapmamak, hata yapmamak mümkün değil. Ben de belki hatalar yaptım, insanları kırdım ama şunu söyleyebilirim; en azından ruhumdaki kırıklıklara rağmen oradan varlığımı bütünlüğümü savunabileceğim şekilde en az hasarla çıktım. Hiçbir şeyi kasıtlı yapmadım, hiçbir insana kızıp da ekmeğiyle oynamadım. Bağışlanmayacak bir hata yapmadığı takdirde kimseyi kovmadım.  Kimse benim için arkadan iş çevirdi diyemez. İlişkilerimde şeffaf ve dürüst olmaya çalıştım.


Cem Uzan’ın en hırçın olduğu dönemlerde Star’da haber dairesinin başındaydınız. O yıllar sizin için mutlaka çok zor geçmiş olmalı…

Biz oraya zannedilenin aksine istemeyerek gittik.  Ankara temsilcimiz Baki Şehirlioğlu, Ülker Pınarbaşı ve birçok arkadaşımızın oyu gitmemekten yana oldu. Fakat bir şekilde gittik, yani gitmek durumunda kaldık. Birlikte gittiğimiz Ali Kırca da bir süre sonra bıraktı. Birlikte gitmiştik ancak sözleşmemiz gereği biz ayrılamadık.  O dönem gerçekten çok zordu. Fakat bu dönemde, Cem Uzan’la aramızda çok enteresan bir şey oldu. Bana herkese yaptığı gibi bağıramadı, hakaret edemedi, emir veremedi.



Var mı böyle ilginç bir anınız?

Bir gün telefonum çaldı, Cem Uzan arıyor. ‘Ayşenur Hanım, ne zamandır bizim televizyonumuzda bize küfür ediliyor’ dedi. Anlamadım dedim. ‘Siz haberleri izlemiyor musunuz?’ dedi. İzledim ama son birkaç haberi izleyemedim deyince, ‘O zaman hepsini izleyin ve beni arayın’ dedi. Kapattım telefonu ve son birkaç habere baktım. Bir haberde birlikte çalıştığımız genç kızlardan biri enteresan olsun diye Fenerbahçe sitesini açmış ve oradan ‘Fener’e uzanan eller kırılsın’ afişinin olduğu bir görüntü almış. ‘Uzanan’ kelimesindeki ‘Uzan’, büyük harflerle ve kırmızı renkte yazılmış.  Uzan ailesinin kastedildiği açık ve bu Star’da oluyor. Gerçekten cahilce bir iş. Telefon açtım, ‘Görmemişim, ne deseniz haklısınız’ dedim. ‘Kim yapmış?’ dedi. Çocuklardan biri dedim. ‘Ne demek o?’ dedi. Burada iki kuruşa çalıştırdığımız çocuklardan biri yapmış dedim. Yine ısrarla ‘Kim o?’ deyince, kusura bakmayın, adını veremem, bunun sorumlusu benim, istifamın kabulünü rica ederim karşılığını verdim.  ‘Ne demek, estağfurullah ama kimin yaptığını bilmek istiyorum. Neyse, pazartesi konuşuruz’ dedi ama bir daha konuşmadık.

Bir başka sefer de bir bakanla ilgili kaset göndereceğini söyledi. Kaset ona göre o kadar ciddiydi ki muazzam skandal çıkaracak ve bakanı istifaya kadar götürecekti. Kaseti haber yapmamızı istiyordu. Kaseti seyrettim, ardından kendisine telefon açtım ve siz kaseti izlediniz mi? dedim. ‘Evet’ deyince, bu kasette bir şey yok ki, adam söylediklerinde haklı dedim. ‘Olur mu!’ diye bağırdı. Bakın yasalara göre durum bu ve haklı. Bu onu istifa ettirmeyeceği gibi sizi de zor duruma sokar dedim. Beni dinledi.

Sanırım, ‘Bu kadın bana her şeyi açıkça söylüyor, ben bu kadını ezemem’ diye düşünmüş olabilir. Hatta gruplar arası kavganın çok tırmandığı zamanlarda da beni görevden alıp bir başka arkadaşı göreve getirdi. Onunla bağırdı çağırdı sonra biraz ortalık sakinleşince beni yeniden göreve getirdi (gülüyor). Cem Uzan’la öyle enteresan bir dönemimiz oldu işte.


