Ezgi Başaran
(Radikal, 24 Eylül 2012)
Tarihçi Erdoğan Aydın’ın yaz başında çıkan kitabı ‘Osmanlı’nın Son Savaşı’, Enver Paşa dönemini, Osmanlı’nın neden I. Dünya Savaşı’na girdiğini anlatıyor. Aydın’la ilk derin devlet organizasyonunu ve bu savaşı anlamanın, bugünkü Türkiye’yi anlamak için neden çok mühim olduğunu konuştuk.
Kitabınızın önsözünde Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesini bir derin devlet faaliyeti olarak yorumlamışsınız. Ne demek bu?
Dönemin parlamentosunun, resmi hükümet kurumunun, padişahının haberi olmadan savaşa sürüklenen bir devlet pratiğinden söz ediyorum. Bu defaatle yinelenen bir dizi uygulamanın sonucu hayata geçiyor. Örneğin Almanlarla gizli bir savaş anlaşması yapılıyor. Bundan hükümetin, parlamentonun ve padişahın haberi yok. Yine aynı şekilde savaşa girmenin ilk adımı olan Rusyanın limanları bombalanıyor. Bundan da kimsenin haberi yok. Sadrazam’ın dahi yok. Keza başta Rusya olmak üzere komşu devletlerin sınırları içinde bir dizi askeri operasyon gerçekleştiriliyor. Bunu da kimse bilmiyor. Öyle bir pratikle karşı karşıyayız ki, dönemin bir görüntüdeki devlet uygulamaları var, bir de hakiki devlet uygulamaları var.
Hakiki devlet derken ıttihat ve Terakki’den mi söz ediyorsunuz?
ıttihat ve Terakki’nin derin bir çekirdek kadrosu diyelim. Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa ve Halil Bey gibileri. Bu arada hükümetin haberdar olmadığı her şeyden dönemin Alman Elçisi Weingenheim haberdar. Yani derin devlet bir anlamda ıttihat ve Terakki’nin merkez komitesi. Çünkü sözünü ettiğim uygulamaların büyük kısmından Ziya Gökalp’in haberdar olduğunu ve organizasyonun doğrudan yapıcılarından biri olduğunu biliyoruz. Fakat dönem dönem merkez komitesinde de konuşulmayan bir dizi uygulamayla karşılaşıyoruz.
Bu manada ordunun bilgisi hangi seviyede?
Kazım Karabekir ve Ali ıhsan Sadis gibi dönemin üst rütbeli ve yetkili subaylarının da haberi olmadan bir dizi savaş planı yapılmıştır. Derin devlet zaten böyle bir şeydir. Sistematik olarak kendilerini devletin yerine koymuş bir güç odağı, bir çekirdek söz konusu. Bugün Ergenekon davasında tartıştığımız derin devlet de böyle bir şey. Osmanlı parlamentodan ve anayasadan söz etmeye başladığında devlet dediğimiz mekanizma padişah ve saray olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla sarayın devlet olduğu dönemde derin devlet kavramı çok anlam taşımıyor. Çünkü zaten devletin kendisi seçilmişlikten, yasadan uzak. O nedenle bu topraklarda derin devlet 1911’den sonra, ıttihat ve Terakki’yle başlayan bir mekanizma.
Bu ilk derin devletin ideolojisi ne?
1911-1914 arasında ideoloji Osmanlıcılık üzerinden şekilleniyor. Osmanlıcılık ise sadece Türklerin değil, farklı etnik ve inanç gruplarının bu ülkenin meşru vatandaşları olduğundan söz ediyor. Oysa gerçek durum öyle değil. Örneğin Celal Bayar anılarında şunu söylüyor: Her ne kadar Osmanlıcı görünüyorsak da aslında Türkçüydük ve Türkçülüğe karar verdiğimiz andan itibaren de memleketin nüfus yapısını da buna göre planlamaya başladık. Örneğin ızmir’deki ıttihat ve Terakki’nin genel sekreteri olarak oradaki Rumların boşaltılmasında doğrudan görev aldığını anlatıyor. Ve bu operasyondan devletin haberi yoktu. Olayın beyni Enver ve Talat Paşa.
Türkçü olmaya nasıl karar veriyorlar?
1908 Osmanlı’da meşruiyetin, halkların kardeşliğinin, Fransa’da esen eşitlik rüzgârının bir ifadesi. Fakat bir müddet sonra kâh emperyalistlerin girişimleri kâh Osmanlı içinde halkların kardeşliğini savunabilecek demokratik dinamizmin kurumsallaşamaması sonucunda halklar birbirine yabancılaşıyor. İmparatorluk içinde de baş gösteren milliyetçilik hissiyatı parçalanma yaratıyor. Her ne kadar Krikor Zührap gibi bir dizi Ermeni veya Rum yönetici halkların kardeşliğini savunsa da bu hava süremiyor. Zaten bir süre sonra ıttihat ve Terakki içindeki Türkçü kanat giderek bütün bir Osmanlı coğrafyasının değiştirilmesi ve Müslümanlaştırılması üzerine bir politika izliyor. Bu politika 1911’de kesinleşiyor. Ziya Gökalp daha o günlerde hem içeride Türkçüleştirmeyi hem de dışarıda Turan’ı fethetmeyi planlayan bir derin devlet ideolojisi şekillendiriyor.
