'Yazıcıoğlu neden badem gözlü oldu?'
Bir insan aynı ölçüde hem Fenerbahçeli hem Galatasaraylı olabilir mi? sorusundan hareket eden Çintay, Yazıcıoğlu-Hrant Dink eşleşmesini irdeliyor.
Radikal gazetesindeki köşesi şöyle:
Aynı insan Hrant Dink ve Muhsin Yazıcıoğlu'nu aynı ölçüde sevebilir mi?
'Nur! İsminden başka hiçbir yerinde bu sıfatı taşımayan! Ne varmış bekraundunda Muhsin Başkanın? Sizin hazmedemediğiniz, cenazesinde onu seven insan kalabalığı mı yoksa Türkiye’de dinine ve milliyetine bu kadar bağlı insanın çokluğu mu? Yoksa kıskandın mı senin cenazen böyle olamayacak diye?..” (Mehmet.C.Ö.)
Çarşamba günkü ‘Yazıcıoğlu neden badem gözlü oldu?’ yazısının maruz kaldığı mail yağmuru beni iki sene öncesine götürdü. Hem yoğun yağış hem de üslup/düzey bakımından, İzmir’deki Cumhuriyet mitingi (Mayıs 2007) sonrasında gelen e-postalara.
O dönemden hiç unutamadığımız bir “Kocan seni öpüyor mu?”
mail’i vardır; mitingdeki güzel Cumhuriyet kadınlarını çekemediğimi düşünen Hülya G., bana tavsiyelerde bulunuyordu: “Genellikle sizin gibi bakımsız, kompleksli ve aldatılan kadınlar kendinden güzel olan kadınları hep kıskanır. Sen KADIN’ın ne anlama geldiğini de bilmiyorsundur. Kocan seni öpüyor mu? Bence bu yüzdendir bu açlığın ve kadınlara karşı duyduğun nefretin. Önce bir giyin, temizlen, Cumhuriyet kadını gibi, İzmir kadını gibi misler gibi kok, bak bakalım kocan seni nasıl öper. Ama bu kafayla bunu ancak rüyanda görürsün. Bir insanın insan içerisine bakımlı çıkması da sana garip geliyordur, ama öyledir, biz öyleyiz. Bunu öğrensen artık iyi olur.”
Bu defa da cenazemin Muhsin Yazıcıoğlu’nunki kadar kalabalık olmayacağını söyleyenler (Başka e-postalarda da aynı vurgu vuruluyordu kafama kafama, en sonunda Begüm dedi ki “Sen öl, ben otobüs kaldırtırım her yerden, beyaz eşya dağıtırız icabında!”), bana o cümleleri işte bu kıskançlığın yazdırdığını öne sürenler vardı.
Toparlanalım. Ölümle, acıyla dalga geçmek gibi bir derdimiz gayet tabii ki yok, olamaz.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü de elbette ki sevenlerini perişan etti, ayrıca sonunun böylesine trajik ve isyan ettirici olması da katlıyor bu acıyı.
Ama işte tam da bu noktada anlayamadığım şeyler de oluyor: Sanki bu sonun korkunçluğu, gidenin tarihini de saklıyor, aklıyor. Ölümün biçimi, ölene karşı hissiyatı da değiştiriyor. Ya da yoktan bir şey var ediyor; sıradan bir veda olsaydı umursamayacaklar arasında da travmaya yol açıyor.
Gidenin CV’sine dair cehalet mi, trajik bir kazanın yarattığı naif hassasiyet mi? Galiba ikisi de.
Çarşamba günkü yazıda bir dükkânda karşılaştığım, Yazıcıoğlu ile çok ayrı dünyalardan birkaç kadının derin bir kederle, gerçek de bir samimiyetle yas tuttuklarını söylemiştim. Sonraki günlerde devamını da gördüm. Eskilerden bir celebrity-parsley sentezi tanıdık, ne kadar mahvolduğunu anlatıyordu bir masada yanındakilere. Olabilir.
Ama hayır, olamaz. Çünkü o, Hrant Dink’in ölümünde de tıpatıp aynı tarzda perişan olmuştu!
Kulak kabarttım. “Gönül adamı”, “koca yürek” tamlamaları bire bir aynıydı. O zaman Hrant Dink’in başına, bu zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nun başına, nasıl da insanın içini parçalayan şeyler gelmişti... Mutenalaştırılmış semtin sokağa atılmış masasından, aynı kalıpla, “yaşadığı toprakları seven insan gibi insan” diye özetlenen bu adamlar ne bahtsızdı...
Aman Allahım! Aynı kişi Hrant Dink ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu aynı şekilde, aynı hararette sevebilir mi? Dink’in ve Yazıcıoğlu’nun ölümlerinden aynı derecede kahrolabilir mi?
Bir insan aynı ölçüde hem Fenerbahçeli hem Galatasaraylı olabilir mi