Cem Uzan parti kurarak seçimlere de girdi. Bu dönemle ilgili bir anınız var mı?

Gerçekten de böyle hikâyem var. Cem Uzan, seçim öncesinde beni aradı. ‘Oy oranıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?’ dedi. Ben, sekiz buçuk dokuz düşünüyordum ama kendisiyle konuştuğum için 10 ya da 11 olabilir, baraj sınırında dedim. Kızmadan müstehzi bir ifadeyle ‘Siz ne diyorsunuz Ayşenur Hanım, araştırmalara bakarsanız yüzde yirminin altında değilim, muhtemel koalisyon için bakan listesi hazırlıyorum’ dedi.  Seçimlerden bir hafta on gün öncesiydi. Güldü ve ‘Ayşenur Hanım, çok yanılıyorsunuz ve seçimin ertesi günü sizinle konuşurken bunu hatırlatacağım’ dedi. Ve zaten o gün her şey patladı.


Seçim sonrası bu konuyu konuştunuz mu?

Hayır, konuşmadık. Çünkü sonrasında her şey hızla tersine döndü ve zaten yollarımız da ayrıldı.


Avrupa Birliği, Türk medyasına sendikalaşmayı getirecek mi, buna inanıyor musunuz?

Neden Avrupa Birliği diye sordunuz bilmiyorum ama böyle bir şeyi ancak biz başarabiliriz. Amerika’da film çekiminde sette sendika temsilcisi vardır. Figüranların sözleşmelerinde ya da çalışma şartnamelerinde çekim, altı saatse altı saati bir dakika geçse milyon dolarlık projeleri dinlemezler, işi bitirirler. Sendikaya üye olmayan herhangi biri başrol ya da figürasyonda dahi rol alamaz. Bu o ülkede hem devletin, hem de bireyin kendi haklarına sahip çıkmasıyla ve demokrasi anlayışıyla ilgilidir. Mesleğimize sendika yasak değil ki ve bir sendika var. Ama eğer siz bir işyerinde örgütlenemiyorsanız ve örgütlendiğiniz zaman işten atılıyorsanız bir anlamı kalmıyor tabii.


Doğal olmayan da basın çalışanlarının örgütlenmemesi.

Tabi ki bu bizim ayıbımız. Biz yapmadıktan sonra patron bunu bizim için yapar mı?


Bir de emeklilik ikramiyesi sorununuz vardı ve bunu mahkeme kararına rağmen alamamıştınız sanırım. Şimdi aldınız mı?

(Gülüyor) TMSF’den aldım ve katiyen faiz işlememişti. Çok komik bir paraydı ama hiç değilse ona da razı oldum. O zaman öğrendim ki primlerim asgari ücretten yatırılmış. Atv’de haber bölümünde yöneticilik yapıyordum ve muhabirlerimin haklarını korumaya çalışırdım. Ama sağ olsun patronlarım bunu pek gözetmemiş ve primlerimi asgari ücret üzerinden yatırmışlar.


İnternet gazeteciliği günümüz gazeteciliğinin tanımını iyiden iyiye değiştiriyor. Size göre ilerleyen yıllarda basılı medya bitecek mi, gazeteciliği neler bekliyor?

Gazeteler kendilerini yenilemezlerse bitmez ama yenilemezlerse ne olur bilmiyorum. İnternetten bağımsız olarak tirajını bir türlü artıramayan bir yazılı basın gerçeği var. Hiç hoş bir gerçek değil. Ben güne 10-15 gazete karıştırarak başlıyorum. Ellerimden bir mahalleyi zehirleyecek kadar mürekkep ve katran akıyor. Ellerimin boyanmasından, kir pas içinde kalmasından hiç hoşlanmıyorum. Bunu çözmedikleri sürece ileride ben de gazete okumayı bırakabilirim. Ama internet tabi ki çok önemli bir faktör, kol kola yürümeyi öğrenecekler. Televizyon haberciliği gazeteyi öldürür deniyordu ama böyle bir şey olmadı.  Şu anda da etkilese bile basılı medyayı öldürmeyecektir. En azından ben ömrüm süresince böyle bir şey göreceğimi zannetmiyorum. Belki ilerleyen zamanlarda diyeceğim ama o zaman da Mars’ta oturacağımız için… (Gülüyoruz)