Ve bu ideoloji bugüne kadar sirayet ediyor…
Evet çünkü o dönemde başlayan bu derin devlet sadece operasyonel bir aygıt değil aynı zamanda bir ideolojik mekanizma. Bugün pek çok eğitim düzeyinde çoğunluğun büyük şair, edebiyatçı olarak bildiği Ömer Seyfettin’ler, Ziya Gökalpler derin devlet ideolojisinin önderleri.
Enver Paşa hangi pozisyonda?
ılk başlarda sıradan, özgürlükçü bir subayken, sonradan Almanların desteğiyle giderek Türkçüleşen derin devletin bir numarası oluyor. Dönem dönem Türkiye’deki Alman askeri misyonunun başındaki Von Sanders bile “Enver keşke bizden çok kralcı olmasaydı, arada bir bize direnseydi” demişti. Enver, dünyanın yeni paylaşımında Almanların Rusları ve Fransızları yeneceğini, ıngilizlerin de tarafsız kalacağını, dolayısıyla bizim kârlı çıkacağımızı düşünüyor. Çünkü o dönemin bir dizi ekonomik ve askeri sorunu var. Sırtımızı Almanlara dayarsak kurtarırız diyor. ışte bu mantık yüz binlerce Anadolu evladının nasıl sorumsuz ve pervasızca ölüme sürüklendiğinin cevabını veriyor.
Başlıca sorun öngörüsüzlük mü?
Bir de işbirlikçilik. Sihirli bir formül bulduğunu zannetme. Ki dönemin aydınları, kâh Kazım Karabekir kâh Hüseyin Yalçın bu formülün tutmayacağını anlatmaya, uyarmaya çalışıyor ama etkili olmuyor. Ve sonuçta bu toprakların ilk derin devleti sihirli bir formül bulduğunu sanarak bizi vahim bir savaşa sürükledi. Bu kadar pervasız olmalarının sebebi elbette anti-demokratik kurumsallaşma. Ve aydınların ve gayrimüslimlerin Abdülhamit öncesindeki Panislamist politika nedeniyle zayıflatılmış ve korkutulmuş olması. Enver’lerin Türkçü politikalarının çok kısa bir süre içinde hâkimiyet kurabilmesinin sebebi budur. Ermenileri, Rumları ortadan kaldırmayı düşünen bu zihniyet aynı zamanda Türk gençlerini de Turancı hayallere kurban ediyor. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı sadece Rumların ve Ermenilerin değil, Türklerin de felaketi oluyor. Enver dönemi tipik bir diktatörlük rejimidir. Muhaliflerin, gazetecilerin yasaklandığı, ihanetle suçlandığı, dış politikanın halkın iradesi dışında yürütüldüğü, savaşa girdiğimizi sadrazamın Rusların nota vermesiyle öğrendiği bir dönemdir.
Kitabınızda temel olarak I. Dünya Savaşı’na girmemiz şart değildi, diyorsunuz değil mi?
Maalesef Cumhuriyet’in okulları bize yıllarca başka türlü öğretti. Bu savaşa kurtuluş amacıyla girdiğimiz, Enver’lerin, Talat’ların birer yurtseverlik sembolü olduğu söylendi. Halbuki durum öyle değil. Dönemin Cumhuriyet nezdinde çok muteber kişilikleri olan Mustafa Kemal ve ısmet ınönü’ye kulak kabarttığımızda Enver’in tam bir işbirlikçi gibi davrandığını görüyoruz. Örneğin biz Kafkasya’ya niye saldırdık? Çünkü Almanlar o sırada Avrupa cephelerinde sıkışmışlardı ve Alman Genelkurmayı Osmanlı askerlerini bir an önce Kafkasya’da ve Süveyş Kanalı’nda saldırtıp ıngiliz ve Rusların Avrupa cephelerine asker yığmasına engel olmak istiyordu. Halbuki Osmanlı o dönemde ne Kafkasya’ya ne de Süveyş’e saldırabilecek altyapıya sahipti. 1914’te Kafkasya’ya saldırmak büyük bir maceracılıktı. Bunu sadece Mustafa Kemal’ler değil, von Sanders bile söylüyor. Mustafa Kemal’in Bulgaristan’a ataşe yapılmasından sonra merkez, Alman askerleri ve Enver’den müteşekkil kalıyor. Dönemin genelkurmayında harekât daire başkanı olan Ali ıhsan Sabis şöyle diyor: “Bir süre sonra savaş planları dahil her şey bizim dışımızda yapılmaya başlandı.” Her şeyi Enver ve çevresindeki Alman askerler düzenliyor. Böyle bir tablo görülmemiştir.