William Shirer adlı kadın gazeteci, Avrupa’ya savaş ihtimaline karşı bilgi toplamak ve haber geçmek üzere İngiltere’den gönderilmiş bir muhabirdi.  O görevini yaptı ve haberlerini geçti ancak kimse bunlara dikkat etmedi. Savaş sonrası haberlerine bakıldığında savaşın geleceğini apaçık bir şekilde gösterdiği fark edildi. Buradan yola çıkarak sizin de ülkemizin yakın geleceğiyle ilgili fark ettiğiniz şeyler var mı?

Anlatacağım ama ukala ve kendini beğenmiş görünmekten korkarım.



Estağfurullah…

Güneş gazetesinde çalışıyorum, 1984 yılı ve o zamanlar seçime girerken gazete Turgut Sunalp’i destekliyor. Hatırlıyorum da onun manşetlerini yapmak ne kadar zordu. Gazetenin başında Güneri Civaoğlu var. Bir taşra baskısını göstermek için odasına çıkmıştım, odada Sencer Güneşsoy da vardı. ‘Seçimlere birkaç hafta kalmış, biz Turgut Sunalp manşetleri yapıyoruz ama gümbür gümbür gelen bir Turgut Özal gerçeği var. Arada bunu da görmek gerekmiyor mu?’ dedim.  Şöyle bir durdu ve Sencer Güneşsoy’a dönüp, ‘Bak kız ne diyor’ dedi. Ben tekrarlayınca, Sencer Bey, ‘Bırak kızım o işleri, bakanların listesi bile hazır, her şey tamam’ deyince iddiaya girdik. Sonucu biliyorsunuz.

Buna benzer bir olayı da yıllar sonra Atv’de yaşadım, tanıklarım da vardır. Haber toplantılarından birinde biz MHP’ye hiç yer vermiyoruz ama fena halde tırmanışta, onların haberlerini de görelim  dedim. O zaman için yönetim ve Ali Kırca, bu kanaati paylaşmadıklarını söyledi. Onlara göre efsanevi lider ölmüştü ve bir daha çıkışa geçemezlerdi. Ama sonraki seçimde hükümet ortağı oldular. Ne Özalcıydım ne MHP’li, sadece gördüklerimi söyledim.


Bu doğru tespitlere bakınca, demokratik özerklik meselesiyle ilgili yorumlarınızı merak ettim şimdi…

Demokratik özerklik meselesinde yaşanan gelişmelere şaşıranlara şaşırıyorum. Çünkü bunun geleceği çok belliydi, çok ortadaydı. Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığını kazanacağı da çok ortadaydı.  Milliyet gazetesinin birinci sayfasında yer alan bir fotoğraf her şeyi anlatıyordu. Bir aile fotoğrafı, Recep Tayyip Erdoğan, Bünyan halı serilmiş bir odada ayağında çoraplarıyla ailesiyle birlikte objektife bakıyordu. Seçmen profilini birebir yansıtan bir fotoğraftı bu.
Kürt açılımı başladığında, bunları konuşmak Kürt cephesinde çıtayı yükseltmez mi? diye sorunca, bana ‘Analar ağlasın mı istiyorsun?’ dediler. Kimileri de ‘Sen Ergenekoncusun’ dedi. O zaman bana bunları söyleyen meslektaşlarım şimdilerde ‘Kürtler çıtayı çok yükseltti’ diyorlar. Eğer parametreleri belliyse, yakın geleceği görmek medyumluk ya da kahinlik değildir. Bazı gerçekler var ki, bayrak sallaya sallaya geliyor.


Yani demokratik özerlik fikri ortadaydı diyorsunuz…

Tabi ki çok belliydi. Habur’dan gelişler başladığında o adamlar ‘Apo’nun temsilcisiyiz’ diye bağırdılar. Yani Öcalan’ın elçisi olarak gelen adamların, utana sıkıla ve de pişman bir halde gelip üzerlerindeki savaş kıyafetlerinden sıyrıldıktan sonra eşofman giyeceğini kimse düşünmüyordu herhalde. Öcalan neyi temsil ediyorsa, elçisi de onu temsil ederek geliyordu. Tüm bu yaşadıklarımız, adım adım özerk bölgeye doğru gittiğimizi gösteriyor. Bu hayata geçiriliyor. Şimdi bunu önleyemeyecekleri için konuşmamaya çalışıyorlar ama konuşmamak sadece kafayı kuma gömmektir. Kimisi bu gelişmeleri alkışlar, kimisi de dizlerini döver. Ama bu bir gerçek ve buraya doğru bir gidiş var. Eğer bir kapı açıyorsanız ve o kapıdan geçenlere bir yol haritası vermiyorsanız, yol göstermiyorsanız, onları boşlukta bırakırsınız. Hükümet kapıdan geçenler için bir yol haritası çizmemişti. Oysaki bazılarının elinde Öcalan’ın verdiği yol haritası vardı. Onlar da o yolda gidiyorlar. Bundan bir yıl önce programda, çok daha zor bir döneme giriyoruz, sivil itaatsizlik ve sivil dönüşüm süreci başlıyor dedim. Bunu okuduğum için biliyorum.  Öcalan’ın açıklamalarını, sözlerini okuyordum. Onun sözlerini takip edip, ideolojiye, politik söyleme çeviren isimleri okuyordum. Fırat News’u okuyordum. Yoksa uydurmam mümkün değil. PKK’ya bir terör örgütü olarak sonuna kadar karşı çıkarım ama onu izlemek gazeteci ve yurttaş olarak görevim. Bunu söylediğimde ‘PKK’lı bu’ diye kızıyorlar bana. İşine gelmeyenlerden bazıları da ‘Ergenekoncu’ diyor. Kağıt üzerinde her şeyi söylüyorlar ama bunu söylemek kahin olmayı gerektirmiyor. Bakmak ve görmek yetiyor.


Yani bölgede demokratik özerklik oluşumunun başladığı görülüyor diyorsunuz?

Neredeyse adı konuldu bile.


Yakın bir tarihte olacak mı diyorsunuz?

Hayır, o süreç başladı. Kimsenin konuşmadığı konular var ve neden konuşmadıklarını bilmiyorum.  Osman Baydemir ‘Silahla savaşma zamanı bitti’ dediği için, Öcalan kızdı ve kükredi. Peki, neden kükredi? Bir, ‘Sen sus, haddini bil’ demek için. İki, ‘Silahlı mücadele dönemi bitti ama işler yolunda gitmezse silahlar orada duruyor, yeniden böyle bir çatışma yaşanabilir’ demek için. Bütün bunların sonucunda Osman Baydemir’e bir eş başkan geldi. Şimdi çok affedersiniz ama bir ülkede belediye başkanı halkın oylarıyla seçilir. Seçimle gelmiş kişinin yanına nasıl bir eş başkan atanabilir? Hangi demokrasi anlayışında böyle bir şey var? Belediye başkanları bir noktada İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır.  Bakanlığın, görevden alma ya da açığa alma hakları vardır.  Ben şimdi İçişleri Bakanlığı’nın devreye girip de eş başkan olarak atanan isme ‘Sen oraya nasıl oturdun? ‘ diye sormasını bekliyorum.  Medyanın da bunu şimdiye kadar neden sorup konuşmadığını anlayamıyorum. Neden konuşmuyorlar, çünkü artık iktidara yakın birçok kalemin de kabul ettiği gibi iş Ankara’nın elinden çıktı. Herkeste ‘Bari konuşmayalım da mesele daha fazla büyümesin’ düşüncesi var. Konuşulmasın diye soru bile sorulmuyor.



Medyada kadın olmak avantaj mı dezavantaj mı diye sorsam?