“Ruslar boğazı alacaktı, tehlike büyüktü, savaşmaktan başka çare yoktu”argümanına ne diyorsunuz?
Dönemin gizli yazışmalarını incelediğinizde Rusya’nın boğazları ele geçirme gibi bir planı olmadığını görüyorsunuz. ıngiliz ve Fransızların da böyle bir planı yok. Aksine ıtilaf Bloku dediğimiz bu ülkeler Osmanlı’ya savaşa girmemesi durumunda toprak güvenliğini teminat altına alacaklarını resmi olarak beyan ediyorlar. Ayrıca Almanların Bağdat demiryolu hattı dahil olmak üzere Osmanlı’daki tüm yatırımlarının Osmanlı’ya hibe edilmesini taahhüt ediyor. Ve kapitülasyonların ekonomik kısmını kaldırmayı kabul ediyor. Ama bu önerilere Osmanlı derin devleti cevap vermediği gibi, Osmanlı hükümetinin bu konuda karar almasını da engelliyor. Yani ıngilizler, Fransızlar bizi paylaşmıştı, savaşmaktan başka çaremiz yoktu iddiasının tarihsel hiçbir kanıtı yok.
Bu savaşa girmesek ne olurdu?
Savaşın tarafları yenişemediği ölçüde Osmanlı’ya verecekleri tavizler artacaktı. Kapitülasyonlardan kurtulma şansı elde edilecekti. Emperyalist güçler birbirleriyle kavga ederken Osmanlı toparlanma, ekonomisini ayağa kaldırma, üretimini istikrarlı hale getirme sürecine girecekti.
Sarıkamış’a saldırmak zorunda mıydık?
Siz Osmanlı’nın son savaşını anlamanın bugün için çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Neden?
Özellikle son 10 yılda Çanakkale ve Sarıkamış’ın kahramanlık destanı olarak her yıl daha yaygın kutlanıyor. Bu aslında sorunlarını demokratik yöntemlerle çözemeyen egemenlerin başvurduğu yol. Bir toplumu ne kadar çok milliyetçilik ve din eksenli kontrol ederseniz, ‘neden-niçin-nasıl’ sorması zorlaşır. Kaderine razı olma eğilimi artar.
Çanakkale ve Sarıkamış kutlamaları böyle bir araç mı?
Bir Türk’ün yedi düvele bedel, devleti yönetenlere kayıtsız şartsız tabi ve kahraman olduğunu anlatmak için araç. Kahramanlık menkıbeleri icat etmek, toplumun sessiz kalması için birebirdir. Halbuki Sarıkamış’a saldırmak zorunda mıydık diye sormalıydık? Veya Anadolu’nun niye ‘Askeri kırdıran Enver Paşa’ türkülerinin unutulduğunu… Çanakkale’de yedi düvel bize saldırmış da biz kahramanlık yapmışız gibi anlatılır. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir. Biz Sarıkamış’a saldırmasaydık, Ruslar ıngiliz ve Fransızlara “Batıdan Osmanlı’ya saldırın, yoksa Avrupa’daki askerlerimi çekmek zorunda kalırım” demezdi. Ve Çanakkale saldırısı gerçekleşmeyecekti. Ve eğer bu tarihi gerçekleri bilseydik, kafalara yerleştirilen ‘Herkes bize düşman’ fikri de yeşermeyecekti. Osmanlı’nın son savaşındaki gerçekleri bilseydikKürt meselesini de başka türlü algılardık. “Dış güçlerin maşası onlar” demek yerine, doğal haklarını talep ettiklerini görebilirdik. Yani Kürt meselesini çoktan çözmüş olurduk. Bu savaşı anlamak birçok konuda doğru soruları sormamıza da yarar.
Ne gibi?
Tarihle yüzleşmek yöneticilerimizin kâh Kardak’ta kâh Suriye’de bizi oldu bittiye getirmesine engel olacak bilgilere sahip olmaktır. ‘Vatan sağ olsun’la gençleri savaşa sürükleyen egemenlere hesap sorabilmektir. Türkiye’nin ezici çoğunluğunun niçin Sünni olduğunu, Ermenilere, Rumlara, Alevilere neler yapıldığını bilmeden kabullenmek tarihini bilmeyen toplumlara özgüdür. Bugün Türkiye’nin Ortadoğu’da hâkim güç olabileceğini söylemek, savaşı istemektir. Halkın bunu fark etmesi için tarihini, en azından Osmanlı’nın bu son dönemini iyi bilmesi gerekir.