Çok zor. Güneri Civaoğlu bir gün, ‘Senin en büyük eksiğin, şöyle anlı şanlı bir soyadı olan kocanın olmaması’ demişti. Herkesi kast etmiyorum ve kadın meslektaşlarımı da töhmet altında bırakmak istemiyorum ama köklü bir aileden gelmiyorsanız, bilinen bir soyadınız yoksa, medyada kadın olmak çok zor. Ancak o kadınların da işi zor, çünkü hep kocalarının ve babalarının gölgesinde var oluyormuş gibi itham edilirler. Medyada kadın olarak var olmak çok zor, çünkü eşit işe eşit ücret yoktur. Kadınsanız, aynı görevi yaptığınız erkek meslek arkadaşlarınızdan yarı yarıya daha az maaş alır, iki katı daha fazla çalışırsınız.  Medyada kadın olmak her anlamda zordur.


Ekrandaki kadınların özellikle reyting almak için kullanıldığını düşünüyor musunuz? Seksapel ve dekolte olarak…

Tabi ki böyle bir şey de söz konusu ama bu televizyoncular kadar izleyicilerin de sorunu. Yani arz ve talep meselesi. Eğer prim ve reyting yapıyorsa devam edecektir. Başbakan sürekli olarak liberal ekonomiyi savunup özelleştirmeler yaparken bir anda ‘Bitlis’e neden otel yapmıyorsunuz?’ diye sorabiliyor. Talep yoksa, oraya gidip ne yapacaksınız? Bitlis’e otel yapmanın ekonomik mantığı yoksa yapmazsınız.  Bunun gibi, format izleniyorsa ve reyting alıyorsa yapılmaya devam edecektir. Bunlar liberal ekonominin sonucudur. Bunu savunup da sonra karşı çıkılması bana çok mantıksız geliyor. Ben bunu savunmadığım için rahatlıkla eleştirebiliyorum. Zaten haberlerin reytingle ölçülmesinden de son derece rahatsızım. Haberler reytingle ölçülürse, siz olayı öyle bir yarışa sokarsanız ki, sonuçta saçmalanır.

Maziye bakınca Gülgün Feyman’ın maymunla röportaj yapmak zorunda kalışı geldi aklıma...
(Gülüyoruz) O gün ne kadar üzülmüştüm. Zavallı Gülgün’ü izlerken, gerçekten kötü oldum. Çünkü o çok şeker bir insan ve bunları hiç hak etmemişti.  Bu örnek gerçekten çok hatırlanıyor ama şimdilerde herkese saldıran Engin Ardıç’ın da yorumları hatırlanmalı. Erol Aksoy’a ‘Rum çocuğu’ demesinden tutun da çok sayıda incisi vardır. Bunu da hatırlatmak istedim. Unutuyoruz.


Haberlerimizi nasıl buluyorsunuz, sağlıklı mı? İnsanlar ‘İzlerken içimiz kararıyor, her şey bu kadar kötü mü, hiç iyi haber yok mu?’ diyor. Yoksa bu Türkiye’nin fotoğrafı mı?

Evet, yani kusura bakmasınlar, bunları görmek istemeyenler Memet Ali Alabora’nın ‘Heberler’ini izlesinler diyeceğim ama onlar da gayet sıkıcı olan haberlere farklı bir bakış açısı getiriyorlar. İronik bir dille veriyorlar. Değişen bir şey yok. Türkiye’nin haberlerini izleyeceklerse bunları görmeye alışmaları gerekiyor. 

Türkiye’de haber habercilik denilince akla Ali Kırca ve Mehmet Ali Birand isimleri geliyor. Siz uzun yıllar onlarla çalıştınız ama sizi ya Ali Kırca’nın sekreteri ya da Mehmet Ali Birand’ın asistanı sandılar. Buna kızmadınız mı?

(Gülüyor) Kızmaz mıyım ayol, kızdım tabi ki. Hakikaten insanlar yanında bir kadın gördüklerinde bu tarz düşüncelere kapılabiliyorlar. Herkes zannetmiyordu ama böyle sanan da oluyordu ve kızıyordum. Sert tepkiler göstermedim. Konuk gelmiş ve böyle düşünüyor. Ben de geçiştiriyordum.


Çok stresli bir iş yapıyorsunuz, bu stresi nasıl atıyorsunuz?

Ben haber merkezinde çalışırken, bağırır ve arada bir masaya ellerimle vururdum. Bir yandan da Allah kahretsin diye bağırırdım. Herkes farklı bir şekilde rahatlar, ben de böyle rahatlıyordum. Ayrıca eve gittikten sonra haber görmek istemem. Türk kanalları seyredemiyorum. National Geographic ya da Biocrime gibi kanalları izliyorum. Ayrıca yabancı yarışmaları izlemeye bayılırım. Tasarım, yemek ve dans yarışmaları beni bu ülkeden alıp götürüyor.


Ağlayarak rahatladığınız oldu mu ya da sizi ağlattılar mı?

Oldu tabi ki, olmaz mı. Ben çok çabuk ağlayan bir insanım. Çok çabuk gülerim ve ağlarım. Bir gün ağlarken, arkadaşım yanıma geldi ve ‘Koskoca Ayşenur Arslan – ne demekse o-  yapma böyle’ dedi. Benim umurumda değil. Üzgünsem ağlarım, neşeliysem de dolu dolu kahkaha atarım. Eskiden haber merkezinde stresli olduğumuzda tüm ekip deli gibi dans eder, halay çekerdik. On dakika boyunca stres atar rahatlardık. Hiç ‘mış’ gibi yapmadım. Bu felsefenin adını oğlumun sloganıyla koyuyorum. Onun her konudaki felsefesi şudur;  ‘Sınırsız samimiyet, sınırlı cesaret’.  Ben yıllarca bunu yapmaya çalışmışım ve bunun adını sonradan oğlum koydu. Samimi olmak çok önemli. Kızdığınızda da samimi olacaksınız. Ben birine kızdığımda yanına gider ve ‘Biliyor musun, ben sana o kadar kızdım ki seni parçalamak istiyorum’ derim.


Bunu Ali Kırca’ya da dediniz mi?

Offff… Elbette, demez olur muyum! Ali Kırca’ya mektup yazardım. Odalarımız yan yanaydı. ‘Beni ne kadar kırdın, beni ne kadar üzdün, seni parçalamak istiyorum’ derdim. Birand’a mektup yazmadım ama ona da çok söylemişimdir.


Ali Kırca’ya hala kızgın mısınız?

Ali Kırca’ya kızgın değilim ama kırgınım. Onun da bana kırgın olduğunu biliyorum, duyuyorum.


İnşallah bu kızgınlık ve küslük son bulur artık…

Bilmiyorum ama Ali benim için hiç olmayan ağabeyim ya da erkek kardeşim gibiydi. Ben hayatta aile bireylerim, yani annem, babam, oğlum ve kardeşlerim dışında Ali’ye açtığım kadar kimseye yüreğimi açmadım. O dostum, kardeşim, ağabeyimdi, o yüzden ondan gelen kırıklık çok daha fazla olur, biliyorsunuz.



Siz, güçlü bir kadın ve habercisiniz. Şöhretli bir habercisiniz. İnsanlar yanınıza titreyerek ve çekinerek geliyorlar ama siz bir dönem ekonomik olarak ayakta kalmak için cinsel bilgiler ansiklopedisi bile yaptınız.

(Gülüyor) Eros’tu galiba… Ümraniye dergisi de yaptım, çeviriler yaptım.


Mesela bir sinema filmi de yaptınız, hangi filmdi o?

Evet, yaptım. ‘Ölürayak’ adlı filmdi.


Vizyona girmiş miydi?

Evet, vizyona girdi ama üç beş kişi seyretmişti. Unutmuştum. Türker İnanoğlu, ‘Beşbin Türk filmi’ seçkisinde, mucize kabilinden bulup yer vermeseydi, ben bile böyle bir filmin varlığını unutmuş olabilirdim.


Nasıl bir filmdi?

Bir kere şöyle bir hoşluğu vardı, Haluk Bilginer’in Türkiye’deki ilk filmiydi. İngiltere’den döndükten sonra ilk o filmde yer almıştı. Benim ilk senaryomdu, yönetmen Aydın Bağardı’nın ve yapımcının ilk filmiydi. Herhalde bu kadar ilk bir araya geldiği için film iş yapmadı. Biz helva yapmaya yola çıktık ama neticede şakşuka oldu. Ama o filmle Ankara Film Festivali’nde senaryo ödülü aldım.


Konusundan biraz bahseder misiniz?

Sevgi Soysal ve Ömer Dilek, TRT’ye ilk başladığım yıllarda arkadaşımdı. Her ikisini de birer yıl arayla kanserden kaybettim. Ömer Dilek her an için yanımdaydı, çok sevdiğim bir insandı ve çok genç gitti. Sonra yanıma Sevgi katıldı. Ben her zaman onları yanımda saydım ve günler öyle geçti. Çünkü ancak insanları unuttuğunuz zaman onların öldüğünün idrakine varıyorsunuz. Onları her zaman hatırlamam lazım gibi bir duygunuz oluyor. Hayattayken birbirlerini hiç tanımadılar ve tanısalardı birbirlerinden teğet geçecek kadar farklı insanlardı. Sonra şunu düşündüm, bu iki insan öleceklerini bilerek ölmeden kısa süre önce yani ölürayak tanışsalardı yine birbirlerini teğet geçerler miydi?  Yoksa hayata dair bazı kodları, etiketleri boşlayıp, öleceğini bilmenin farkıyla birbirleriyle mi olurlardı? Böyle bir düşünceyle yazmıştım o filmin senaryosunu.


Sevgi ve aşk deyince şunu sormak istiyorum. Siz iki kere evlendiniz ve boşandınız. Allah’ın hakkı üçtür derler ya…

Yok, hayır. Mina Urgan’ın ‘Bir Dinazorun Anıları’ isimli kitabında beni çok etkilemiş bir söz vardır: ‘Filan yaşta kadınlık defterimi kapattım ve sonra kendimi o kadar özgür hissettim ki!’ Şu anda aynı şeyleri yaşıyorum, inanın müthiş bir özgürlük alanı, çünkü evlilik dediğiniz şey gençlikte birlikte yola çıkar ve birlikte yürürseniz, yaşlılıkta anlamlı olan bir şey. 60 yaşından sonra bir beraberliğe başlamanın çok çok zor olduğunu düşünüyorum. Ekstra fedakarlıklar ve zorluklar getireceğini biliyorum. Kendim ve çocuğum için bunu arzu etmiyorum. Bir de çocuğunuz varsa ona karşı ölünceye kadar bir sorumluluğunuz olmalı.  Geçmişte daha gençken düşünmedim, şimdi hiç düşünmüyorum. Bütün bu defterleri kapatıp 60 yaşını geçmiş olmanın verdiği delilik hakkını kullanıyorum. Her konu hakkında konuşabiliyor ve fikrimi belirtebiliyorum. O kadar hoş ve keyifli ki, artık bundan sonra bunun tadını çıkartıyorum.



Dizi izliyor musunuz?

Yok, maalesef izleyemiyorum. Ama vakit buldukça sinemaya gitmeye çalışıyorum. Sinemayı sinemada izlemeye bayılırım. Ayşim Akman adında bir arkadaşım var, onunla yıllar öncesinden beri devam ettirdiğimiz bir sinema geçmişimiz var. Onunla son olarak Angelina Jolie ve Jonny Deep’in birlikte oynadığı ‘Turist’ filmini izledik. Venedik çok hoş, kalkıp da gitsem diyorsun. Angelina Jolie’ye baktığınızda hafif bir kıskançlık hissediyorsunuz. Bir kadın, bu yaşta, bu kadar muntazam ve güzel olabilir mi diye düşünüyorsunuz. Şahane ve zekice yazılmış bir metin. Ben zaten zekice yazılmış metinleri çok seviyorum. Ama bir hafta sonra sorsanız hatırlamam, öyle de bir film. Son zamanlarda izlediğim sarsıcı bir film olmadı.


Aşağıda bir takım isimler okuyacağım size… Kişi ve soru konseptinden hareket ederek, aşağıdaki isimlere hangi soruları soracağınızı öğrenmek istiyorum. Söyleyeceğim ilk isim, Recep Tayyip Erdoğan…

Sayın Başbakan’a neden kendisine soru sorulmasına kızdığını sormak isterim. Çünkü çok kızıyor.


Barrack Obama…

(Gülüyor) Acaba başına bunların gelebileceğini biliyor muydu? Pişman mısınız diye sormak isterim. Bazı yöneticiler şanslıdır. Mesela Recep Tayyip Erdoğan’ın şanslı bir siyasetçi olduğunu düşünüyorum. Ekonomik krizin onun döneminde patlamaması bile yeterli. Barrack Obama’ysa Amerikan imparatorluğunun çöküş zamanına denk geldi. Herhalde kimse onun yerinde olmak istemezdi.


Kenan Evren…

Kenan Evren’e soru bile sormak istemezdim. Darbe zamanındaki idamlar konusunda kendisine onlarca soru soruldu ve o vicdanının rahat olduğunu, geceleri de rahat uyuduğunu söyledi. O kadar olayı yaşattıktan sonra gece rahat uyuyabilmesi, inanılmaz bir şey. Bu yüzden ona soracak hiçbir sorum yok.


Kemal Kılıçdaroğlu…

Kılıçdaroğlu’na birden fazla sorum olurdu. Mesela kurultay konuşmasında hiç Kürt kelimesi kullanmadan, sadece Rojin’den bahsederek, her türlü etnik kimliğe karşı kör ve sağır, yani aynı mesafede olması gerektiğini söylüyor. Etnik kimliğin önemli olmadığını söylüyor. Ama Kürt sorununun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunu da düşünüyor. Müthiş bir çelişkiler yumağı gözlüyorum. Parti meclisinde de kendi konuşmasında da gözlüyorum ve bunun reel bir politika gereği olduğunu da biliyorum. Ama tek bir soru hakkım olsaydı, ‘Gerçekten iktidara yürüyebileceğinizi düşünüyor musunuz, buna inanıyor musunuz?’ diye sorardım.


Mustafa Kemal…

Mustafa Kemal’in kadınlarla birlikte olduğu bir fotoğrafı var bende. (Masasının üzerindeki fotoğrafı alıyor ve gösteriyor, biz de bunu görüntülüyoruz). 10 Kasım’da yayına bununla çıktım. Türkiye’deki kadınların Mustafa Kemal’e çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Yüzünü ne kadar kara çıkarttık…  Bunu sorardım belki. 


‘Acınızı hafifletmek için ne yapabiliriz paşam?’ diye sorardınız belki.

Hayır, paşam demezdim. Çünkü ben Genelkurmay Başkanlarına ‘Paşam’ denmesinden, Sakıp Sabancı’ya ‘Ağam’ denmesinden hiç hoşlanmazdım. Gazi ve Paşa sevmediğim ünvanlardır. Mustafa Kemal’e Türkiye’nin durumuyla ilgili değil de belki kendisiyle ilgili bir soru sorardım. Acaba hayatının son anlarında aklından ‘Keşke daha az yorulsaydım, üzülseydim ama daha çok yaşayıp hayatın tadını çıkarsaydım’ düşüncesi geçmiş midir? Halide Edip Adıvar’ın ‘Ateşten Gömlek’ kitabında onun savaş zamanı ne fedakarlıklar yaptığını yazar. Böbrek sancısı çekerken nasıl ayazda mantolara sarınıp uyumaya çalıştığını ya da diş ağrısını pamuklara sürdüğü alkollerle gidermeye çalıştığını öğrenebilirsiniz.  Bütün bu sıkıntılara, ızdıraplara, mücadelelere değdi mi acaba diye merak eder, sorardım.

Bence değdiğini söylerdi ve yeniden aynı şartlar oluşsa, inanıyorum ki Atatürk tereddüt etmeden baştan itibaren aynı şeyleri yine yaşar, yine yapardı.Ayşenur Hanım, siz bu ülkenin en önemli kadın habercilerinden birisiniz. Yıllardır bize taşıdığınız haberler için şahsım ve Medyaradar okurları adına size yürekten teşekkür ediyorum.